02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

R PAZAR 5 15/11/07 15:23 Page 1 PAZAR EKİ 5 CMYK 18 KASIM 2007 / SAYI 1130 5 Bu bir Engin Ayça filmidir Müjde Arslan eşilçam’ın 70’li yıllarında bir film setinde tanıştılar. Biri sinema yazarı diğeri yönetmen asistanıydı. Sonraki yıllarda birbirlerine hep yoldaş oldular, düşler kurdular, filmler çektiler. “Bez Bebek”, “Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu” gibi az sayıda, ama Türk sinemasının kilometre taşı gösterilen filmler çeken, makaleleriyle de sinemanın teorik olarak tartışılmasına katkı sunan Engin Ayça, hem oyuncusu hem de şef asistanı olan Gülsen Tuncer’le yeni bir filme imza attı. 12 Mart’ı yeniden hatırlatacak ve 68 düşlerini yeniden tartıştıracak olan “Suna” 23 Kasım’da gösterime girecek. Tuncer ve Ayça ile birlikteliklerini, yaratım süreçlerini ve “Suna”yı konuştuk. Uzun yıllardır birlikte üretiyorsunuz. Birlikteliğiniz yaptığınız işlere nasıl yansıyor? Engin Ayça: Gülsen’le “Kara Kafa” (1972) filmi sırasında tanıştık, o zamandan beri hem hayat hem de sinema beraberliğimiz var. İki filmimde de (Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu, Suna) rol aldı. Gülsen iyi bir oyuncu; oynayacağı karakter üzerinde yaratıcı katkıda bulunuyor. Y Fotoğraflar: Vedat Arık masını anlatıyor. 68’de birtakım ideallerin, birtakım tasarıların ki bunlar hayat ve ülke tasarısıydı önü kesildi. 12 Mart ve 12 Eylül’ün yaptığı en büyük operasyon geçmişi, onunla birlikte geleceği de yok etmekti. Dolayısıyla şimdiki kuşakların geçmişi yok. Bizim geçmişimizi tekrardan kazanmamız, öğrenmemiz ve geleceğe dönük tasarımlar yapmamız gerekiyor. Bu film, biraz da bunun üzerinde düşünmeye çağıran bir iddia taşıyor. Seyircinin çoğunun 12 Eylül sonrası doğduğu hesaba katıldığında, hak ettiği ilgiyi göreceğini düşünüyor musunuz? Şu anda seyirci dediğimiz kesim belli bir ürünün müşterisi yapılmış. Dolayısıyla alıştığı filmlere eğilim gösteriyor, bu işin ticaretini yapan kişiler de bu kitleyi hedef alıyor. Onun dışına çıktığında ticari geri dönüşümü azalıyor. Suna tabii ki o seyircinin beklentisini karşılayacak bir film değil, üstelik seyircinin alışkanlıklarının dışına çıkmasını amaçlıyor. Bu seyirciyle belli bir sürtüşmeyi beraberinde getiriyor, ama bunu göze almak zorundayız. “Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu” filminizden sonra Türkan Şoray’la ikinci beraberliğiniz. Nasıl bir ortaklığınız var? Türkan Hanım’ın neyi ne kadar yapabileceğini biliyorum, bunları bilerek senaryoyu yazdım. Türkan Hanım bunca yılın birikimiyle çok sıra dışı bir oyuncu, tek şansızlığı Türkiye’de doğması, yoksa dünya çapında bir oyuncu olma potansiyeline sahip. Bence Suna da olağanüstü bir performans sergiledi. Türkan Şoray ve Gülsen Tuncer “Suna” filminde... Yaratım sürecinde de işbirliği yapıyor musunuz? E. Ayça: Senaryonun gelişiminde büyük katkıları var, oyuncu seçiminde, özellikle diyalog yazımında. O tiyatrodan geldiği için, sözler ağza nasıl oturur, iyi biliyor. İşleri bir genel koordinatör gibi yürütüyor. Böyle olunca cefa ve sefa ortakça yaşanıyor. Bir yoldaşlık ilişkisi diyebilir miyiz? Gülsen Tuncer: Evet, bu bir yoldaşlık... Bizim resmi beraberliğimiz 12 Eylül’den hemen sonradır. 