22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 18 MAYIS 2008 / SAYI 1156 Obama Marksist, Clinton sosyalist mi? Zülal Kalkandelen merika’daki başkanlık yarışı, ilginç ve bir o kadar da absürd tartışmalarla devam ediyor. Bunun son örnekleri, Demokrat başkan aday adaylarından Barack Obama’nın Marksist, Hillary Clinton’ın sosyalist olduğu yönündeki iddialar... Her ikisi de, hem medyanın bir konuyu nasıl çarpıtabileceğini, hem de Amerika’da sosyalizmin nasıl hâlâ öcü gibi görüldüğünü gösteriyor. *** Barack Obama ile ilgili tartışma, kendisinin bir süre önce seçim kampanyası sırasında dile getirdiği sözlerle başladı. “Amerika’nın orta bölgelerinde yaşayanların kırgınlık duyması, dine ve silaha sarılması, kendilerine benzemeyen insanlara antipati beslemesi ve serbest ticarete karşı çıkması şaşırtıcı değildir” dedi Obama. Bu insanların yıllardır karşı karşıya kaldıkları zor hayat koşullarından söz ediyordu. Gerçekleri söylüyordu aslında, ama Clinton ve Cumhuriyetçi aday John McCain, bu sözlere farklı anlamlar yüklemekten geri kalmadılar. Sonunda da Obama’yı “elitist” yapıp çıktılar. A En ilginç yorum ise, yeni muhafazakârların önde gelenlerinden Bill Kristol’den geldi. Kristol, The New York Times gazetesinde çıkan makalesinde, Obama’nın sözleriyle Marksizm arasında bağlantı kurup maskenin düştüğünü yazınca, tartışma yeni bir boyut kazandı. Obama’nın görüşleriyle Marx’ın ünlü “Din halkın afyonudur” sözü arasında paralellik vardı makaleye göre. Böyle bir iddianın ne gibi bir amacı olabilir? Marksizmi tek bir cümle ile değerlendirme hatasına düşen bu yorum, konuya hâkim olanlar için gerçekten gülünç, ama kapitalizmin kalesinde yaşayan ve siyasi tercihlerini yalnızca medyadan aldığı bilgilere göre belirleyen ortalama bir Amerikalı için durum farklı. Çünkü o, oyunu elbette Marksist olduğundan şüphelendiği bir adaya vermeyecektir... Kristol’ün hedefi de bu. Ne de olsa kendisi Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin (PNAC) iki kurucusundan birisi. Obama’nın önünü kesip, Bush’un üçüncü dönemini sürdürecek McCain’e yol açma gayreti bundan. *** Hillary Clinton’ın sosyalist gibi gösterilmesine gelince... Bu da, Cumhuriyetçi Parti’nin propaganda makinesi Fox News kanalındaki bir programda meydana geldi. Muhafazakâr kanattan da oy toplama arayışındaki Clinton, Amerikan medyasının en tartışmalı isimlerinden Bill O’Reilly’nin programına katıldı. Clinton’ın uzaktan yakından sosyalizm ile ilgisi yok, ama programda geçen şu diyalog oldukça ilginç. O’Reilly soruyor; “Başkan olursanız cüzdanımdan ne kadar parayı geri alacaksınız?” Clinton, yanıt olarak orta sınıf aileler için getirdiği önerileri sıralamaya başlayınca da sözünü kesiyor: “Ben orta sınıftan değilim, zengin bir adamım!” Sonra da, Clinton’ın varlıklılardan alıp daha az geliri olanlara vereceğini iddia ediyor ve ekliyor: “Bu sosyalizmdir.” İşte o an Hillary’nin suratı görülmeye değer. Tam olarak ne düşünüyor bilinmez, ama sanki korkunç bir iftira ile karşı karşıya kalmış gibi tepki veriyor: “Teddy Roosevelt de mi sosyalistti? Bence çok iyi bir başkandı!” Yani “sosyalist olsaydı iyi olamazdı” demeye getiriyor... Komik ve garip ... Sosyalizmin, Hillary Clinton gibi kapitalizme yürekten bağlı birinin politikalarına indirgenmesine mi yanalım, yoksa medya kurbanı halka mı? Çünkü bugünlerde Obama Marksist, Clinton sosyalist olabilir mi diye endişe ediyorlar. Bak şu medyanın yaptığına... G kzulal@yahoo.com Ardında leke bırakmamalı sevgi... Adnan Binyazar yanınca hemen pencereye koşarım. Hava güneşli de olsa, yağmur da yağsa, caddeler kar altında da kalsa, ağaçları yerinden sökercesine esse de rüzgâr... umudu dışarıda ararım. “Yeter ki gün eksilmesin penceremden...” Dışarıda kalma koşulları kalmadığında, ruhu daraldığında, olaylar bunaltınca... içerilere kaçıyor insan. Sanılır ki sevişmek içeri işidir; öyle olsaydı, sevgililer niye el ele tutuşarak kırlara fırlarlar, neden filmlerde hep şu sahne yinelenir?.. İki sevgili buluşacaktır. Uzaktan birbirlerini görüp koşarlar. Öyle sıkı sarılırlar ki, dişi kim er kim ayıramaz, sevgi esrikliğine uğrarsınız. Erkek, sevgilisini belinden tutup kaldırmış, kadın ayaklarını yukarıya çekmiş, dönmektedirler... Dönmeyi kesip yüz yüze geldiklerinde bilirsiniz ki, al yanaklar gül kokar, saçlar çimen yeşili... Sinema filmleri sevgililer geçididir; aynı sahneleri yüzlerce kez görmeye doyamazsınız! Hele bir de aralarında sevginin doruk duyguları yaşanıyorsa... Yalnız uyanınca değil, bir yazıyı yazmaya oturup bir süre sonra sözcükler beynimden kaçışmaya başladığında da, kurtarıcım pencerenin önü oluyor. Yıllar önce bir gazetede okumuştum; uzaktan mor dağlara bakmak, çimenlik yerlerde dolaşmak gözü dinlendirirmiş. Bense dinlendirmek için değil, gözümü harflerin tekdüzeliğinden kurtarmak için yapıyorum bunu... Havaalanına inip kalkan uçaklara, takırtıyla yol alan trenlere bakmak; çocukların, kuşun, böceğin sesini duymak neler çağrıştırmaz!.. Pencerem yeşile açılıyor. Evin arka bakışında dairemsi bir alan var. Alan ağaçsı çalılarla çevrelenmiş. Çalıların hemen önüne taştan oturma yerleri de yapmışlar. Görünüm gür yapraklı birkaç ağaçla tamamlanıyor. Modaya uysunlar diye metrolarda, sokak ortalarında sarmaşamayan, öpüşüp koklaşamayan, çoğu türbanlı genç kızlar, dal boyunlu utangaç delikanlılar, bu çalıların arasına gizleniyorlar. Dün farkında oldum; onlara bu özgürlüğü bile çok görüp, çalıları kökünden söküp atmışlar. Onlarınki, kötü sandıklarını daha kötüsünü yaparak önlemek... Ağaçları da kesselerdi ne yapardım! Çalılar sökülünce oraya kimsenin uğramayacağını sanmıştım. Öyle olmadı; kumru utangacı bir kızla bir oğlan alanı boş bırakmadı, gelip gür yapraklı ağaçlardan birinin en dulda yerine gizlendiler. Sevginin paraya pula kurban edildiği çağımızda onları öyle görünce sevindim! Sevgi hep yaşamalı. Ama düşmanlıktan uzak... Nice sevgilerle birleşip sonra ayrılanlar, ne ağza alınmayacak sözler ediyorlar; birbirlerini nasıl küçültüyorlar!.. İnsanın doğasında var; delice taptığına, zaman geliyor katlanamıyor. Buna bir şey denemez, yeter ki, sevgi leke bırakmasın ardında. Pencereden çekildiğimde iki sevgililer göz göze, diz dize, duygu akışlarına yol arıyorlardı. İşimin başına gittim. Yine içim daralıp döndüğümde orda olmadıklarını gördüm. Oturdukları yerde poşetler, gazete parçaları uçuşuyordu. Sağa sola bira kutuları. Atılmıştı. Görevli onları toplarken basıyordu kalayı! Dedim ya; ne leke, ne kir pas, ne tiksinti... bırakmamalı sevgi, ardında. Hele nefret, hiç!.. G binyazar@gmail.com U Ülke kerhane, yurttaşlar sermaye Enver Aysever ‘İnsan yurdunu niçin sever’ sorusuna türlü yanıtlar verilebilir. Craig Calhoun’un ‘Milliyetçilik’ adlı kitabındaki yanıt, sanırım hem masum, hem de açıklayıcı. Şöyle diyor yazar; “Yuva, söylenegeldiği gibi, her zaman kabul gördüğümüz yerdir. Bu anlamda birçok insanın bir ulusa mensup olmakla ilgili düşünceleri, böyle bir yuvası olma hissinden türemiştir.” Demek özel bir alana sahip olmak isteği, kabul görmek, ait olmak; şefkat, sevgi, hoşgörü hissetmek, yalnızlığı sağaltmak ve alabildiğine özgürleşmek anlamına gelir yuva... Yani yurt... ‘Bir ev al oğlum bir ev... Elin ayağın tutarken ev sahibi ol. İnsan ne olsa yer. Soğan ekmek yersin yine doyarsın. Ama başını sokacak evin olmazsa sürünürsün.’ derdi anneannem. Uzun süre bu acılı haykırışın kaynağı üzerine düşündüm. İçinde derin bir kaygı, sahipsizlik duygusu barındırıyordu. Sanırım bizim coğrafyamızda pek çokları için geçerli olan bir ürkütücü fikir yuvasız kalmak, kendine yetememek. Doğru dürüst bir sosyal güvenlik sistemi kuramamış devletin yurttaşlarının böyle hissetmesi doğal. Herkes bir yuva kaygısına düşmüş... Kuşkusuz yuva demek, bir anlamda aile demek! Böylesi özel bir alanı, anlamlı bir çatıyı paylaştığınız insanlarla güçlü duygu bağları da gelişir elbet. Kimi zaman anne, baba, çocuklardan oluşur yuva; kimi zaman öğrenci fertlerden.. bazen çalışmak için gurbete yolu düşen iki işçidir yuvanın kişileri. Her ne olursa olsun ortak bir yazgı paylaşılır birlikte. Eğer siz bir yurdu yuva gibi görmeye başlarsanız; o toprağın insanları da ailenizdir... Bu yüzden annem hâlâ Langa’daki arkadaşı Yani’yi sevgiyle anımsar; babam Musevi oyun arkadaşının adını silemez aklından; en yakın dostum bir Kürt kızıdır benim.. ve onlardan biri eksilirse, bu coğrafyanın armonisi bozulur, sesler kötü çıkmaya başlar, meyvelerin lezzeti kaçar, katlanılmaz bir yer olur bu ülke... Yurtdışına çıktığınızda bir memleketlinize rastlamak bu yüzden heyecan verir. Aynı kaptan yemiş olmanın, aynı çanaktan içmiş olmanın ortaklığıdır söz konusu olan. Temiz caddelerde, fiyakalı lokantalar görürsünüz ama, bir türlü doyurmaz yedikleriniz sizi... İçtiğiniz su midenize dokunur. Kolay oluşmaz anlayacağınız ortak yazgının insanı olmak, aynı yuvada yaşama bilinci. Yuvayı değerli kılan, birlikteliğin gönüllü olmasıdır.. kavgaların kardeşçe bitmesi ve nihayetinde her kişinin, diğeri kadar hakkının, hukukun olmasıdır bu güçlü bağı kuran. Kindar bir sorguya izin vermez aile olma bilinci... İnsan yurdunu, bir yuva gibi sever; hesapsız, çıkarsız, içten... Yuvanıza bir gün, tanımadığınız korkutucu yüzlü adamlar, çamurlu pabuçları, ürkütücü sesleri ve kural tanımaz tavırlarıyla girerse aklınızı kaçırabilirsiniz! Kendini çırılçıplak, çaresiz hisseder kişi. Kimi zaman günün olmadık saatinde kapı çalar da, patlamış boruyu tamir etmek için gelir biri.. rahatsız olur mutfağın, yatak odasının kapısını çekiverirsiniz. Kol kırılır, yen içinde kalır. Yokluk, kir pis, ev halinin mahrem yanları gözler önüne serilsin istemez insan. Yurdunu da böyle korur kişi. Güdüsel olarak. Elinde olmadan sakınır kem gözlerden. Az gelişmiş olabilir bir ülke; insanları cahil, yoksul, aç olabilir. Ama elin önüne o haliyle çıksın istemez kimse… Dışardan gelenin komşuluk adabına uygun olmasını bekleriz. Evimizin kurallarına uymasını, mahremiyetine saygı göstermesini, düzenimizi hor görmemesini. Mahallenin kuralları vardır. Borç almanın, vermenin; gelenekten gelen mertlik ölçütleri vardır. Arkadan vurmamanın, gammazcı olmamanın erdemine inanır herkes. Ülke bir yurttur. Yurttaşlar ailenin üyeleri. Eğer günün birinde aileden birileri, tüm bu kendiliğinden oluşmuş hukuka aykırı davranırsa; Ortak bir karar vermeden sürekli borçlanıp, har vurup, harman savurup yaşarsa; evin eşyalarını ipoteğe çıkarır, üstelik onları koruyamaz satarsa; evin içinde birileri âlem yapmaya başlamışsa, baş köşeye itin teki yerleşip, ev halkına buyurmaya girişmişse; yatak odası mahremiyetini yitirmiş, herkese açılmışsa, mutfaktaki ekmek bozulmuş, adil pay edilmiyorsa.. anlayacağınız o evin sahipleri, artık birer yabancıya dönüşmüşse... O yuva, yuva olmaktan çıkar... O ülke, ülke olmaktan çıkar... Ve o insanlar... Herkesin hesapsız, sorgusuz girdiği eve, genelev, denir. Burada bedensel gereksinimini karşılamak için bulunur kişiler. Biri alıcıdır, diğeri satıcı. Bir aileden, bir yuvadan söz açılamaz. Kölelik ilişkisi vardır... Herkesin parayla ‘bey’ olduğu yerin ne mahremiyeti olur, ne kutsiyeti, ne de sevgisi... Diyeceğim; iş bu noktaya gelince ülke olur kerhane, yurttaşlar da sermaye! G www.enveraysever.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle