Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 67 1/11/07 14:46 Page 1 PAZAR EKİ 67 CMYK 6 BATI DEVRİMİ VE KADIN Doç. Dr. SERPİL ÇAKIR İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Ekim Devrimi, benim açımdan ezilenlerin tarihinde somutlaşan bir isyan, değişim ve umut yaratan önemli bir deneyim eşiği anlamını taşır. Kadınlar açısından bakarsak, devrimden sonra, ev işlerinin toplumsallaşması, kolektif mutfaklar, yuva ve kreş gibi düzenlemeler ilk yılların olumlu uygulamalarıydı. Ancak bu uygulamalar Stalin döneminde ortadan kalktı ve “kutsal aile”ye geri dönüldü… 70’li yıllarda kadınlar, yeni bir bilinçlenmeyle tanıştılar, sol ve radikal örgütlerde erkekler tarafından “ikinci sınıf”, cinsiyetçi muameleye maruz kaldıklarını keşfettiler. Eleştiriler, 1970’lerden itibaren, söylem ve eylem düzeyinde yeni bir içerik kazandı, “kadın hareketi” gibi genel bir kavramdan farklı olarak, “kadın kurtuluş hareketi ya da feminist hareket” şeklinde netleşti. Sosyalist feminizm, liberal ve radikal feminizmin yanı sıra ortaya çıktı… Benim açımdan Ekim Devrimi’nden sonra yaşananlar, kadının ezilmesinde, sınıfın yanında bir başka toplumsal analiz kategorisine yani, toplumsal cinsiyete yer verilmesinin ne denli önemli olduğunu ortaya koymuştur. Marksizm, kapitalizmin ev ile işyerini nasıl ve neden ayırdığını, ev faaliyetlerinin değersizleştirilmesinin nedenlerini açıklasa da kadınların neden eve, erkeklerin işyerine ayrıldığını açıklayamaz. Keza, kadınların neden hem ailede, hem dışarıda ikincil olduğu konusunu da. Sosyalist ülkelerde kadının bağımlılığı dışında pek çok toplumsal sorun çözüldü. Ancak, kadınlar ev dışında çalışmakta erkekler kadar özgürleşirken, erkekler evde çalışmama özgürlüklerini niçin korudular? Bu nedenle bir başka modele ya da açıklamaya ihtiyacımız var. Bu da patriyarka kavramıdır. Yani, erkeklerin egemen, kadınların bağımlı olduğu sosyal, ekonomik ve siyasi bir düzende gerçekleşen iktidar ilişkileri bütününü anlatan bir kavrama… 7 ANTİKOMÜNİZM! Yrd. Doç. Dr. YÜKSEL TAŞKIN Marmara Üniversitesi Türkiye Cumhuriyet’i kurulduğunda, bir yandan Sovyetler Birliği’ne karşı pragmatik bir siyaset izlenirken, diğer yandan da Ekim Devrimi sonrası kurulan yeni rejimin denetiminde kalan topraklardan kaçan pek çok Türk kökenli akademisyene kucak açılmıştı. Kemalist rejim bu kişilere kapılarını açarken, onların milliyetçi gençlik üzerindeki etkilerinin abartılı düzeylere varmamasına da dikkat etmişti. Nihal Atsız gibi ilk dönem milliyetçi gençlik, Kemalistlerin seküler tutumunu sürdürüyor; İslam’a karşı mesafeli bir tutum takınıyorlardı. Bu kuşak için “Kızıl ve Kara (İrtica)Tehlike” aynı derecede rahatsız edici ve olumsuzdu. 1940’larla bu değişmeye başladı, milliyetçi muhafazakârlar İslam’ı da benimsediler, artık yegâne hedef “Kızıl tehlike”ydi. Bu yeni kuşak Kemalistlere göre çok daha başarılı oldu. Söz gelimi, geleneksel olarak “Moskof düşmanlığının” olduğu yerlere, bu defa İslam karşıtı bir Sovyet Rusya tehdidi algısının tohumlarını ekebildiler. Din kardeşliği avantajını, kitleler arasında kökleşme anlamında, Kemalistlerden çok daha etkin kullanabildikleri açık... Bu kuşağın abartılı antikomünizmi bir yönüyle, devleti ellerinde tutan seçkinlere zeytin dalı uzatarak “biz de göreve hazırız” mesajını verme işlevi