Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 8 5/4/07 15:44 Page 1 PAZAR EKİ 8 CMYK 8 PAZARIN PENCERESİNDEN 8 NİSAN 2007 / SAYI 1098 Oğlumun gemileri... Selçuk Erez Oğlum Vasıf, Tutturmuşsun “Ben de gemi isterim! Bana illaki gemi al!” diye... “Herkesin babası oğullarına gemi alıyormuş... Ben ne biçim babaymışım!” Ulan bu ne biçim laf? Bir daha duymayayım! Ne mi bekliyordum? Sırasının gelmesini.. İnsan belli bir mevkiye gelmeden önce oğluna gemi filan alır mı? Deden rahmetli hep “Her şeyin sırası vardır. Horozun bile sırasında öteni makbuldur!” demez miydi? İşte nihayet sana bir gemi edindirmenin de sırası geldi; şimdi anlatacağımı can kulağıyla dinle: Git, dikdörtgen bir kâğıt bul. Gazete olmaz; basına asla güvenmeyeceksin! Kalın bir şey olsun. Bunu önce ortasından ikiye katla; sonra bir kez daha katlayarak bir kare oluştur. Şimdi, bu karenin bir kulağını kendi üstüne katla. Diğer ucunu da tutup ters yöne doğru çevirirsen bir üçgen elde edersin. Bu üçgenin tabanının ortasından bastır ve şimdi kenarlarından tutup açarsan bir dörtgen meydana gelir. Bu dörtgenin köşelerini dikkatle iki yana doğru çek. İşte senin de bir gemin oldu. Hayırlı olsun! Buna şimdi eski yandan çarklı Şehir Hatları vapurlarından birinin adını verebilirsin; Ümmü Gülsüm gibi bir Arap ünlüsünün ismi de olabilir. Bu adı geminin kıçına hüsnü hat ile yazdıracaksın. Kazara devrim yapsaydık Kemal Barış İlbi ayım Selçuk Polat İstanbul’da yaşamaktan yaklaşık altı ay önce vazgeçmiş, kitabını yazarken portakal bahçelerine yakın olmak istediğini söyleyerek, Mersin’e yerleşmişti. O günden bu yana hiç görüşmemiştik, gerçi daha önceleri de yılda birkaç kez düzenlenen aile toplantılarının haricinde çok sık bir araya gelemiyorduk. Hayatının uzunca bir bölümünü ki bu yıllar benim çocukluk ve ilk gençlik yıllarıma denk gelir parmaklıklar ardında geçiren bu adama, pek de tanımadan, hep uzaktan uzağa hayranlık beslemiştim. Yaşadıkları tüm ailede kulaktan kulağa dolaşır, ama çok da yüksek sesle konuşulmazdı. Bu sessizliğin nedenini anladığımda artık onlarca kitap okumuş, bir sürü film seyretmiş, o dönemi yaşamış insanlarla sohbet etmiştim. Ama her şey için çok geçti ve başka bir yörüngeye doğru hızla ilerleyen dünya, geçmişi, yaşanılan onca acıyı, tutkuyu unutturmuştu. Belki de bu yüzden tüm merakıma karşın ona yanaşıp dönemle, yaşadıklarıyla, anılarıyla ilgili sorular soracak cesareti kendimde bulamadım, ta ki “Mahşe D Selçuk Polat bir 68’li. Döneme ilişkin bugüne kadar yazılan kitaplarda detayların görmezden gelindiğine inanarak “Mahşerin Beyaz Atlısı”nı yazdı. Amacı, tarihe bir not düşme… Polat’ın bir de iddiası var; “Ülkenin sorunlarını ancak biz ve bizim gibiler çözebilir”… giderken yolun karşı tarafında yardım isteyen insanlar görmüştük. Yaralanmış ve kan içinde yatan insanlar. Ulaş düşünmeden frenlere asıldı. İnsanlara yardım için ilk fırlayan Hüseyin ve arkasından Mahir oldu. Ne var ki karşı yola geçerken hızla geçen arabaların altında kaldıklarında yapacak fazla bir şey kalmamıştı. Hüseyin ölmüş, Mahir yaralanmıştı. Hemen hemen aynı anda Ulaş’a da başka bir araba çarpmış, o da oracıkta can vermişti. Mahir yaralı haliyle ona yetişmiş, Hüdai ile birlikte tam karşıya geçecekken ara boşluğa düşüp ölmüşlerdi. Bütün bunlar göz açıp kapayıncaya kadar olup bitmiş ve ben yolun ortasında kalakalmıştım.” Hüseyin, Mahir, Ulaş… “Şoför bölümünde Ulaş, hemen yanında Mahir oturuyordu. Arka koltukta ise ortada ben, sol tarafımda Hüseyin, sağ tarafımda da Hüdai vardı. Arabayla hızla Tarifime göre yaptığın ve farzedelim “GülsümI” adını verdiğin gemini suya indirmeden önce sağ eline al ve bu elinin dört parmağını, her bir köşesinin oluşturduğu üçgenlerin içine geçir ve parmaklarını birbirlerinden uzaklaştırdığında açılıp ortaya çıkacak yüzeylere “Minareyi çalan”, “Yemeyen domuz”, karşılarına da “Kılıfını hazırlar”, “Devletin malı deniz” gibi ya da “Dubai kuleleri”, “Yıkarız kuralları” gibi laflar yaz, sonra ortaklarına “Bir tanesini tutun. Şimdi bir sayı söyleyin!” de ve parmaklarını bu sayıda açıp kapayarak fallarına bak. Bir ara, yanında kimse yokken benim de falıma bak; bakalım bana iyi kısmetler görünüyor mu? Adaylığımı koyarsam benim de başıma devlet kuşu konar mı? Beni hiç olmazsa bu sene bizim apartımanın yöneticiliğine seçerler mi? Falım “olmayacak” çıkar gibi görünüyorsa hiç tereddüt etme; münasip takıyyelere başvurarak önümü aç. Ben uncularla, mumcularla konuşup işi bağladım ama tabii falımda da çıksa büsbütün sevinirim. Fal bakma faslı bitince gemini suya indirebilirsin. Personel konusunda hiç düşünme: Hayır, hayır, yüzme bilmeleri önemli değildir; imamhatip mezunu olsunlar yeter. Suya indirme töreninde bulunmak ve bu vesileyle bir seçim konuşması yapmak istiyorum. Bu törene Berlusconi’yi de çağırmayı düşünüyorum... Ne dersin, gelir mi? Ha, unutmadan söyleyeyim: Kültür Bakanı’nı ara da korosunu yollasın. Koro hangi türküyü mü söylesin? Tabii ki en sevdiklerimi: "Gemilerde talim var/bahriyeli yarim var/o da gitti sefere/ne talihli başım var/hani benim Recebim Recebim/sarı lira vereceğim/almazsan karakola gideceğim!” ya da “Gemi gelir yanaşır/içi dolu çamaşır/İstanbul’un kızları/Recep diye ağlaşır!” rin Beyaz Atlısı” adlı kitabı Kibele Yayınevi’nden çıkana kadar. Şimdi dayım karşımda, benim elimde çıkar çıkmaz bir çırpıda okuduğum kitabı ve aklımda sorulacak yığınla soru var. Neden yaşadıklarını bunca yıl (yaklaşık 35 yıl) sonra kâğıda dökmek istedin? Artık belli bir yaşa geldiğimiz için, birikimlerimizi aktarmak gerekiyordu. Ben de bunlar tarihte saklı kalsın istemedim. Ayrıca hâlâ ülkenin sorunlarını biz ve bizim gibilerin çözebileceğine inanıyorum. Biz derken? Biz, 68 döneminin ideallerini kaybetmemiş olanlar, o günkü ideallerini gerçekleştirmek isteyenler. Peki günümüz politikacılarının ve politikalarının göremedikleri, eksik kaldıkları nokta nedir sence? Mesele şu; tüm partiler iktidara geldiklerinde aslında aynı ekonomik politikayı uyguluyorlar. Bu yüzden günümüzde insanlar sadece kendi sorunları için mücadele ediyorlar. Çevrelerindeki birçok sorunun etnik, dil, din, ırk ve hatta doğayla ilgili farkında değiller. Eksik olan işte bu. Geçmişte devrimcilik yıllarında böyle bir bilinç ve duyarlılık var mıydı? Evet. Kitapta anlattığım gibi, bizim temel özelliğimiz; ideallerimize olan bağlılığımız, bir annenin çocuğuna duyduğu karşılıksız sevgi gibiydi. Tamamen davamıza adamıştık kendimizi, hiçbir çıkar gözetmeden, kirlilik olmadan yaklaştık her şeye. Kitapta önce milliyetçimuhafazakâr bir dönem geçirdiğini anlatıyorsun, hatta kız kardeşine laf attı diye birisini dövüp 33 gün hapis yatmışsın... Evet. Küçükken babaannemin etkisiyle Kadiri tarikatına yönelmiştim ve milliyetçi muhafazakâr bir görüşüm vardı. Devlet memuru babam Yahyalı’ya sürgün gönderilince Demokrat Parti’ye karşı kin gütmeye başladım. Aynı zamanda Yaşar Kemal’in “İnce Memed”ini okudum ve sanırım kendimle özdeşleştirdim. Tabii gençliğin getirdiği maceracılık ruhunun ve arkadaşım Şaban İba’nın da solculuğa geçişimde etkisi büyüktür. Sanırım bu kin, gözü karalık ve isyankârlık seni eyleme yönlendiren… Evet. Çünkü aslında solculuk konusunda o kadar da bilgili değildim, hatta Şaban İba “Ankara’ya gel yeraltına gireceğiz” dediğinde gerçekten yer altında yaşayacağımızı sanmıştım. Kitapta diyorsun ki; “Eğer kazara devrim yapsaydık, belki de iktidarı dramatik bir şekilde kaybedecektik”. Evet, aslında bu 68 kuşağıyla ilgili bir özeleştiri, eğer kazara devrim yapsaydık, belki de iktidarı dramatik bir şekilde kaybedecektik, çünkü sadece tepki göstermek yetmiyor, çözüm üretmek gerekiyordu ve biz bundan uzaktık, akılcı davranmadık, bilge davranmadık ama şimdi bütün bu sorunlarla baş edebilecek durumdayız. Kuşların ölüm zamanı... Kenan Mendekli ulaştığı her üç insandan ikisinin ölümüne yol açan bir salgın olduğu tespit edilen kuş gribi, Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre önümüzdeki yıllarda en az 100 milyona yakın insanı öldürecek, daha da bulaşıcı bir salgına yol açabilecek yeni bir mutasyon geçirmenin eşiğinde. Çünkü bu salgın 1918 yılında henüz bu kadar mutasyona uğramamış haliyle bile Asya’da yaklaşık 100 milyon insanı öldürdü. Günümüzde de 100 milyon insanın ölmemesi için kolları sıvayan Mike Davis tüm yönleriyle salgını irdeledi. Araştırmalarını “Kuş Gribi: Kapımızdaki Canavar” başlığıyla B kitaplaştıran New Left Review yazarlarından Davis, ölümcül H5N1 virüsünü yaratan ekolojik koşulları, küresel kapitalizmin tarımsal üretim üzerindeki tahribatını ve açgözlü ilaç şirketlerinin halk sağlığını asla dikkate almayan üretim ve pazarlama politikalarını eleştirel bir üslupla anlatıyor ve giderek yakınlaşan bir kıyamete de dikkat çekiyor. Türkçesi Agora Kitaplığı tarafından yayımlanan araştırmasında salgının 100 yıllık seyrini ele alırken, özellikle savaş yıllarında, dünya ölçeğinde ekonomik krizlerin yaşandığı zamanlara denk gelişini de kapitalist sistemin adaletsiz gelişimine bağlıyor. Kuş gribi, SARS gibi hayvanlardan insana geçen salgın hastalıkların Güneydoğu Asya’da yayılması bir rastlantı gibi görünse de gelişmiş ülkelerin gerekli yardımlarda bulunmaması, Dünya Sağlık Örgütü’nün etkin olamaması, salgın hastalıkları gelişmiş ülkeler için yeni pazarlara dönüştürüyor. Salgına önlem olarak ilk elden kümes hayvanlarının itlaf edilmesinin, özellikle Amerikan menşeli ve tavuk hamburgerleriyle ünlü fastfood restoranlarının Asya’da hızla büyüyüp kârlarına kâr kattığı da Davis’in ortaya çıkardığı, ölümüne kâr payı gerçeğinin diğer yüzü. ÖNLEM ALMAK MÜMKÜN, AMA… Kuş gribinin önüne geçilemeyecek bir salgın olmadığını Dünya Sağlık Örgütü’nün verileriyle destekleyen Davis, göçmen kuşların göç yollarının ve uğrak yerlerinin bilindiğini, kümes hayvanlarına bulaştığı bilinen bölgelerde önceden önlem almanın mümkün olabileceğini vurguluyor, ilaç devlerinin yüksek kâr hadleriyle ürettikleri aşıların Avrupa ve Amerika’da olası salgın tehlikesine karşı stoklandığını, satacak olsalar da Asya’nın yoksul ülkelerinin yüksek fiyatlarla aşı giderlerini karşılayamayacaklarını, Dünya Bankası’nın raporlarına göre tespit ediyor ve şirketlerin risk almaktan kaçındıklarını gösteriyor. Asya’daki durum tam da Davis’in kaleminden dökülüğü gibi: “Bu salgın Avrupa’nın yoksul ülkelerinden birinde görülseydi, muazzam miktarlarda para ve ilaç yardımı akardı. Oysa bu ülke Asya’da olunca, uluslararası topluluk, halk sağlığı, veterinerlik hizmetleri ve aşı araştırmaları için ihtiyaç duyulan para nedense toplanamaz”. Bu salgın 1918 yılında 1. Dünya Savaşı’nda ölenlerden çok daha fazla sayıda insanı öldürdü; 1957’de Asya, 1968’de Hong Kong ve 1977’de Rus gribi olarak görüldü. Yaklaşık her 10 yılda bir antijenik yapısını değiştirerek yayılan gribin, insanı da etkilediği ilk kez 1997’de Çin’deki salgını sırasında saptandı. H5N1 virüsü insanda da hastalık yapacak bir nitelik kazanmıştı ve insanlar da kuş gribi nedeniyle ölüyordu. Çin, Vietnam, Tayland gibi Güneydoğu Asya ülkelerinde de görülen salgın, diğer Asya ülkelerinde de yayılma riski oluşturuyor ve hem halk sağlığı hem de ekonomik alanda büyük bir tehdit oluşturuyor. Kuş gribine yol açan H5N1 daha da öldürücü bir mutasyonun eşiğinde. New Left Review yazarlarından Mike Davis “Kuş Gribi: Kapımızdaki Canavar” kitabında Asya’yı kasıp kavuran salgını anlatıyor ve pazarlarının genişlemesini ellerini ovuşturarak bekleyen Avrupa ve Amerika’yı eleştiriyor.