80 yılları oldukça uzun ve sancılı bir süreyi kapsıyor. Çünkü ikimiz de 80 ihtilaliyle kariyerimizin belli yerinde, kesintiye uğradık, Engin gazeteden ayrılmak zorunda kaldı, ben tiyatroda iş bulamadım, sinema zaten durmuştu. Maddi manevi çok sıkıntılı bir tünelden geçtik. Resmi beraberliğinizin darbeden sonraya denk gelmesi bir tesadüf mü? Engin Ayça’nın yönettiği, başrolünü Türkan Şoray’ın üstlendiği “Suna” bu hafta gösterime giriyor. Filmin oyuncularından biri de Gülsen Tuncer… Ayça ve Tuncer’in darbeyle yaşıt bir evliliği var, ama onlara göre ilişkileri bir yoldaşlık, sinemada ve gündelik hayatta… G. Tuncer: İkimizin de ayrı evleri vardı ve evlenmeyi düşünmüyorduk. 12 Eylül’de ben Barış Davası’ndan, 12 sene ile yargılandım. Haftada bazen iki kere duruşma oluyordu. Benim soyadımda kimse olmadığı için annem babam ben iki yaşındayken ayrıldılar kimse mahkemeye gelip izleyemiyordu, içeri düşsem kimse gelip göremeyecekti. Ben o sırada trafik kazası geçirdim, boynum kırıldı. Mahkemede yanımda biri gerekiyordu, bir gün Engin’e dedim ki, gel biz evlenelim, yani kabul edersen. Uzun yıllar birçok yönetmene asistanlık yaptınız, siz yönetmenlik yapmayı hiç arzulamadınız mı? G. Tuncer: İtalya’da bir festivalde Fellini’nin asistanıyla tanıştım, ona kendi filmini ne zaman çekeceğini sordum, adam çok tersledi beni, “Niye film çekeyim, benim işim asistanlık” dedi. Orada ben de yaptığım işin önemini anladım, asistanlık bir meslek, iyi asistan olmak çok, çok önemli, ama kafamda olan kimi fanteziler var, onları çekmeyi düşünüyorum. Yeni filminiz Suna da yine ortaklığınızın ürünü. Nasıl bir süreçten geçti? E. Ayça: Bir yapımcı 1015 yıl önce Türkan Şoray üzerine bir proje istedi. Suna’yı o zaman geliştirdim, ama sonra yapım olanağı bulunamadı. Benim kendi firmam da, param da yoktu. Bir iki defa daha filmi çekebilir miyiz diye girişimlerde bulunduk, birkaç yıl önce bakanlığa başvurduk, para çıktı, ama Türkan Hanım’ın başka çalışmaları vardı. O parayı kullanamadık, sonra sağdan soldan olanaklarımızı toparlayıp, çekimleri tamamladık. Filmde 68 kuşağından hayatlar var. Bunu neden bugün anlatmak istediniz? E. Ayça: Film, 68 kuşağından dört arkadaşın yeniden buluş Kalabalığın estetiği... Deniz Yavaşoğulları “Dünya’nın En Güzel Kalabalıkları” Esin Erez’in ilk resim sergisi. Maçka’da, Gmall Galeri GArt’ta açılan sergi 23 Aralık’a kadar devam edecek. Esin Erez aslında bir mimar. 2004’te Amerika’daki Rhode Island School of Design’dan mezun oldu. New York’ta Asymptote, Tokyo’da Tezuka, İstanbul’da Emre Arolat Mimarlik Ofisi ve Pekin’de Steven Holl Mimarlık ofislerinde çalıştı, şu an New York’ta Steven Holl Mimarlik ofislerinde mimar olarak çalışmalarına devam ediyor. Resme olan ilgisi küçüklüğünden beri var, zaten mezun olduğu okulda da mimarlık ve güzel sanatlar eğitimini bir arada almış. Erez, bu “bir aradalığı” resimlerine de yansıtmış, sergideki resimlerin kendine has bir üslubu ve mimari bir yanı da var, “Dünya’nın En Güzel Kalabalıkları” sanata ilgi duyan herkes için görülmeye değer farklı bir resim sergisi. Erez’le çalışmalarını konuştuk. Serginin oluşum sürecini anlatır mısınız? Beş yıldır yurtdışındayım. İstanbul’a dönünce hayatım boyunca yaşadığım bu şehri daha farklı görmeye başladım. Şöyle anlatabilirim; her zaman size yakın olduğunu düşündüğünüz belli şeyler vardır, onlardan bir süre uzak kalırsınız, bu sefer geri dönünce size yabancı gelirler. Ben bu durumu kültür şoku yaşamak değil de, daha değişik bir bakış açısı kazanmak olarak niteliyorum. Neler size daha farklı geldi? Öncelikle şehrin estetiği çok farklı geldi. Tabii bu noktada mimarlık eğitimimin de büyük etkisi var. Bu eğitimin birikimiyle sadece İstanbul’u değil tüm şehirleri farklı bir bakış açısıyla görmeye başladım, bu farklı gözlemleri de resmetmek istedim. Nereden yola çıktınız? Eski İstanbul’dan... İstanbul’un tam olarak şehirleşmemiş olduğu dönemleri resmederek başlamak istedim. Beyoğlu’nda sahafları gezerken atılmış eski aile fotoğraflarına rastladım, bu fotoğraflardan çok etkilendim. Toplanmış poz veren insanların resimleri... Fotoğraflardakiler tanıdık İstanbul insanlarıydı, ama apayrı bir zamandan gelen, 50’li, 60’lı yıllardan insanlardı... Bu nedenle hem yakın hem de uzaktılar. Başlangıç noktam bu oldu. Diğer bir yandan bu fotoğraflar, modern anlamdaki İstanbul’un da başlangıç noktasıydı benim için. Onlardan başlayarak şehri ve şehrin kalabalıklığını yansıttım. Serginin büyük bir kısmını Uzakdoğu’yu konu alan resimler oluşturuyor... Okulu bitirince İstanbul’a geri döndüm ve burada bir yıl çalıştım, daha sonra mimari açıdan çok gelişmiş bir ülke olan Çin’e gitmek istedim ve Pekin’de de bir süre çalıştım. O süreçte Çin’in etrafındaki birkaç ülkeyi dolaşma şansım oldu. Onlar bize çok yabancılar; kültürleri, estetik anlayışları her şeyleri bizden farklı, hele görsel açılardan. Bu çok hoşuma gitti, ilginç buldum. Esin Erez ilk sergisi “Dünyanın En Güzel Kalabalıkları”nda topluluğun gücünü ve estetiğini öne çıkarmayı hedefliyor... Uzakdoğu’yu konu alan resimlerimin hepsi gidip gördüğüm yerlerden. Bir bölümünü oralarda yaptım, kalanını ise dönünce tamamladım, hepsini bitirmem toplam iki yıl sürdü. Resimlerinizde mimari çizgileri anımsatan hatlar var... Okulda hem sanat, hem de mimari eğitimi birlikte veriyorlardı; ne tasarımı okursanız okuyun, ister film, ister moda tasarımı olsun, güzel sanatlar anlayışıyla birleştiriliyordu. Zaten bu okulu seçmemin nedeni de iki eğitimin bir arada verilmesiydi. Böyle bir eğitim aldığım için ister istemez resimlerime de mimari bir bakış açısı getiriyorum. Sanat anlayışım da bu yönde oluştu, mimariyle resmi birleştirdim. Pastel tonlar kullanmışsınız, bunun özel bir nedeni var mı? Hayır, renkleri özel olarak seçmedim, ama resimlerimin karışık olmasını istemediğim için bir renk kısıtlaması yaptım ve bunun beni iyi yönlendirdiğini düşünüyorum. Vurgulamak istediğiniz neydi? İsminde de olduğu gibi, sergimle kalabalıkları vurgulamak istedim. Benim resimlerim de insan odaklı, ama insanı portre veya boy olarak göstermiyorum. Yollar, köprüler, binalar gibi kendi oluşturdukları yapılar arasında ve büyük bir topluluğun içinde göstermeyi tercih ediyorum. İsteğim, topluluğun gücünü ve estetiğini öne çıkarmak. Güruh halinde insan topluluklarının ilgimi çekmesinin nedeni ise şehirleşme süreci içinde hâlâ en önemli şeyin insan olduğunu düşünmem olabilir. Onları toplu halde resmederek bu önemi ortaya çıkarmak istiyorum. Beğendiğiniz, etkilendiğiniz ressamlar kimler? Türkiye’de, Hafriyat Grubu’ndan Hakan Güysoytırak’ın resimlerini beğeniyorum, Türk halkını, insan ifadelerini ve İstanbul'un şehir hayatını çok iyi anlatıyor. Onun resimlerinde adeta cansız objelerin bile bir karakteri, ifadesi var. Yurtdışından ise Peter Doyle’u beğeniyorum, o daha çok hayali çalışıyor, ama hikâye anlatımında çok başarılı.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle