Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 26 EKİM 2008 / SAYI 1179 7 Hocam, ne olacak bu Türkiye’nin hali? Erkekler tokatlanmak istiyor... Bir kez evlendim, 1976’da. Doğurmadım, doğurmak istemedim. O dönemde çocuk doğurmak bana güvensiz geldi ama hiç şikâyetçi olmadım. Bir kez de âşık oldum. Erkekler küçük iktidar alanlarında kendilerini kral zannediyor ve bütün dünyayı yönettiklerini zannediyorlar. Benim anlamadığım şey şu, anaları karıları tarafından yönetilmek, hem de arada sırada kendilerine özgürlük alanları açıp bir hava alıp gelmek istiyorlar. Bence erkeklerin bütün sıkıntısı burada. Erkekler beni önce korkutucu buldular, korkmamaları gerektiği zaman da (ben de yemek yapar, sofra kurarmışım) büyü bozuldu ve gittiler. Meğerse onlar tokatlanmak, hırpalanmak istiyorlarmış ama insan ancak birisine kırıldığı, kendisine zarar verdiği zaman hırpalar, durup dururken neden hırpalasın. Kaldı ki ben ne sadistim ne de mazoşistim. Paylaşımdan yanayım. G Asıl Cumhuriyet kuşağı biziz... Osmanlının son kuşağından bir babaanne, 1936 doğumlu bir anne… Ben ikisinin yarattığı çocuktum ve Cumhuriyet’in ilk kuşağı asıl bizdik. 1945 doğumlular on yaşına geldiğinde Demokrat Parti’nin birinci dönemi bitmek üzereydi. IMF Türkiye’ye gelmişti, dış yardımlarla tarımda makineleşme, sanayileşme yaşanıyor, köyler taşı toprağı altın diye İstanbul’a göç ediyor, paralar inşaata kayıyordu. Yeni bir dünyayla karşılaşan bu kuşak on beşlerine geldiğinde 1960 ihtilali yaşandı, 1961 Anayasası bir özgürlük alanı yarattı, sendikalar kuruldu, grev hakkı kullanıldı, hem işçi hem öğrenci kesimi bilinçlendi. Lümpenlikten çıkmaya çalışan bir orta kesim oluşmaya başladı. Bu kapitalist sistem için hiç de iyi bir örnek değildi, diğer az gelişmiş ülkeleri, Filistin, Mısır, Pakistan, Hindistan, Vietnam’ı etkileyebilirdi. Bunlar birbirine örnek olduğunda tehlike büyürdü. Dahası Şili’de Allende vardı, Yunanistan’da Albaylar Cuntası yaşanıyordu. 68’lilerin kalanlarına saygısızlık etmek istemem ama gidenlerine bir bakalım, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve diğerleri gerçeği görmüş, bugün olabilecekleri söyleyip yazmışlardı. Bu yüzden onları yok ettiler. Sonra da kahramansız kuşaklar geldi. Bir kuşağın kahramanları yoksa unutulmaları çok kolay. Bizim kuşağımıza, içlerine 78’lileri de katıyorum, romantik denilmesine itirazım var. Her şey çok gerçekti. Romantikliği unutturmak ve önemsizleştirmek için kullanıyorlar. Ölen arkadaşının parkasını giymenin neresi romantik? G Remo Salvadori’nin İstanbul deneyimi... Deniz Ülkütekin er şeyi sakin ve tadını çıkararak yapmalıyız. Remo Salvadori, bu sözcükleri, fotoğraf çekmek için acele etmememiz gerektiğini anlatırken kullanıyordu, ama bu aynı zamanda onun sanata bakışının ve felsefesinin önemli bir parçası. O kesinlikle medyayla birlikte büyüyen sanatçılardan değil, yapıtları her zaman kendisinin önünde. Bunda eğitmen özelliklerinin payı da büyük. Avrupa Kültür Başkenti Projesi kapsamında İstanbul’a yaptığı ziyaret de kendi deyişiyle, buradaki genç sanatçılarla paylaşacağı deneyimler açısından önemli. Deneyim sözcüğü Salvadori’nin sözlüğünde önemli bir yere sahip. Anlık düşüncenin dışına çıkarak etrafta olup bitenleri anlamak için sonsuz bir isteği var. Bu yüzden İstanbul’da yeni bir kentte geçirdiği ilk saatleri onun için bulunmaz bir fırsat. “İstanbul, çağıran, davet eden ve içine alan bir kent. Bu zamana kadar bana anlatılan İstanbul’un dışına çıkıyorum ve kendi kentimi arıyorum.” Salvadori, kendi sanatı hakkında konuşmayı pek sevmiyor, şimdinin özgün halini ve kendi gözlemlerini paylaşmayı tercih ediyor. Ancak kurduğu her cümlede var olan bakış açısının eserlerine yansıdığını düşünmemek olanaksız. İstanbul’da karşılaştığı insanlar ve gözüne çarpan karakterler için “Şimdiye kadar burada gerçek insanlarla karşılaştığımı söyleyebilirim” diyor. Gerçek derken kastettiği rutinin dışına çıkabilen kişilikler ve O’na göre bu sanat için olmazsa olmaz bir koşul. Yirminci yüzyılda literatürde önemli yer tutan İtalyan sanatında bıraktığı eserlerle öncü isimler arasında yer alan Remo Salvadori, Herkes tedirgin, krizin nereye varacağını öngörmeye çalışıyor. Oysa Prof. Türkel Minibaş, yıllar önce krizin geldiğinden söz etmiş, uyarmış, sorumluluğunu yerine getirmişti. Kendimize ve size bir iyilik yaptık, krizden az, hayattan, peşinden koşulan hayallerden, aşktan, erkeklerden, kadınlardan, evliliklerden çok konuştuk... Elbette politikadan da. İşte karanlık tabloya rağmen iyimserliğini koruyan Türkel Minibaş ve anlattıkları... Berat Günçıkan Fotoğraf: Uğur Demir H Dünyanın bütün kadınları cadılaşın! Globalizmle birlikte gelen esnek üretim tarzı kadınları çok tehlikeli bir yere getiriyor. Ben buna “Rapunzel kulesine geri dönmek” diyorum. Esnek üretim, emek maliyetlerini düşürüp, üretim saatlerini daha fazlaya çeken, sendikasız, sigortasız bir çalışma biçimi. Esnek üretimle birlikte özel sigortalar cazip hale getirildi ve kadınlar içlerinde her zaman taşıdıkları iç acısıyla davrandılar. Bu acı, çocuklarıyla yeterince ilgilenememekti. Şimdi çalışmayan kadınların çocukları da yuvaya gidiyor ama kadın zannediyor ki evde olduğu zaman kendisine daha fazla vakit ayıracak, evinden çalışırsa daha mutlu olacak. Böylece evler home ofise dönüştü, ama üretim araçlarını bilgisayarı, cep telefonunu kadın kendisi satın aldı. Ev kazaya en müsait alanlardan birisi ama sigortası yok. Çalıştığı saatler tamamen işveren tarafından bloke ediliyor. Yani yeni bir köleleşme döneminin içine giriliyor. Kadın bu kez bunu özgür iradesiyle yaptı, onun için “Rapunzel kulesi” diyorum. Burada kadınlara çok zor bir iş düşüyor, üç maymunu reddetmek. Bence kadın cadı günlerine geri dönmeli. O simyayı yeniden yaratmalı ve bu seferki simya altın değil yeni çağda yeni kadın ve erkeğin nasıl yaşayacağı olmalı. Hayatım boyunca herkes bana “cadı” dedi, üniversitede hocalar arkamdan “cadı” diye bağırırdı. Bundan hiç rahatsız olmadım ve şimdi cadılığın ince akıl, zekâ ve yaratıcılık yanları olduğunu biliyorum. G kendi anlayışını, “her sanatçının bir sözlüğü vardır” diyerek özetliyor. “Ben de İstanbul için bir kelime bulacağım.” Onun sözlüğünde deneyim ve gözlem sık kullanılan kelimeler. İstanbul’da paylaşacağı birikimler, yapacağı atölye çalışmaları da bu iki kelime üzerinde şekillenecek ve sonunda giderken bırakacağı eser, burada geçirdiği zamanın bir yansıması olacak. Aslında her kentin kendine özgü bir kültürü ve bu kültürü yansıtan bir tarzı olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden Salvadori’nin de dediği gibi İstanbul’a bırakacağı yapıtın kalıcı olması için buradaki hayatın bir parçası olmasıyla ilglili. “Umarım genç sanatçılarla paylaşacağım deneyim, burası için aradığım sözcüğü bulmama yardımcı olur” diyor. Atölye çalışmalarının bir öğretme öğrenme ilişkisi olmayacağının da altını çiziyor. Sanatçı, insanların, hissettiklerini dile getirmek için hangi aracı kullanacağına kendilerinin karar vereceğini söylüyor. “Hissettiklerini fotoğraf ya da müzikle dile getirmek isteyenler bu araçları kullanacak yani herkes kendi işini yapacak. Belki birisi mekânı ve yaşanan olayları fotoğraflayacak ve ortak deneyimimize bu şekilde yardımcı olacak. Asıl önemli olan nokta bu. Senin yazdıkların da bizim işimize dahil olduğun anlamına gelir.” Eşiyle birlikte yaptığı İstanbul ziyareti, Salvadori’nin sanatında yeni açılımlara vesile olur mu bilinmez, ama kendisiyle bir şeyler paylaşacaklar için gerçekten bulunmaz bir deneyim olacağı açık. Çünkü o uzaktan bakan, fikirleri kişiliğinin önünde giden biri değil. Tıpkı yapıtları gibi kentin sokaklarında yürümeyi, o sırada gördüklerini paylaşmayı ve karşısındakini dinlemeyi seviyor. “Benim için önemli olan, paylaşımımız sonucunda insanların ortaya kendilerine ait bir şeyler çıkarması” diyor. G Remo Salvadori sözlüğünde yer alan en önemli iki kelime deneyim ve gözlem. İtalyan Sanatçı, İstanbul deneyimini de kendi sanat bakışıyla değerlendiriyor, İstanbul 2010’un Görsel Sanat Yönetmenliği’ni üstlenen Beral Madra da, koşullarını, sanatın gerçeğini bürokrasiye kabul ettirmesini, yani o zorlu süreci anlatıyor... Türkel Minibaş, Fatih Şehir Tiyatroları’nda, sahnede... Ekonomik krize dair... Krizin Türkiye’de Avrupa ülkeleri kadar yoğun yaşayacağını zannetmiyorum. Zaten yoksullukla yaşamaya alışmış bir ülkeyiz. Ancak özellikle otomotiv ve tekstilde büyük işsizlik yaşanacak. Bu krizin çıkacağını biliyorduk, yıllar öncesinde yazdım, çünkü krizler bir an da ortaya çıkmaz. 2000’den beri Paris’e gidip geliyor, kahvelerdeki erkeklerin sayısının arttığını görüyordum. Eğer kahvelerde erkeklerin sayısı artıyorsa bilin ki kriz vardır. Paris’te başlamışsa demek ki Avrupa’da büyük bir kriz görülmek üzereydi… Öyle de oldu, şu anda onu yaşıyoruz. Kriz hükümet yardımlarıyla geçici olarak önlenebilir ama uzun süreli önlenmesinin çok mümkün olduğunu düşünmüyorum. 1929’da da benzer yöntemler uygulanmıştı. Kapitalizm krizlerini savaşlarla çözer. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra akıllandılar, şimdi birbirlerinin yerine kendilerinden olmayanları öldürüyorlar. Bu bir dünya savaşı ve interlandı geniş, Ortadoğu, Kafkasya, Afganistan, Hindistan, Pakistan, Kuzey Afrika, Balkanlar, Türkiye… Çünkü buralarda ucuz ve bol, yeterince kullanılamayan ve kapitalist sistemin ihtiyaç duyduğu kaynaklar var. Türkiye’nin eskisi gibi rahat olmasını engelleyen ise uluslararası güçlerin, emeğin fiyatını baskı altında tutmayı sağlayan askeri darbeleri artık istememesi. Onlar askerin gücünü “dışarıda” kullanmasını istiyorlar. Bunu da içeride sendikasız, toplu sözleşmesiz, sosyal güvenliksiz çalışmaya hazır “rıza toplumu” yaratarak sağlıyorlar. G Üniversite öğrencisi Minibaş, arkadaşlarıyla... Türkel Minibaş, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ndeki öğrencileriyle birlikte... Ders notlarından... 12 Eylül’ün bu kadar vahşi olması ve bütün kesimlere saldırarak, korku salmasının nedeni insanları küçük oyuncaklarla oynamaya sürüklemekti. Shetland kazaklarla kendilerini özel, neskafeyle Batılı hissetmelerini, Marlboro sigarayla da statü atladıklarını sanmalarını istediler. Öyle de oldu. İş adamı da amele de cebine aynı sigarayı koyuyordu, amele kendini eşit sanıyordu ama işadamı ona kızını vermiyordu, o ayrı mesele... İnsanlar yüksek faizden aldıkları üç beş kuruşla yeni alışkanlıklar, zevkler edindi. Mesela sokakta yemek 80 sonrasına aittir. 12 Eylül politikasının ikinci ayağı dışa dönük sanayi stratejileri, ihracat yapmaktı. Peki, ne satacaksınız, ürettiğiniz beş kalem mal, portakal, fındık, üzüm, çay, tekstil. O zaman tekstil fabrikaları, büyük atölyeler kuruldu, kadınlar birdenbire sokağa çıkmaya, bir önceki mahalleye gitmesi izne tabiyken çalışmaya ya da eve iş almaya başladı. Evde gelirler arttı ve sonunda toplum çocuğu ölmesin, kocası, nişanlısı, karısı evine sağ salim gelsin diye, üç maymunu tercih etti. Üç maymunu da bir kez oynamaya başladınız mı bunun geri dönüşü yoktur. Çünkü üç maymun da politik bir duruştur. Bu yıllarda doğmuş çocuklar kayıp kuşak olarak nitelendirildi, aslında kayıp olan anneleri ve babalarıydı. Kendileri kayıp olmayı tercih etmişlerdi, bu bir suçlama değil, o baskı rejimi altında başka ne yapabilirlerdi? Ama “aman okumasın, bilmesin, öğrenmesin” tercihini yaptıktan sonra çocuğunuzu suçlayamazsınız. Üç maymun olan kendinizsiniz. G Remo Salvadori ve Beral Madra. Fotoğraf: Vedat Arık Resmi söylemin sanatı yapılmayacak... İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Projesi’nde başlarda yaşanan sıkıntılar sonrası projeden çekilen Beral Madra, şimdi Görsel Sanat Yönetmeni olarak görev yapıyor. Madra ile proje dahilindeki hedeflerini ve işlerin rayına oturma sürecini konuştuk. Avrupa Kültür Başkenti Projesi’nde yer almaya nasıl karar verdiniz? Daha iki sene önce birtakım tanışma toplantıları yapıldı, ben de davet edildim. Fakat, herhangi bir sonuç çıkmadı ve geri çekildim. Geçen yıl ise doğrudan İstanbul 2010’da Görsel Sanat Yönetmeni olmam teklif edildi. Ben de koşulları öğrendim, koşullar içerik açısından bana gerçek anlamda yetkiler veriyor. Şuna inandım ki; sanatın iç meselelerine karışılmayacak. Resmi bir söylemin görseliğinin yansımayacağına ikna oldum. Burası yarı özel sektör yarı resmi bir kurum ve aslında çok da içinde bulunmak isteyeceğim bir durum değil. İlk başta içerikle ilgili sorunlar var mıydı? Tabii bazı sorunlar vardı. İstanbul 2010’da neye yatırım yapılacağının ayırdına varılmamıştı. Kamu parası nasıl kullanılacak ve sonuçları ne olacaktı? O sırada buna odaklanmayı engelleyen bir yapı vardı. Zaten iki eleştiri yazısı yazdım, sonrasında danışma kurullarında yer almayacağımı düşündüm. Buraya çağrıldığımda ise geçmişim ve bakış açım belliydi. Eğer benim pozisyonumdaki biri çağrılıyorsa, koşullarımın baştan kabul edildiğini var sayıyorum. Avrupa Kültür Başkenti prozesi genel anlamda bakıldığında kentsel ve mimari açıdan büyük eleştiriler de alıyor. Bu eleştirilerden sonra projenin içinde yer almaktan rahatsızlık duydunuz mu? Türkiye şu anda AB’ye dahil olma sürecini çok ağır koşullarda yaşıyor, bunu hiç sindiremeyen bir kitle var, bir de bunu olmazsa olmaz koşul olarak görenler. Bunların arasında da müthiş bir kopukluk var. Arkalarındaki siyasal yapıları konuşmayalım, çünkü konumuz bu değil. Ancak bu ülkenin demokrasisinin de AB standartlarına yaklaşması gerekiyor. Bir şekilde bu seçeneği kullanmalıyız. Doğu ve Güneydoğumuzdaki ülkeler de bizi bir seçenek olarak görüyor. Şimdi çok gerçekçi olalım, İstanbul 2010 etkinliği bu kenti kurtaramaz ama başka bir bilinç yaratabilir. Avrupa Kültür Başkenti, ülkedeki bazı ilerici düşünen insanların önlerine koyduğu bir proje ve bunu kitleye kabul ettirmeye çalışmışlar. İnsanlar bu konuda biraz bilinçlendi, ayrıca büyük yönetim de buna onay verdi. Şimdi herkes, STK’ler, üniversiteler, bu ülkede üretici, yaratıcı olan tüm kadroların bu işe biraz olumlu bakması gerekiyor. İstanbul 2010’daki hedefleriniz neler? Projenin Görsel Sanat Yönetmeni olarak ilkelerim var, ama bu ilkeleri tek başıma gerçekleştirmedim, kendi alanlarında çok önemli sanatçılarla birlikte hareket ediyorum. 2010 sonuna kadar Avrupa’da isim yapmış on sanatçıyı İstanbul’a getirmeyi hedefliyoruz, Remo Salvodori bunların ilki. Bu sanatçılar, gençlerle, entelektüellerle konuşup, çalışıp birtakım üretimler bırakacaklar. Bugünkü gençlik, 20. yüzyıla iz bırakmış sanatçıları beş on sene sonra göremeyecek, dolayısıyla gelen sanatçılarda bir yaş dilimi var. Fatih Belediyesi, bize son derece piktoresk bir alanda çok güzel bir bina tahsis etti. Aralık’ta açılışı yapacağız. Her türlü sanatsal üretim burada gerçekleşecek. Remo Salvadori kendine has bakış açısı olan bir isim. Kendisini projeye dahil etmenizde bunun etkisi ne kadardı? İtalya, yetmişler ve seksenlerde çağdaş sanat açısından yükselen değerdi. Önce artopoera ardından transavanguardia gibi iki büyük akım ortaya çıktı. Bugün Türkiye’deki üretimde bu akımların etkilerini görebiliriz. Remo Salvadori, çizgi dışı bir sanatçı, medyanın yarattığı yıldızlardan biri değil. Felsefesi ve derinliği olan bir sanatçı. Aynı zamanda çok özel “workshop”lar yapan bir eğitimci. G Annesi nikâhta gelinlik giymeyi reddetmişti... 1. Sayfanın devamı B urada soluklanıp Ali Bey ile mahdumu İhsan Bey’i anlatalım ve onları çevreleyen kadınları… Çünkü Türkel’i Türkel yapan bu adamlar, daha çok da kadınlar… Babaanne İstanbul’un zenginlerinden Baklavacı Hacı Baba’nın küçük kızı Emine. Ablaları boylu poslu, şişman, ama o zayıf ve uzun boylu, bu yüzden babasının gözünde çirkin ördek yavrusu. Diğer kızlarını zengin, tanınmış ailelere verirken, Emine için koca olarak bir memuru, Ali Bey’i seçiyor. Nedenini de yüzüne söylüyor: İki çıplak bir hamama yakışır. Canı çok acıyor Emine’nin ama direnmiyor, susuyor. Öfkesini oğullarına saklıyor, onlara kapris yapıyor, Türkel’in annesini kız doğurdu diye cezalandırıyor. Bu yüzden olmalı İhsan Bey, daha doğar doğmaz İngilizce sözlük Redhause hediye ettiği kızının saçını ilkokula kadar hep kısa kestiriyor. Türkel hep pantolon giyiyor, bebeklerle oynamaktansa kitapların arasına gömülüyor, yakın zamanlara kadar taşıdığı bir kitap dükkânı açma hayali kuruyor… “Bu hayali, çok kitap gördüm, çok kitap okudum diye bilinçli olarak kurduğumu hiç sanmıyorum” diyor Türkel Minibaş “dibinde o gün için erkeklere ait olan işleri yapma isteği vardı”… Ankaralı anneannenin Türkel üzerindeki etkisi silik. Tipik bir kadın, terliği de dahil evin bütün nevalesini kocası alan, o öldüğünde ne yapacağını şaşıran, ud çalan, idadi (lise) mezunu bir kadın. Kocası Nuri Uzunefe, İstiklal Savaşı gazisi. “Ev mi madalya mı” diye sorulduğunda “madalya” diyecek kadar “hesapsız”. Bu yüzden o ölünce hayatları altüst oluyor, evde para eden ne varsa, elyazması kitaplar dahil satılıyor. Her şey tükenince çocuklarını alıp Edirne’ye, kardeşinin yanına yerleşiyor. Çankaya’da doğan, keman dersleriyle büyüyen, evlerinin hemen yanındaki Pembe Köşk’ün ev sahibi İsmet İnönü’yle her sabah günaydınlaşan Nurten bu yeni şehre alışmakta zorlanmıyor. Minibaş’ın annesi Nurten Hanım’la babası İhsan Bey de işte bu kentte tanışıyor. Göçmen kampı nedeniyle Edirne’de bulunan Ali Bey’e hukuk fakültesi öğrencisi, karaciğerinden hasta, dinlenmeye ihtiyacı olan oğlu İhsan Bey eşlik ediyor. O gün Edirneli lise öğrencileri kampı ziyaret ediyor. Soğuktan titreyen bir göçmen çocuğa sırtındaki yeni kazağını çıkarıp veren Nurten, İhsan Bey’in gözünden kaçmıyor. Türkel’e göre aşk sanılan bu ilgi evlilikle sonuçlanıyor ve yeni aile adres olarak İstanbul’u seçiyor. Nurten’in çeyizinin demirbaşı kitaplar, ama ille de Auguste Bebel’in “Kadın ve Sosyalizm”i. Kitap, hiç de alışık olunmayan bir ilişki yaşanacağının ipuçlarını veriyor. Türkel 1953’te, Fatih’te doğuyor. Kendi tanımıyla İstanbul’da kütüphaneli bir evde doğup büyüyen ayrıcalıklı çocuklardan. Bir ayrıcalığı da erkek kardeşiyle eşit tutulması ve kendi kararlarını verebilme hakkı. Bir çocuk için ağır bir yük bu, çünkü karar vermek sorumluluğu da üstlenmek demek. Babaannesinin kırık öyküsünü annesi tamir ediyor, her konuda eşiyle tartışarak, eşitlik hakkını kullanarak, kızını yönlendirerek. Tartışılan konu ne olursa olsun, çocukların eğitimi, politika, eve Yeni gençliğe dair... Umutsuz değilim. Geçmişi merak edip okuyan, dans eden, müzik aleti çalan, politik meseleleri takip eden yeni kuşak bana umut veriyor. Öyle sokaklara çıkıp bağırmıyorlar, güçlerini istasyonda düdüklerini öttüren şimendiferler gibi harcamıyorlar ama daha kalıcı şeyler yapıyorlar. Tuzla tersanesiyle de Başıbüyük’le de ilgililer. Bu kıpırtılar beni heyecanlandırıyor. Sosyal forumlara giden gençlere de bakıyorum, ama şunu söylemeliyim, bu işler böyle panayır gibi olmaz. Bir düzlem olması gerekir, o düzlemde partidir. Partiler ve gençlik örgütleri olmadığı, o gençlik örgütleri de kendi aralarında iletişim kurmadıkları ve analizlerini sınıfsal konumlar üzerinden oturtmadıkları sürece yol alınamaz. G alınacak bir eşya, bir işin yapılması, sonuna kadar direniyor Nurten Hanım. Türkel ondan “İnandığın şeyi sonuna kadar savunacaksın”ı öğreniyor. Yine de babasının “erkek kız” yetiştirme hissine, bir ordunun içine salarım, hiçbir şey olmaz, düşüncesine koşulsuz yanıt veriyor ta ki 1920 yaşlarına kadar. Bir gün “Sapık mıyım ben” diye soruyor “Ne eksiğim var”? Bu cümle kadınlık rüştünün de ispatı. Şimdi uzun kırmızı ojeli tırnaklarına, mini eteklerine söz söylemeye kalkışan kardeşi Ali Bahadır’a da önce babası karşı çıkıyor… 27 Mayıs günü, ilkokul birinci sınıf öğrencisi Türkel, elinde bayrak, “Olur mu böyle olur mu” diye dolaşıyor sokaklarda. Politikadan uzak değil, evdeki bütün tartışmalarda kulak kabartıyor, dinliyor öğreniyor. Soluklandığı tek yer Fatih semt kütüphanesi, durmadan okuyor. Bir yıl sonra öğretmeni “Gazetelerden beğendiğiniz haber ve fotoğrafları kesin” dediğinde, o hükümetle ilgili haberlerden bir kolaj yapıyor. 12 Mart’a üniversite birinci sınıfta, Galatasaray İşletme’de yakalanıyor. Deniz Gezmişler’in asıldığını haber veren gazeteleri almaya ne o ne arkadaşları cesaret edebiliyor, aralarında en “normal” görünümlü birini, devrimcilikle ilgisi olmayan Kemal’i göndermeleri bir utanç olarak belleğine kazınıyor. Birkaç yıl sonra bir kez daha sokağı kullanıyor, bu kez devlet üniversitelerinde özel üniversite statüsünün uygulanmasına karşı çıkıyor, hocalarından teksir değil kitap istiyor, boykotlara katılıyor. Üniversite bitip de bursla Amerika’ya gittiğinde de politikadan uzak durmuyor, anne ve babasının gönderdiği Cumhuriyet kupürlerinden izliyor Türkiye’de olup biteni. Kendisine iki gelecek biçiyor, biri profesör olmak, diğeri Cumhuriyet’te köşe yazarlığı yapmak… İkisini de gerçekleştiriyor. Profesörlüğü isteme nedeni kariyer değil, sözünü dinletebilme arzusu. Bu arzu, yetmişli yıllarda politikaya dair görüşlerini anlatmaya çalıştığında kendisinden beklenenin cam silmek ya da bilet satmak olduğunu görmekten çıkıyor. Öğrencilerinin gözünde o iyi ders anlatan, pratikle teoriyi birleştirme becerisine ve öngörüye sahip bir hoca. En önemlisi de bakımlı. O kendisi için süslenen kadınlardan, gece yarısı kalkıyor, makyajını yapıyor, ya bir kitap alıyor eline ya bir film izliyor. Hastalığına rağmen bu bakımlı halini koruyor ve neşeden vazgeçmiyor. Bu bakımlı hali okurlarını da şaşırtıyor, isminden ve yazılarının “sert”liğinden bir erkek beyninin ürünü düşünceleri okuduklarına inananlar, bir yerlerde kendisiyle ya da fotoğrafıyla karşılaştıklarında “Aaa kadınmış” sözünü döküyor ağzından “Hem de gülüyor”. Tiyatro mu? Fakültede tiyatro kulübü kurarak yatıştırdığı arzuyu şimdi Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde tiyatroyu anlatarak sürdürüyor. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nde de kız çocuklarının eğitimi için çaba harcıyor, elbette aralarında tiyatroya sevdalananları da çıkıyor. Yazımıza “Cesur mu, deli mi” diye sorarak başlamıştık. Yanıtı deliliği akıl hastalığından ayrı tutarak Türkel Minibaş veriyor: “Her deli cesur olmaz, deliler korkak da olabilirler. Delilikte yaratıcılık, öteyi görebilmek vardır, ama cesur bir deli bunların hepsini bir araya getirerek analiz yapandır… ” G C M Y B C MY B