gördü. Antikomünizm artık her türlü değişim talebinin meşruluğunu sorgulamak veya bunları şiddet sarmalına yuvarlamak adına başvurulan vazgeçilmez bir taktik silaha dönüşmüştü. Bu durum Sovyetler bütünüyle çökene kadar aynen devam etti. Bu tarihten sonra tamamen yok olmamakla beraber, “düşmanın fiziken yokluğu veya silikliği” karşısında yeniden üretilmesi zor bir tavra dönüştü… SOLUN YAZGISI 1945’TEN SONRA DEĞİŞTİ ORHAN BURSALI Gazeteci Ekim Devrimi’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve yaşaması için bir şans olduğu yorumlarına katılıyor musunuz? Ne derece?.. Şüphesiz Ekim Devrimi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna katkıda bulundu. Ekim Devrimi, Birinci Dünya Savaşı galiplerinin emperyalist ilerleyişlerine set çekti; bu anlamda “kurtuluş” ve “kuruluş”a manevi, maddi ve coğrafiaskeri stratejik sağlam bir hinterlandomuzdaş oluşturdu; her ikisinin bir yandan “anti emperyalist” özellik taşıması da, bu “ittifak”ı doğal kıldı. Bu “ittifak”ın dağılmasının nedenlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Cumhuriyet’in kurucuları, Sovyet rejimine karşı içeride hep “hassas” oldular. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan manzara, önce CHP sonra da Demokrat Parti’yi, “tarafsızlık”tan kesin taraflılığa, dahası Sovyetlere daha yakın konumdan Amerikancılığa sığınmaya itti. Bu durum, Türkiye’deki solun yazgısını belirledi: DP dönemi, 1960 öncesi solun tam anlamıyla ezildiği en alçak dönemdir. Bu bakımdan DP dönemine “demokrasi” demek de büyük yüzsüzlüktür! Amerika’ya sığınma, ülkeyi, özellikle solu nasıl etkiledi? 1945’lerden sonra “Batıya sığınma”, sıradan bir olay değil, çok önemli, solun kaderiyle de ilgili, Türkiye açısından bugünleri doğuran bir kırılma noktasıdır. Nedeni: Türkiye, ABDBatı, NATO ileri karakolu olmakla “ülkeyi yönetme” iradesini de teslim etmiştir. 1938 öncesi, Türkiye bilimselteknik ve sanayi altyapısını kurmaya çalışarak, kendi ekonomik kaderini de ele alması gerektiğini göstermişti. Sonraki dönem, ABD’ye sığınmayla, bu altyapı bozuldu, ekonomi elden gitti ve hep Batı desteğiyle yaşamaya bağımlı bir ülke, bir egemen düşünce yaratıldı. Türkiye yaratıcılığını yitirdi! Eğer, 1938 öncesinin altyapıyı tamamlama politikaları tavizsiz sürdürülseydi ve Batının bir piyonu olunmasaydı, büyük bir olasılıkla, çok ileri bir demokrasi ve parlamenter sisteme geçebilirdik ve sol burada saygın yerini alır, gelişkin bir güç olurdu! Türkiye, bu doğal sürecini ne yazık ki yaşayamadı ve bunun acılarını yaşıyoruz! Rusya’da sistem değişse de Ekim Devrimi’nin yıldönümünde mitingler düzenleniyor... Kızıl Meydan’da buluşan bu gençler ise birer neoNazi. Lenin posteri, kızıl bayrak taşıyor, Rusya’yı Avrupa’nın hâkimi olarak görmek istiyorlar... Belleklerdeki SSCB ile geleceğin düşü arasındaki fark bu... Ekim Devrimi 90 yaşında Tarihçi Eric Hobsbawm, “Devrimler Çağı” olarak nitelediği 20. yüzyıl tarihinin Ekim Devrimi ile onun doğrudan ve dolaylı etkilerinin tarihi olduğunu söyler. Bir tarım ülkesi olan Rusya’da, Gregoryen takvimi 25 Ekim 1917’yi gösterdiğinde dünya tarihi açısından yeni bir dönem başlamıştı. Miladi takvime göre üç gün sonra devrimin üzerinden 90 yıl geçmiş olacak. Bugün Sovyet sistemi çözülmüş, Sovyetler Birliği tarih sahnesinden çekilmiş olsa da bu devrim, Türkiye’de de ister sağcı, ister solcu, pek çok insanın yazgısını belirledi. Sağdan bakanlar, özellikle II. Savaş sonrası antikomünizm üzerine kurdular her şeyi, soldan bakanlar da Sovyetlere karşı konumlarına göre ayrıştılar yıllarca, Sovyetler Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti tarihlerinin birbirlerinden ayrı düşünülemeyeceğini kanıtlarcasına... Biz de bu pek de uzak olmayan tarihin izini sürerek farklı bakış açılarına sahip isimlerle, 90. yılında Ekim Devrimi’ni konuştuk… MOLOTOV: TÜM SOVYET TARİHİNİN CANLI TANIĞI 1890’dan 1986’ya kadar süren yaşamı ile neredeyse tüm Sovyetler Birliği tarihinin canlı tanığıydı Viçeslav Mihayloviç Molotov. Lenin’den Gorbaçov’a kadar bütün Sovyet liderlerini gördü. Lenin sonrası iktidar mücadelelerinde Stalin’in yanında yer aldı. Stalin iktidarında ikinci adamdı ve ömrünün sonuna kadar en sadık Stalincilerden sayıldı. Molotov’un, Feliks Çuyev ile 17 yıla yayılan 140 uzun söyleşinin derlemesi, kısa süre önce Yordam Kitap tarafından yayınlandı. “Değiştirilemez bir Stalinci” olması nedeni ile yazar Çuyev’in girişteki uyarısı yerinde: “Kuşkusuz bu yanlı bir tarih, ama yansız tarihin de onsuz yarım kalacağı bir yanlı tarih.” İşte Molotov’un anlattıklarından birkaç çarpıcı örnek: ? Tabii ki Lenin Stalin’den daha üst bir seviyedeydi. Her zaman böyle düşünmüşümdür. Doktrin olarak da daha üst bir seviyede; kişisel nitelikler olarak da daha üst bir seviyede. Ama uygulama konusunda kimse Stalin’i geçemezdi. (…) Şimdi diyorlar ki Lenin o kadar büyük insan kayıplarına yol açan tasfiyeleri yapmazdı. Başka türlü nasıl yapabilirdi? Hiçbir şeyi inkâr etmiyorum; uygulama şeklimiz çok katı fakat aynı zamanda da çok doğruydu. ? (…) Sizden istediğim hiç zaman kaybetmeden aç işçilerin yardımına koşmak için tüm enerjinizi ortaya koymanızdır… Diğer her şeyi bir yana bırakarak 30’ar vagonluk iki konvoyu yükleyip bir an önce yollamanız gerekmektedir… Eğer dört saat içerisinde buğdayı yollamamış ve işçileri sabaha kadar bekletmiş olursanız kurşuna dizileceksiniz. Halk Komiserleri Konsey Başkanı Lenin. (1919/Simbirsk’e, Bölge İkmal Komiserliği’ne çekilen telgraf) ? “Bir sadaka beyler!” Stalin cebinden 10 rublelik bir banknot çıkardı ve ona verdi. Yolumuza devam ettik. O sırada dilenci arkamızdan bağırdı: “Pis zenginler!” Bu Stalin’i güldürdü. DEVRİM ÖNÜMÜZDE... MASİS KÜRKÇÜGİL Yazar Öncelikle Ekim’in bir darbe değil, kitlesel bir devrim olduğunu teslim etmek gerekir. Bugün, 90 yıl sonra dünyanın her tarafında, insanlığın kurtuluşundan, özgürlükten söz eden insanlar yine Ekim’e dönüyor, bu ihtilalin öncüleri Lenin ve Trotsky’den alıntılar yapıyorlar. Bunlarda Ekim’in özgürlükçü yanı, özellikle 1920 yılına kadar, mümkün mertebe Sovyetler ve siyasi tartışmanın canlı olduğu, Bolşevik Parti içinde farklı görüşlerin çok rahatlıkla ifade edilebildiği dönem öne çıkıyor. Özetle, Ekim Devrimi ardımızda değil, önümüzdedir. Onu pratiğimiz içinde yaşatmalıyız. Buna koşut olarak, şu söylenebilir: Marksistler açısından devrim bir model değildir, her devrim bir deneyimdir. Her devrim kendi modelini yaratır. SOVYET DOSTLUĞUNDAN AMERİKA’NIN JANDARMALIĞINA... Prof. Dr. TANER TİMUR Tarihçi Kurtuluş Savaşımızın “ulusal” niteliği, Kemalist hareketin Sovyet Rusya’ya dostça, fakat devamlı mesafeli ve ihtiyatlı bir tavır sergilemesine yol açtı. Türkiye’nin Lozan görüşmelerinde Sovyet Rusya’ya karşı, özellikle Boğazların statüsü belirlenirken, çok mesafeli davranmasına rağmen TürkSovyet dostluğu tüm Kemalist dönemde devam etti. 1933’te Cumhuriyet’in coşku ile kutlanan onuncu yıl dönümüne Sovyetler geniş bir heyetle katıldılar ve en usta Sovyet kameraları yeni rejimi ölümsüzleştirdiler. İkinci Dünya Savaşı sırasında, TürkSovyet ilişkileri, Türkiye’nin anlaşmalara göre düşman sayılması gereken Nazi Almanya’sı ile kurulan yakın ticari ilişkiler ve imzalanan anlaşmalar yüzünden bozuldu. Bu durum savaş sonrasında Türkiye’yi sadece Sovyetlerden değil, savaşı kazanan Batı dünyasından da kopardı. Bunlara Sovyetlerin Boğazlar’la ilgili ortak savunma talepleri de eklenince, Türkiye’de tek kurtarıcı olarak Amerika görülmeye başlandı. Artık bu konuda verilemeyecek ödün de yoktu. Kısa sürede ülkede "Americania" o boyutlara ulaştı ki, o sırada Washington’da ölen bir elçimizin naaşını Türkiye’ye getiren Missouri zırhlısına yapılan gösteriler bizzat Amerikalıları bile şaşkına çevirdi. Artık Türkiye’yi önce Sovyet sınırında antikomünizmin, Ortadoğu’da da petrol kaynaklarının jandarması yapacak diplomasi başlamıştı. Bu politikaya karşı çıkanlar, Irak işgaline kadar susturuldular; susmayanlar da hunharca ezildiler. Rüçhan Akcan Selim Molotov (solda) Stalin’le... BALIK BAŞTAN KOKUNCA!.. Ütopyası artık Avrupa Çimen Turunç Baturalp Baştarafı 1. sayfada Bu kadar mı? Türk halkının merak ettiği başka nedenler de olmalı… Bakın, Avrupa farklı aşamalardan geçerek bugüne geldi. Fransa ve Almanya ile Doğu ve Batı Avrupa’nın birleşmesi ilk iki rüyasıydı. Boğazlar ise üçüncü rüyası… Avrupa’ya kıtasal bir boyut kazandırmakla Avrupa’nın son derece düzeni bozuk bir dünyada, bir düzenleyici olarak aktif bir rol oynaması sağlanacak. Hem ekonomik, hem jeopolitik açıdan önemli, Avrupa’yı dünyada anahtar oyuncu haline getirecek bir adım bu. Çok daha güçlü bir anahtar oyuncu… Türkiye Avrupa’yı güçlendirecektir. Peki, Türkiye’ye karşı çıkanlar nasıl ikna olacaklar? Onlar sizin sözünü ettiğiniz hususları göremiyorlar mı? Türkiye’nin modern, demokratik, aynı zamanda bir Müslüman ülke olması önemli… Türkiye modernleştikçe Avrupa’da Türkiye’ye karşı çıkanlar da ikna olacaktır. Türkiye’nin modernleşmesi kararsızları ikna edecek başlıca unsurdur. Şu anda Türkiye’de kadınların türbanla üniversiteye gidebilmesini sağlayacak anayasa değişikliği tartışılıyor. Cumhurbaşkanının eşi türban takıyor. Bu Türkiye için yeni bir şey. Bana göre burada sorun yok. Sorun şu: Bu durum, ülkenin her yerindeki insanlar üzerinde sosyal bir zorunluluk haline gelecek mi? Bu yenilikler, Türkiye’nin laik yapısını zafiyete uğratacak mı? Eğer bu olursa Avrupa’nın Türkiye’ye karşı kuşkuları artar. Ben bunu merakla bekliyorum… Bu değişimler ülkenin her tarafındaki insanlar üzerinde sosyal baskı yaratarak, daha köktenci bir dini yaklaşımın yayılmasına neden olabilir. Tehlike, toplumun daha katı, daha otoriter bir dini anlayışa doğru itilmesidir, özellikle de kırsal alanda ve küçük şehirlerde… Avrupa buna göre mi karar verecek? Hayır, ama Türkiye’de laik ve modern kadına karşı tolerans azalırsa AB içinde Türkiye karşıtı reaksiyonlar tabii ki güçlenecektir… Şu anda öyle değil mi? Bu, şu anda henüz cevaplanmamış bir soru. Laiklik olmadan demokrasi, demokrasi olmadan laiklik olmaz. Dinle devleti kesinlikle ayırmak zorundasınız. Bu olmadan demokratik bir ülke olamazsınız. Sorun insanların başlarını bağlaması değil. Sorun dinin siyaset üzerindeki etkisidir. Daniel CohnBendit Türkiye’yi modern, demokratik, aynı zamanda Müslüman ülke olarak tanımlıyor. Ona göre başörtüsü bir sorun değil. Önemli olan hakların korunması. Sınır ötesi harekât içinse “Gerçek bir probleme verilmiş, yanlış yanıt” diyor. DEMOKRATİK CUMHURBAŞKANI OLABİLMEK... Devlet “laik” olduğu halde aşırı dindarlığa yönelten baskı devletten değil de toplumun kendisinden gelirse ne olur? O zaman demokrasi yok olur. Demokrasi için temel haklar ve özgürlüklere sahip olmak çok önemlidir. Çoğunluğun ne istediği önemli değildir. Önemli olan azınlığın da temel haklara ve özgürlüklere sahip olmasıdır. Kim nasıl istiyorsa öyle giyinir. Eğer İslami partinin liderleri halk üzerindeki dini baskıyı karşı durmazlarsa, bu baskıya karşı savaş vermezlerse görevlerini yapmamış olurlar. Abdullah Gül bunu tartışmak zorundadır. Karısı türban takıyorsa bu onun hakkıdır, ama o bütün Türklerin Cumhurbaşkanıdır. Sadece başını örtenlerin değil. Televizyonda, kamuoyu karşısındaki bütün tartışmalarda, her yerde, kadınların başörtüsü kullanmama hakkını da, kullanma hakkını da savunmak zorundadır. Bunu yapmadığı takdirde ona demokratik bir cumhurbaşkanı diyemezsiniz. Müslümanlar ne istiyorlarsa yaparlar, ama eşcinsellerin haklarını savunmadıkları anda artık antidemokratik tarafa kaymışlardır. Bütün temel hakları herkes için savunmaları gerekir. Sokakta nasıl dolaşmak istiyorsanız öyle dolaşırsınız… Yoksa bu demokrasi olmaz, demokratik bir cumhurbaşkanı olmaz. Yani devletin tutumu, kanunları demokrasiyi sağlamaya yetmiyor… Hayır yetmez. Demokrasi bir kültür, bir davranış biçimidir. Kadınların durumunu nasıl görüyorsunuz? Avrupa’da veya Türkiye’de… Kadının “vesayetten kurtulması”, özgürleştirilmesi… Bu değişiyor. Kadınların hayatı zor. Bir tek din değil, bütün dinler karşı mücadele veriyorlar. Katolik kilisesinin kadının özgürlüğüne sıcak baktığını zannetmeyin. Kadının kendi bedeni için karar verme hakkına sahip olması, kürtaj hakkı… Bunlar için kiliseyle durmadan savaşmaları gerekiyor. Terorizme uluslararası algılama ile baktığınızda, yani Londra, Madrid ya da Newyork’ta bakıldığı gibi baktığınızda olası bir sınır ötesi harekâtı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bence sınır ötesi harekât gerçek bir probleme verilmiş yanlış bir yanıt. Türkiye sınır ötesi harekâtla PKK’yi silemez. Bence Türkiye Irak’taki Kürt partilerle görüşmeli, ama bunun yerine Bağdat’la görüşülüyor. Bağdat’ın hiçbir gücü yok ki… AB, PKK’ye karşı son derece sert bir tutum almak üzerinde karar kıldı, ama parlamentodaki Kürt kökenli parlamenterlere destek olacak. Meclisteki Kürt parlamenterlere hareket alanı verilmeli. PKK Kürt toplumunun içinde yenilmeli. Bu da ancak Kürt kökenlilerin parlamentoda yeterli temsiliyle olur… (Çok ilginç, ne zaman bir Türk gazeteciyle konuşsam beş dakika sonra sohbet hemen ideolojik bir tartışmaya dönüşüyor…) Biraz da Sarkozy hakkında konuşalım mı? Sadece Türkiye’ye olan tavrı değil, Avrupa içindeki tutumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Birçok politikacı gibi o da oportünist, oyun nereden geleceğine bakıyor. Yani Fransa’daki Türkiye karşıtı yaklaşım “kazankazan” olmaktan çıktığı anda her şey değişir. Bunların tümü sadece politik oyunlar… Yani söyleminin ideolojik bir temeli yok mu? Ah Sarkozy, Sarkozy… Bakın Sarkozy Irak konusunda “Chirac’la bütünüyle görüş birliği içindeyim” dedi, ama seçilir seçilmez politik tutumunu değiştirdi… Politik tutumunu gömlek değiştirir gibi değiştiren biridir… Bu ay Pen’in ödül töreninde Hrant Dink için bir konuşma yapacaksınız… Evet, Agos, Pen’den bir ödül alacak. Hrant Dink’i iyi tanıyordum. En karizmatik, ilginç Türk insanlarından biriydi… Ölümünden sonra yapılan gösteriler Türk toplumunun çok kültürlü yapısını yansıtması açısından çok önemli… Türkiye’de büyük bir kesim var ki, Avrupa’nın çok fazla dindarlara, çok fazla milliyetçilere, çok fazla terörist olanlara karşı onların yanında olması gerekiyor. Ya AB’deki “aşırılar” hakkında ne düşünüyorsunuz? Onlar sorun yaratıyorlar, ama AB’nin geleceğini etkileyemezler. METİN ÇULHAOĞLU Yazar, TKP MK Üyesi Sizce bir devrim modeli olarak Bolşevik model, günümüzde de geçerli mi? Genel olarak alındığında, “Bolşevik modelin” asıl özünün, siyasal iktidarın ele geçiriliş biçiminde değil, üç ana başlıkta yattığını söyleyebiliriz: İşçi sınıfının öncü örgütü, toplumsal değişim (devrim) sürecini önceleyen siyasal iktidar uğrağı ve proletarya diktatörlüğü. Eğer asıl öz bu ise, Bolşevik modelin geçerliliğini bugün de sürdürdüğünü, üç ana başlığın altınının yeni analizler, kurgular ve pratiklerle doldurulması gerektiğini düşünüyorum. Bu durumda çözülmeyi nasıl açıklıyorsunuz? Sovyet deneyiminin gösterdiği şudur: Yönetim ideolojik ve siyasal anlamda sağlam bir hat tutturduğunda, genel olarak halk politize olmasa, sürece tam katılmasa, kültürel bir dönüşüm geçirmese bile kendisine sağlananlarla (iş, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik) yetiniyor ve rahatsızlık duymuyor. Buna karşılık “balık baştan kokarsa”, ideolojik donanımı ve duyarlılığı çok yetersiz olan “halk” da ne yapacağını bilemiyor; o da savruluyor. Bence Sovyetler’de olan da budur: “Balık baştan kokmuştur.” EVET, BEN BİR ÜTOPYA ADAMIYIM... Kızıl Dany’nin rüyalarının ne kadarı gerçekleşti? O zamanlar dünyayı değiştirmek istiyorduk. Bence 60’lardan sonra toplum çok değişti. Daha modern, daha özgürüz şimdi. Bunu başardık. İdeolojik açıdan başaramadıklarımız da var, başaramadık, çünkü onlar yanlıştı. Toplumu değiştirdik, ama tanrıya şükür toplumun politik, demokratik yapısını değiştirmedik. Hiçbir şeyden pişman değilim, kaybettiklerim veya kazandıklarım için pişmanlık duymuyorum. Bence harika bir hayattı ya da harika bir hayat… AB’nin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Şu andaki durum oldukça karmaşık. Yapı olarak çok iyimser bir insanım. Bazen fazla iyimserim, öyle ki iyimserliğim gerçekleri aşıyor, ama bu yanıtı olmayan bir soru. Bir kez “Ben bir ütopya adamıyım” demiştiniz… Evet, öyleyim… Benim için Avrupa bir ütopyadır, ama üzerinde çalışılmalı... Niye bir ütopyanın peşinden gidelim? Çünkü ulusal boyutta çözülemeyecek çok fazla sorun var. Bu sorunları çözmek istiyorsanız, yani küresel ısınma gibi sorunları çözmek, kürselleşmenin kontrol altına alınmasını istiyorsanız, daha güçlü bir Avrupa’ya ihtiyacınız var.