17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 İki dinli olmak... Selçuk Erez Japonların iki dinleri var: Şinto ve Budizm. “Şintocu doğar, Budist ölürüz“ derler; doğumlarında, düğünlerinde, Şinto dininin kurallarına uyar, cenazelerini ise Budist usullerine göre kaldırılırlar. Japonların eski dinleri Şintodur. Uzun süre tek dinli yaşadıktan sonra, 6. yy’da Çinlilerden, Korelilerden Budizm’i de öğrenmiş ve zamanla her iki dini bir arada uygulamanın avantajlarını kavramışlar. Şinto, insanların iyiliğine inanıyor: Kötülük, insanın değil, kötü ruhların marifetidir. Ayinlerde kötü ruhların giderilmesi, Kami denen iyi ruhların da hoşnut edilmesi amaçlanıyor. Budizm’de ise iç huzura kavuşmak, manevi doygunluğa yani Nirvana’ya ulaşmak için çabalamak gerekiyor: Doğru söz, doğru davranış, doğru düşünce, doğru niyet vb. ile varılıyor bu ereke. Çift dinli olmak, birçok güçlüğün yenilmesine yol açmış: Din savaşlarından kaçınmış, farklı alanlarda da yararını görmüşler: Mesela, Budistlerin çoğu et yemezken onlar, suşi, yakitori vb. etin her türünü yiyebilmişler. Büyük şairimiz Mehmet Akif, şiirlerinde ve konuşmalarında hep Japonları örnek almamızı önermiştir: “Sorunuz, şimdi Japonlar da nasıl bir millettir? Onu tasvire zaferyab olamam, hayrettir.” İşçi sınıfına demokrasi lazım... Marksist Ellen Meiksins Wood, siyaset bilimci. Kapitalizmin demokrasiye karşı olduğunu vurguluyor bütün konuşmalarında... İşçi sınıfına bireyi her yandan kuşatan, hayatının her alanına müdahale eden kapitalizme karşı demokratik haklarını kullanmayı öneriyor… En önemli hak ise sendikalaşmak… Rüçhan Akcam Selim apitalizmin, özellikle kültür ve demokrasi ile ilişkisi üzerine çalışmaları ile tanınan, çağdaş Marksist siyaset bilimcilerden Ellen Meiksins Wood Türkiye’deydi. Yayıncılarından Yordam Kitap’ın davetlisi olarak, bir dizi etkinliğe katılan Wood, Marksizm içindeki tartışmalarda sınıf siyasetinden yana tavrı ile biliniyor. Özgün anlamı ile demokrasinin, bugünkü biçimsel terimlerle ifade edilen anlamının aksine, sınıflarüstü olmadığını savunan Wood ile kapitalizm, demokrasi ve sınıf mücadeleleri bağlamında söyleştik. Kapitalizmin demokrasiye karşı olduğunu söylüyorsunuz. Biraz açar mısınız bunu? Kapitalizm ile demokrasi birbiri ile uzlaşmaz. Ancak kesinlikle, kapitalizmle paralel olarak gelişen liberal demokrasinin önemsiz olduğunu söylemiyorum. Liberal demokrasilerdeki bütün sivil hakların çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sol, çoğu zaman bunları görmezden geliyor. Kapitalizmin demokrasiye karşı olduğunu söylerken, “demokrasi”nin kelime anlamını kullanıyorum, “insanların kendini yönetmesi” ve “halk tarafından halk için yönetim” anlamı ile... Kapitalizm, o kadar çok alanı demokratik kontrolün dışına çıkarıyor ve ekonominin alanına sokuyor ki, böylece insanları boyunduruk altına alacak yeni hâkimiyet alanları yaratıyor. Hayat kulvarlarımız, piyasanın buyrukları altına giderek daha fazla giriyor, kendi demokratik kontrolümüzün dışına çıkıyor. Zamanımızı nasıl geçireceğimiz bile piyasa buyruklarına tabi... Mesela, işyerinde öyle bir hâkimiyet biçimi var ki, patronlar ile çalışanlar, yurttaşlık hukuku açısından aynı haklara sahip oldukları halde, çalışanlar görünmez bir şekilde baskı altındalar. Çünkü işyerindeki mekanizmaları kontrol etmede çalışanların hiçbir sözü geçmiyor. PostMarksistlerin “radikal demokrasi” endeksli politika anlayışlarına karşı, sınıf eksenli bir politikayı savundunuz, savunuyorsunuz. Demokrasi ve sivil hakların genişletilmesi için mücadele kuramsal çerçevenizde nasıl bir yere sahip? Demokratik hakların uzantılarından biri, işçilerin özgür sendikalar içinde bir araya gelme hakkıdır. Keza, kendi gazetelerini çıkarmak, grev yapmak, bir araya gelmek, düşündüklerini özgürce ifade etmek... Bu haklar olmadan işçi sınıfının birleşip kendi çıkarlarını savunmasından bahsedilemez. Özetle, sınıf savaşımının ilerleyebilmesi, işçi sınıfının bir araya gelip örgütlenebilmesi için demokrasi gerekiyor. Devrim arifesindeki bir toplumdan bahsetmiyorsak, günümüzde gelişmiş kapitalist ülkelerde dahi politik olarak hareketli ve sınıf bilinçli bir işçi sınıfı olmadığı için daha temel bir noktadan başlamak gerekiyor. Şu anda sosyalist partiler çok güçlü değil. Sosyal demokratlar daha çok neoliberalizmi savunmaya başladı. Bu nedenle demokratikleşme ve sivil hakların genişletilmesi yolundaki mücadele, işçi sınıfının bilinçlenmesi açısından da önemli... Bir ölçüde etkisi olduğu doğru. İnsanlara soyut işgücü olarak bakan kapitalizm, insanlar arasındaki değişik kimlikleri işine geldiği şekilde kullanıyor. Irkçılık karşıtı ve feminizm gibi mücadeleleri, hatta işçi sınıfı içinde bu temelde yaşanacak olası ayrışmaları, birbirinden ayrı, otonom savaşımların olması gerekliliğini reddetmiyorum. Ancak, bu tür hareket ve siyasetlerin göz ardı ettiği nokta, kapitalizmin küresel etkinliği yanında, insan yaşamının her anına ve alanına egemen bir sistem olması, dolayısıyla birbirinden kopuk, ayrışmış mücadelelerin ona karşı yetersiz kalacağını görememeleridir. Sınıfın da kimlik politikalarından bir tanesi olarak bu hareketlere dahil edilebileceği savunuluyor. Halbuki değişik kimliklerden biri değildir sınıf. Dünyadan ırkçılığı yok etseniz veya feminizm başarıya ulaşsa bile kapitalizm varoluşunu sürdürecek, ama sınıf ayrımları yok olduğu anda kapitalizm varlığını sürdüremez. Bu da gösteriyor ki, sınıf, çok daha ön planda olması gereken bir mücadele zemini. Her şeye rağmen, bu hareket ve siyasetler çok önemli ve solun bunlarla bütünleşmesi lazım. Özellikle gençlerin, politik olarak bu tür hareketlere sempati duymasının bir nedeni, şu anda doğru dürüst bir sosyalist alternatifin olmaması gibi geliyor bana... Leninist anlayış kitlelere bilinç taşıyacak öncü partiye önemli rol biçmişti. PostMarksistler ve onlara yolu açan düşünürler “yanlış bilinç” kavramını eleştirdiler, ideolojiyi nötrleştirdiler. Siz bu karşıtlıkta nasıl bir konum alırsınız? Althusser’den postMarksizme kadar yayılan akımın bence temel hatası, antidemokratik olmasıydı. Entelektüellerin rolünü abartması, onların bir şekilde devrime öncelik edebileceklerini düşünmesiydi. Benim anladığım geniş anlamı ile demokratikleşmenin, insanlara asla tepeden empoze edilemeyeceğini düşünüyorum. Bu bilincin nasıl yaratılacağına gelince, cevabı bilmiyorum. Bilseydim, şu anda karşınızda oturuyor olmaz, sokaklarda bir şeyler yapıyor olurdum. Bu bağlamda, kendi rolümün, işçi sınıfının yanlış bilincini tedavi etmek olduğunu düşünmüyorum. Şu anda, işçiler kendi koşullarını düzeltmek için belli bir düzeyde mücadele veriyorlar. Mesele, bu mücadelelerin nasıl birleşip bütünlüklü bir hale geleceğidir. G K DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ SAVUNMAK Türkiye’de de sol entelektüel çevrenin önemli bir bölümü, siyasetin merkezine sivil hakların genişletilmesini koymuş durumda. Sizce bu, sol politika için tek başına yeterli mi? Eğer birileri sadece 301 gibi düşünce özgürlüğünü engelleyen yasaları savunuyor ve işçilerin her türlü özgürlüğünü savunmuyor, bunu gündemlerine taşımıyorlarsa, onların yaklaşımlarına “sol” demek için hiçbir neden görmüyorum. Sadece düşünce özgürlüğünü savunmak yetmez, özgürlüğün belli bir amaç uğruna kullanılmasını da desteklemek gerekir. Bu amaçlardan biri sosyal devletin genişlemesi ise, diğeri de metalaşmanın tersine dönmesidir. Sosyal devlet, merkez ülkelerde dahi törpülenirken, postMarksist argümanlar aynı ilgiyi görüyor mu? Üniversitede öğrencilere ders verirken postMarksizmin gitgide ölmekte olduğunu söylüyoruz, ama bir yandan da entelektüel çevrelerde hâlâ etkisini sürdürdüğünü görüyoruz. Buna karşın, politik olarak bizi zayıflattığını savunduğum bu anlayışın hiçbir ülkede politik bir güç olduğunu düşünmüyorum. Peki, küreselleşme karşıtı eylemler veya kimlik odaklı siyasetlerde, postMarksizmin teorik etkisini yadsımak mümkün mü? C M Y B C MY B Keşke Mehmet Akif’in önerilerine kulak verseydik de bu gün düştüğümüz hallere varmasaydık! İlke olarak insanın aynı anda birbirinden farklı iki inanç sistemine, hatta düşünce tarzına, gruba, partiye vb. mensup olabileceğini kabul etseydik çok daha mutlu, çok daha dingin bir toplum olmaz mıydık? O zaman mesela rahatça hem şeriatçı hem de Atatürkçü olabilirdik: Dost toplantılarında şeriatın tehlikeleri konusunda nutuk atanlar yüzde yetmişken seçimlerde her iki yurttaşımızdan birinin AKP’ye oy vermesi asla tuhafsanmazdı. Aynı anda resmen hem Haluk Koç, hem de Baykal taraftarı olabilirdik: Haluk Koç’a CHP başkan seçiminde aday olabilmesi için gerekli oylardan fazlasını alacağına inandıracak sayıda sözler verip ardından Baykal’a oy attığımızda yüzümüz kızarmazdı. Hem Galatasaraylı hem de Fenerbahçeli olabilseydik hangi derbinin sonu bizi üzerdi? Hangisi kazansa sokaklara dökülür, arabanın pencerelerinden yarı belimize kadar sarkar, o kulübün bayrağını sallardık. Aynı anda hem Ayşe’yi hem de Fatma’yı sevmemiz ayıplanmazdı! Paparazziler bizi eşimizden başka kadınlarla yakaladığında utanmaz, yüzümüzü saklamak ihtiyacını duymaz, İslami modaevi patronu gibi rahatça “Üç eşim var. Kime ne?” diyebilirdik. Mehmet Akif, “Siz gidin saffeti İslam’ı Japonlarda görün. O küçük boylu, büyük milletin efradı bugün / Müslümanlıktaki erkânı sıyanette ferid. Müslüman denmek için eksiği ancak tevhid. / Müslümanlık sanırım parlayacaktır orada, Sâde, Osmanlıların gayreti lazım arada” diyerek bize, gelecekte Japonlar’a birçok açıdan benzeyeceğimizi, böyle olasılıkların imkânsız olmadığını anlatmak istemiştir herhalde. G [email protected] Bir atölye çalışmasında yaşananlar Bosnalı sanatçıları bir araya getirdi... Mostar isyanı... isimli müzik grubuyla ortak bir çalışma yaparak, dramayı sahneye de taşıdı. “Bireysel Ütopyalar” isimli çalışmanın ilk gösterimi, Art On Stage kapsamında geçen hafta İstanbul’da yapıldı. Gösteriden önce Rascic ve Vuneny elemanlarından Nedim ala Rascic ve Vuneny ortak bir proje için ilk kez geçen yıl, Cisic’le birlikte kulisteydik. Lala Rascic, daha önce kamera Mostar’da düzenlenen atölye çalışması sonrasında bir karşısına geçmediğinden, sahnede nasıl bir performans araya geldiler. İtalyan vakıf tarafından düzenlenen bu göstereceğinden emin değildi. Nedim Cisic ise ortağına sonuna atölye çalışmasına, birçok uluslararası sanatçı katıldı. kadar güveniyordu, “Birlikte çalışmamız sayesinde sahnede harika Rascic’in “tam bir fiyasko” olarak nitelendirdiği organizasyonda olduğunu keşfetti” diyordu. Rascic ve Cisic’e, farklı disiplinlerden her şey ters gitti. Yaşananlar trajikomikti. Ancak bunlar sanatçıların ortak çalışmasının bir ihtiyaç haline gelmeye başladığını Saraybosna’da yaşayan Rascic’in, yurtdışından gelen sanatçıların çünkü bir gösteriden beklenilenlerin günden güne arttığını ülkesine bakışından yola çıkarak, bir drama yazmasına esin kaynağı söyledim. İkisi de bana katılmadılar. “Zorunluluk değil. Ancak oldu. Rascic, daha önce bir albüm kapağı tasarımı yaptığı Vuneny birçok yeniliği beraberinde getiriyor. Canlı bir performans sergilemek istiyordum. Vuneny, atölye çalışmasına katılmamıştı, ama onlar da Mostarlıydı. Böylece her şey mükemmel şekilde bir araya geldi” diyordu Lala Rascic, “Yapabileceğimi yaptım ve gerisini gruba bıraktım. Ne katabilecekleri hakkında bir fikrim yoktu, ama iyi bir şey yapabileceklerini biliyordum”. Atölye çalışmasından konu açıldığında ise Rascic, katılımcıların hayırsever gibi davrandığının altını çiziyordu. Rascic’in atölye çalışmasında yaşadıklarına Cisic, neredeyse her gün şahit oluyor, “Savaştan sonra kent tam anlamıyla ikiye bölündü. İki üniversite ve iki postane var. Ortada resmi bir sınır yok. İstediğiniz yere gidebilirsiniz. Ancak ayrımı, gittiğiniz her yerde hissedebiliyorsunuz” diyerek kentte neredeyse yirmi yıldır yaşanan durumu özetliyor. “Yine de” diyor Cisic “insanlar savaşta her şeyini kaybetti. Bu yüzden bir yerden başlamak gerekiyor”. Rascic ise katıldığı atölye çalışmasının tam anlamıyla geri teptiği görüşünde: “Mostar’a sömürgeci kafayla gelmişlerdi. ‘Zavallı Bosnalılara yardım edeceğiz’ diye düşünüyorlardı. Ve raporlarını yazıp, kendilerine maddi Lala Rascic, Andrijan Zekov, Nedim Cisic. Fotoğraf: Vedat Arık destek olanları, başarılı olduklarına ikna edeceklerini Deniz Ülkütekin L Lala Rascic’in “Bireysel Ütopyalar” dışında bir de radyo günlerini yeniden hatırlatan bir videosu Apartman Projesi’nde sergileniyor. 13 Mayıs’a kadar pazar ve pazartesi günlerinde, görülebilecek videoda “Kusura Bakmayın Yanlış Numara” isimli zamanının meşhur radyo oyununu yeniden yorumlayan Rascic, buna benzer eski tip hikâyelerden çok hoşlandığını belirtiyor. İletişimin kısıtlı olduğu yıllara gönderme yapan Rascic, radyo dramalarının altın çağını yaşadığı dönemi çok seviyormuş ve videosunda da buradan esinlenmiş. Sesin, eski bir telefon ahizesinden dinlendiği video gösteriminde, birçok yerde, ses ve görüntü senkronize değil. Hikâye, bütün gününü odasında geçiren, yaşlı bir kadının, yanlış hat düşmesiyle tanık olduğu bir cinayet planı üzerine kurulu. sanıyorlardı”. Ancak işler hiç de beklendiği gibi gelişmemiş. Sanatçılar gerçek problemlerle karşılaştıklarında, iyi hazırlanmadıkları için ne yapacaklarını bilememişler. Batı, “zavallı” Bosna’ya kültür getirdiğini sanadursun tüm Balkanlar’da olduğu gibi Mostar’da da kendine has köklü bir kültürel yaşam var. Nedim Cisic’in Andrijan Zekov’la birlikte kurduğu Vuneny, bu açıdan önemli. Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de birçok hayranları var. Cisic, on sekiz yaşında bir hayranlarının heyecanını görünce çok şaşırmış. Bunun gibi olayların kendilerini motive ettiğini ifade ediyor. Yaptıkları müzik ise tam anlamıyla sıra dışı. Mostar Film Festivali için yaptıkları bir soundtrack çalışması sonrasında canlı performanslar sergilemeye başlamışlar. “İnsanlar için bu iyi müzik değildi. Yeni bir biçimdi” diye açıklıyor Cisic Vuneny’i, “Aynı anda hem kutsandık hem de lanetlendik. Kutsandık, çünkü devamlı yeni sesler arayacak yetenek bize verilmiş. Lanetlendik, çünkü hiçbir zaman arayışın sonu gelmiyor”. G RADYO GÜNLERİNDEN
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle