Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8 2 EYLÜL 2007 / SAYI 1119 EN İYİYİ KOVALAMAK dealizm için bir marş seçmek gerekseydi John Lennon’ın Imagine’i olurdu bu hiç kuşkusuz. “Hayal et tüm insanların / bu gün için yaşadığını (...) / hayatı barış içinde yaşadığını (...) / mülkiyetin olmadığını hayal et”... Piyanoyu duyuyorsunuz, ilk notalardan itibaren yüreğiniz çarpmaya başlıyor mu? Aşkın, vicdanın, insanlığın ilerlemesinin gücüne inananlar kulübüne hoşgeldiniz. Bunun tersine, bu denli naiflik karşısında gülümsemekten alakoyamıyor musunuz kendinizi? Olağandır, gerçeklik aklınızdan çıkmıyordur hiç. Hayallerimiz ve kesinkes inanmışlığımız ne olursa olsun, iyi gitmiyor dünya. Gene de, gezegene saygı, barışseverlik, özgür aşk, insanlar arası eşitlik gibi bir zamanlar ütopyacıların düşlediği tüm bu düşünceler, çevremizdeki en bayağı gerçeklik içinde hayat bulmuyorlar mı? Kişisel hayatımızda da, yönelimimizi bulmak, partnerimizi sevmek, dünyaya çocuklar getirmek için, temiz düşünceler ve daha iyi bir gelecek vizyonu geliştirmek gereksinimi içinde değil miyiz? PAZARIN PENCERESİNDEN İ ÜLKÜYÜ TANIMLAMAK ZORDUR Çoğu kez, ülkümüzün ne olduğunu bilmek için durup iki kez düşünmemiz gerekir. İlk başta saf fantezilerle –çalışmadan yaşamak ya da en güzel insan olmak örneğin doyurulmamış arzularımızdan doğan senaryolar birbiriyle iç içedirler. Ülkümüz imgelemimizde yaptığımız yolculuklardan başka bir şey olmayan düşlerimizle de benzeşebilir. Ülküden söz etmek gerektiğinde, çoğu kez “hoşgörü” ya da “uyum” gibi belirsiz kavramlarla mutlu olmak en kolayıdır. Oysa “değerlere” gönderme yapıyoruzdur. İçinde yüzdüğümüz aile kalıtımı gibi bizi çevreleyen kültürden doğmaktadır ülküler. Çoğu kez çoğuldurlar bunlar: “dayanışma” ya da “laikliği” öven biri, aynı heybede “kardeşlik” ya da “eşitliği” de taşır... Bu yüzden, başkalarıyla paylaşılan birçok değere bağlıdırlar. Bunun bizi ülkümüze bağlayan kendi seçmiş olduğumuz tutkulu bağla hiç ilgisi yoktur. Anımsayın: “İşte bu benim arayışım / Yıldızın peşinden gitmek” diyordu Jacques Brel. Bir yanda gerçeklik vardır, bir yanda da gündelik olarak yaşamak istediğimiz güzel düşünceler. Bu iki düzlem arasında kalmış olarak –gökyüzüyle yeryüzü arasında gibi zaman zaman yoksunluk, cesaretsizlik ve hatta öfke duyarız. Daha iyi bir dünya ya da yaşam düşlerimiz olmasa ne olurduk? Salt yaşamını idameyle meşgul organizmalar, hayvanlar mı? Gaston Bachelard “Yeterince gerçekleştirebilmek için, bol bol düşlemek gerekir” demişti. mak için başvurduğu muzır ve çocuksu yöntemler böyledir. Nelson Mandela ya da şarkıcı Bono “Afrika’yı iyileştirmek” için farklı ama birbirini bütünleyen yollar seçmişlerdir. Mutlu aileler kurmak isteyen Bay X ve Bayan Y, buna ulaşmak için kendi özgün parkurlarında koşarlar: Eğer medyanın ya da reklamların yaydığı normlara boyun eğmiyorlar ve bunlardan hoşnut değillerse... Arzularımızla atbaşı gittiği için ülkümüz bizim akla sığmazlığımızı açığa vurur. lik sözcükleri gibi... İlerlemek için, dörtnala koşan bir binek hayvanının eğerindeymişiz gibi ülkümüzün üstündeyken, tam tersine sınırları, gölgedeki bölümleri görmek gerekir. Eğer, düşünce biçimlerimiz nüanstan yoksun olursa, bir tür melek gibi olmak riski doğar: Tüm insanların eksiksiz, nazik olduğuna inanılır. Bu aynı zamanda insana özgü öfkelenme ya da gücenme gereksinimini de yadsımaktır. Birçok idealist gerçeği karşı koymaksızın benimsemişlerdir. Hatta bunun umutlarının güçlenmesine yardımcı olduğunu söylerler. Kavafis’in “İthaka’ya Yolculuk” şiiri bir ideal kılavuzu sunar sanki. Ulysses’e hitaben yazılmıştır ama, en iyiyi kovalayan herkese seslenir : “Hiç aklından çıkarma Ithaka’yı / Oraya varmak senin başlıca yazgın. (...) Yol boyunca kazandığın bunca şeylerle zengin, / Ithaka’nın sana zenginlik vermesini ummadan. / O olmasa, yola çıkamayacaktın. / Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka / Onu yoksul buluyorsan aldanmış sanma kendini. / Geçtiğin bunca deneyden sonra öyle bilgeleştin ki / Artık elbette biliyorsundur ne anlama geldiğini Ithaka’ların.” (çev: Cevat Çapan) Belki ülkümüz ile de böyledir: Bize sunduğu serüvende, ülkümüz bir yolculuk olarak görülmelidir. Öyleyse, ne varılacak yer, ne de amaçtır önemli olan, ülkü uğruna kat edilen yoldur... ? Psychologies’ten çeviren: EMRE ÇAĞATAY Zırva Opera Konuları Selçuk Erez “Cumhurbaşkanı” kelimesi bana tuhaf şeyler çağrıştırıyor. Bunlardan biri de “opera”! Bir tür “içgözlem” yapıp nedenini anlamak istedim: Bu çağrışım, acaba İkinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın konserlerini kaçırmadığını bildiğimden mi kaynaklanıyor? Yoksa Çin Cumhurbaşkanı Jiang Zemin’in, 2000 yılında Demirel’e misafirken kalkıp “O Sole Mio” söyleyecek, hatta piyanisti uyarıp, kendisine “Si bemol” ile refakat etmesini isteyecek kadar Batı müziği meraklısı olduğunu anımsadığımdan mıdır? Çinli Cumhurbaşkanı bu konserinin ardından opera sanatçımız Hakan Aysev ile düet yapmıştı.. Emin değilim ! “Opera” konularının çoğunun fazlasıyla saçma olduğundan olabilir… Richard Strauss’unkiler özellikle zırvadırlar. Der Rosenkavalier (Gül Şövalyesi) bunların âlâsıdır: Octavian olarak bilinen kontun biri, Prenses Marie Therese von Werdenberg yani Marşalin adlı yaşlanmakta olan asil bir kadının sevgilisidir. Günün birinde Marşalin’in yeğeni Baron Ochs (Almanca öküz demektir) denen biri çıkar gelir. Bu adam, “Sophie von Faninal” adlı kızı “Bana yapın; onu illa isterim!” diye tutturur. Sophie’yi tavlamağa aday olan Baron, bu konuda öyle saçmalar, işi yüzüne gözüne öyle bulaştırır ki şansını yitirir. Mesela, arada kadın kıyafetine girmiş olan Octavian’ı domestik kız sanar, sarkıntılık eder. ÜLKÜMÜZ BİZİ TANIMLAR Ülkümüzü ararken ve ülkümüz üzerine kendimizi sorgularken kendi kendimizin başka boyutlarına ulaşırız. Ülkümüz yaşamımıza bir renk ve özel bir anlam verir. Çünkü herkes kendi bildiğince arı ve soylu düşünceler indirir “gökyüzünden”. JeanPierre Jeunet’nin “Amelie”sinin başkalarının yaşamına daha fazla mutluluk kat ÜLKÜMÜZ HAKİKİ OLANLA İLİŞKİLİ Şiirsel bir vizyon olarak korunduğunda, ülkümüzün bir ağırlığı olmalıdır. Bazılarınca hep büyük harfle yazılan güzellik, erdem, gerçek Jiang Zeun ve Hakan Aysev. Octavian ordan kaçar ve bir süre sonra Sophie’ye gül götürecek şövalye olarak kendisinin atandığını öğrenir. Ancak bu ara Sophie’ye âşık olmuş ve asıl kendisinin aday olması gerektiğini düşünmeye başlamıştır. Sophie de zaten Ochs‘a yani Öküz’e teşne değildir... Sophie, önünde sonunda “Gül”lüye nasip olur... Ochs ise erişemediği nesneye uzaktan, içinin burkulduğunu kimseye çaktırmamağa çalışarak bakakalır. Ne saçma şeyler bunlar! Oysa eski operalar böyle olmayacak kimselerin hikâyelerini anlatmazlardı; onlar tanrıların ve kahramanların destanlarını terennüm ederlerdi. Ancak, zamanla operaya rağbet azaldı… Buna çare arayanlardan Giovanni Battista Pergolesi, 1733’te kahramanlara ve kahramanlıklara boş verip gününün skandallarından birini konu edinen bir opera üretti : “La Serva Padrona” başlıklı bu opera o günlerin “reyting” rekorlarını kırmıştı... Bu tutunca, böyle devrin skandallarını konu edinen operalar yazılmağa başlandı ve bu günlere gelindi. Şimdi gençlere “Hadi operaya gidelim” dediğimizde, “Aman ne yapacağız?” diyorlar. Nedenmiş? Bir kere bilmedikleri yabancı dillerde oynanıyormuş, sonra çok uzun sürüyormuş, bu yetmezmiş gibi on beş dakikalık ara, tuvalet kuyruğunda geçiyormuş, sanatçıların çoğu da şişmanmış… Bu gençlere “soap opera” yani “sabun köpüğü operası”, “pembe dizi” denen sınıftan yani Strauss’unkileri aratacak saçmalık kasetlerini bulup gösterin; sabaha kadar oturup izliyorlar... Ne mi yapmalısınız? “Şimdi seyrettiklerimizin o eski ve bildiğimiz kahramanlarla ilgileri yok” diye üzülmeyin… Siz de zamana uyun, oturun ve yeni başlayan ve giderek zırvalaşan ve zırvalaşacak olan bu sabun köpüğü gösterilerini izleyin. Bakınız Amerikalılar da Avrupalılar da bunlara nasıl da bayılıyorlar! ?