17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 11 MAYIS 2008 / SAYI 1155 Modus Operandi Zülal Kalkandelen sahneye. Bunlar, dünya imparatoru Büyük Patron’dan gelen direktiflere koşulsuz boyun eğdiler. Gerekçeleri hep hazırdı: “Küreselleşen dünyanın gereği böyle!” dediler. *** İç ve dış mücadeleyle dolu uzun yıllar geçti ve sonunda Büyük Patron, kendi çıkarları için öyle bir oyun sahnelemeye başladı ki, aklınız şaşar! Dünyada büyük petrol yataklarının bulunduğu bölgede hâkim olmak için bir proje geliştirdi. Çünkü kendi ülkesindeki enerji kaynakları tükeniyordu. O güzelim laik ülke de, bu bölgede önemli bir konumda olduğundan proje gereğince “Ilımlı İslam Ülkesi”ne dönüştürülmesi planlandı. Bunu tek başlarına gerçekleştiremeyecekleri için yine içerden yardım aldılar. İşte tam bu noktada, başlangıçta söz ettiğimiz “modus operandi” kısmına geldik. Büyük Patron ve işbirlikçilerin uyguladıkları şu klasik harekât planı aranılan ipuçlarıdır: Ulusalcı güçlerin tasfiyesine başlanıp işbirlikçilere geçit verilmesi. Devlet yönetiminde dini esasların ön plana çıkarılması. Yargı bağımsızlığının yok edilip, hukuk devleti ilkesinin ayaklar altına alınması. Ümmet anlayışından kurtulup ulus olma bilincine kavuşan bir topluma çağdışı anlayışların dayatılması. Ekonominin tamamen yabancı sermayeye muhtaç bırakılması. Medyanın susturulmaya çalışılması. Bunlar, bir ülkeyi katletme planının ana aşamalarıdır... G [email protected] B aşlıktaki Latince deyimi, hukukçular, psikologlar ve özellikle kriminoloji uzmanları iyi bilir. Bir de polisiye roman meraklılarını sayabiliriz. MeriamWebster Sözlüğü’ne göre, bu deyimin iki anlamı var: 1İş görme yöntemi. 2Bir suçlunun birden fazla suçu işlerken kullandığı belli bir davranış ya da eylem şekli. Örneğin, Karındeşen Jack olayında olduğu gibi, bir seri katilin ceset üzerinde ya da olay mahallinde bıraktığı aynı tipteki izler, daha sonraki cinayetlerin çözülmesinde ve katilin psikolojisinin ortaya çıkarılmasında ipucu olur. *** Bunları anlatarak nereye varmak istiyorum? Uzun yıllardır tekrarlanan bir davaya getireceğim sözü. Davamız bireysel değil toplumsal. Bu nedenle, suçluları ortaya çıkarmak için bir toplumda yaşananları kısaca özetleyeceğiz. Bir ülke var; 85 yıl önce muazzam bir Kurtuluş Savaşı vererek ulusal bağımsızlığını kazandı. Toprakları Batılı ülkeler tarafından paramparça edilip paylaşılmak üzereyken, halk bir lider öncülüğünde bir araya gelip direndi ve vatanını korudu. Hilafete son verildi, ülke şeriatla yönetilirken egemenlik halka geçti. Hedef olarak çağdaşlığı gösterdi ufku geniş önder. Birçok farklı inanç ve etnik kökenden gelen insana vatan olan topraklarda barış içinde yaşanabilmesi için, kamusal alanı laik ilkelere göre düzenledi. 1.5 milyarlık İslam dünyasındaki tek laik, sosyal, hukuk devleti haline getirdi ülkeyi. Aklın ve bilimin öncülüğünden şaşmamalarını öğütleyip, ülkeyi gençlere emanet ettikten sonra da hayata veda etti. *** Ne var ki, bu ülkenin gerçekleştirdiği devrim bazılarını hiç memnun etmedi. En başta emperyalist ülkelerin keyfi kaçtı. “Ne güzel paylaşacaktık şu ülkeyi!” diyerek hayıflandılar yıllarca. Fakat emellerinden vazgeçmediler; ülkenin içindeki etnik unsurları kışkırtıp durdular. Ayaklanmalar, bombalamalar, cinayetler hiç bitmedi. Darbeler yapıldı; ülkenin aydın insanları hapse atılıp işkenceden geçirildi; bir dönem büyük umutlarla başlatılan demokrasi hamlesi tersine çevrilip temel haklar gasp edildi. Eğitimdeki birlik ilkesi çiğnendi, gençler apolitize edildi. Tabii her dönemde emperyalistlerle kol kola ilerleyen işbirlikçiler çıktı Açın tabaklarınızı, açın da yalayın! Adnan Binyazar Çıkarcılığın yaygınlaşıp insan onurunun paraya bağlandığı dönemlerde Shakespeare’in “Atinalı Timon” adlı tragedyası yeniden okunmalıdır. Ortaçağın ahlak dersi veren oyunlarını çağrıştıran bu tragedyanın baş kişisi Timon aşırı müsrifliği, sonraki sahnelerde insan düşmanlığını; “huysuz filozof Apemantus sinikliği, kâhya Flavius sadakati, fahişeler Phryna ile Timandra şehveti, dönek dost Ventidius nankörlüğü, Şair ile Ressam dalkavukluğu simgeler. Ülkemiz insan pazarının hemen her köşesinde bu simgelerin bir benzerine, hatta benzerlerini de aşacak üst benzerlerine rastlanmaktadır. Shakespeare’in bu oyununda çözümü olanaksız görünen en önemli sorun, başlangıçta aşırı bir insansever olan Timon’un nasıl olup da sonradan insan düşmanı kesildiğidir. Önüne gelen herkese servet bağışlayan Timon, sonradan, çağın pisliğe bulanmış adamlarına niye “Aşağılık herifler! Madrabaz uşakları! Para pezevenkleri!” diye hakaret eder?.. Onun kimliğinde, “insan”ı bu hale getiren nedir? Atina’nın zenginlerinden biri olan Timon, ondan yardım dileğinde bulunanlarla varını yoğunu paylaşacak kadar yüce gönüllüdür. Gün gelir verecek bir şeyi kalmaz. Kapısından ayrılmayanlar ondan bir bir uzaklaşırlar. Bu arada çevresindeki müraileri, yalakaları, söz cambazlarını, çıkar madrabazlarını da yakından tanıma olanağı bulur. Ders olsun diye, etrafa yeniden servet sahibi olduğunu duyurarak onları konağına davet eder. Üstleri kapalı tabaklar önceden getirilip masalara konulmuştur. Timon, masalara yerleşilmeden önce konuklarına şunları söyler: Herkes sevgilisini öpmeye koşar gibi geçsin yerine. Hepiniz tıpatıp aynı şeyi yiyeceksiniz. Resmi ziyaretteymiş gibi yer seçmekle oyalanıp yemeği soğutmayın. Oturun, oturun!” “Atinalı Timon” oyunundan... (...) Yirmi kişilik bir toplantıda bir o kadar da alçak bulunsun her zaman. Bir sofraya oturan on iki kadının bir düzinesi o bildiğiniz soydan olsun! Ey tanrılar, ne kadar lanetiniz daha kaldıysa yağdırın Atina’nın senatörleri ve aşağılık çirkef sürüleri üstüne! İçlerindeki çamura boğun onları! Buradaki dostlarıma gelince, hiçe saydığım için hepsini, hiçlik dilerim hepsine sizden, buyursun hiç yesinler! Açın tabaklarınızı, köpekler, açın da yalayın! Tabaklar açılır, içlerinde sıcak su vardır yalnızca... Timon böylece “ağız dostları”nın, üstüne pul pul yapışan dalkavukluğundan kendini arındırmıştır. O günden sonra Atina’da kalmaz Timon. Gidip dağ başında bir mağarada yaşar. Ot yiyecek kadar yoksullaşmıştır. Bir gün topraktan kök çıkarıp yemek isterken bir altın gömüsüne rastlar. Ünlü tiradını o sırada söyler: Bu sarı köle dinleri yıkar da, yapar da; Cehennemliği cennetlik eder; Hırsızları baş köşelere oturtup Şanlar, şerefler, alkışlarla senatörler arasına sokar. Yıpranmış dullara koca bulduran budur; Hastaneyi, çıbanlı hastaları tiksindiren kadına Gül kokuları sürer, nisan güneşleri getirir bu! Haydi git adı batası çamur! Seni bütün insanlığın ortak orospusu seni! Yaşadığımız şu günlerin, Atina’nın ahlak çöküntüsüne uğradığı günlerden ne farkı var!.. G [email protected] Kayıt dışı yurttaş Enver Aysever O rta yaşlı bir adamla berberde yan yana tıraş oluyoruz. Beni bir yerlerden çıkarmaya çalışıyor belli. 1 Mayıs meselesi kimse için kapanmamış. Saçlarımı kesen genç adamla konuşmalarımıza kulak kabartıyor. Ardından jeton düşüyor. Skytürk’teki adamım ben... Hemen dalıyor konuya; “Enver bey ne diyorsun bu olaylar için?” Soruyla beni sınayacak, sonra kendi fikrini söyleyecek... Göz ucuyla bakıyorum. Soluk almakta zorluk çekiyor. Hayli kilolu, yağlı bir gövdesi var, seyrek saçları, dudaklarının iki yanından yarım ay seklinde dökülen bıyıkları hemen kim olduğunu fısıldıyor bana... “Devlet terörü” diyorum... Canı sıkılıyor bu yanıta. “Ben olsam bu sendikacıların hepsini daha açıklama yaptıkları gün içeri tıkardım. Yazık değil mi vatandaşa? Milletin işi gücü var, bu zibidilerle mi uğraşacaklar! Bunların topu PKK’lı!” diye bir anda kusuyor ağzındaki sözleri... İki seçenek var; ya kafamı çevireceğim ve içimden ‘ya sabır’ çekerek duymazdan geleceğim bu saldırgan sözleri, ya da ‘sen ne diyorsun kardeşim’ diye başlayan uzun, tükenmez ve belki yıllar boyu sürecek bir kavgayı anlatmaya çalışacağım adama! Bir gece önce televizyon programına bağlanan Esra’yı anımsıyorum. Dalmışım birden... 1 Mayıs sabahı heyecanla, bayram gününü kutlamak için en güzel elbiselerini giyerek düşüyor yollara Esra. Erkenden DİSK binasının önündeki yerini alıyor. Toplu taşıma araçlarındaki sıkış tıkış yolculuk canını sıkmıyor bu kez. Yaşı bu ‘İşçi Emekçi Bayramı’nı kutlamaya yetmemiş... Hoş şimdi yatalak olan anasının gençliğinde de ‘Bahar Bayramı’ olarak kutlanmış bu gün... Olsun diyor içinden, bu kez başaracağız, Taksim kapılarını bize aralayacak! Gülümseyen bakışlarıyla esnafa, sokaktan geçenlere, tanıdık tanımadık herkese içten bir “Günaydın” diyor... İlk biber gazı saldırısı, bu sevincini yarım bırakıyor. Genzi yanıyor, gözleri yaşlanıyor, halsiz, güçsüz yığılıyor... Çevreden yardım geliyor, bir bardak su içiyor... Fotoğraf: Vedat Arık Bayram sabahı olduğunu unutanları görüyor. Üç beş kişi bir araya gelince saldırıya uğruyorlar hemen... Esra bir tekstil atölyesinde işçi. 440 YTL kazanıyor. Sigortasız çalışıyor. İki oda bir gecekonduda oturuyorlar. Annesi kaç zamandır yatalak. Sendikalı değil, olamıyor. Yasal konumu buna engel... O kayıt dışı ekonominin parçası, o kayıt dışı bir yurttaş... 1 Mayıs’ın bayram olduğunu bildiği için atölye yerine, kutlama, direniş, mücadele meydanına geliyor. Bunu büyük bir doğallıkla yapıyor. Aklında en ufak bir kuşku yok. Alın terinin serüveni böyle... Türküler söylenecek, halaylar çekilecek, işçiler kol kola yürüyecekler, akşam eve gidince anacığına da anlatacak bu bayram gününü... Öyle olmuyor, olamıyor... İkinci büyük saldırıda polislerin arasında kalıyor. Coplar iniyor ensesine, ayaklar altında kalıyor, sürükleniyor, dövülüyor. Kaçmayı bilmediği için, polisle çatışma deneyimi olmadığı için... Objektifler, kameralar Esra’yı çekiyor. Ajanslar hemen görüntüleri geçiyorlar... Esra’nın yürek burkan dövülüşüne herkes tanık oluyor... Belki hasta yatağındaki annesi de! İnciniyor Esra. Birileri özür dilesin istiyor. Acılar içinde kıvranarak uyanıyor ertesi sabah. Atölyeye geliyor. Karşısına dikiliyor patronu. Belli ki görüntüleri izlemiş. Kinle, öfkeyle bakan gözlerinden kaçırıyor gözlerini Esra! Suçlu hissediyor kendini. Kayıt dışı yurttaş Esra... Hemen ilişkisi kesiliyor işyeriyle. Eline üç kuruş tutuşturuluyor... Çaresiz, yorgun ve yüreğindeki isyanı kime söyleyeceğini bilmeden bir kasaptan içeri giriyor. Annesinin pek sevdiği kırmızı etin kaç zamandır kapılarından girmediğini düşünerek veriyor siparişi... Bütün parası tükeniyor... Artık o işçi değil! İşsiz Esra! Yandaki adamın sinirli sesiyle kendime geliyorum. Hükümetten, kapıya dayanan ekonomik krizden şikâyet ediyor berberine. “Dünyaya bir daha mı geleceğim Allah aşkına. Sattım şirketin yarısını beş yüz bin dolara, şimdi kafam rahat” dediğini duyuyorum. “Enver bey sen ne diyorsun bu krize. Baksana büyüme düşecek, enflasyon artacak, döviz yükselecek, üretim daralacak söylentileri var. Sahi mi?” diye soruyor bana... Kayıt dışı insanların yaşadığı bir ülke büyür mü? İşsiz bir insan için enflasyonun ne olduğunun, dövizin nereye gittiğinin bir önemi var mıdır? Esra niçin 1 Mayıs sabahı dayak yer? Yandaki adamın gözlerine bakıyorum; “Bu kriz PKK’nın işidir, inanma” diyorum. Kayıt dışı yurttaş Esra… Birilerinin sana özür borcu var, biliyorum! G www.enveraysever.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle