11 Haziran 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 6 AĞUSTOS 2006 / SAYI 1063 Frau Turna Türkiye’de Özlem Altunok zay Fecht, “40 Metrekare Almanya”nın Turna’sıydı. Bilmediği bir ülkede, 40 metrekareye kıstırılmış, kapatılmış bir kadını canlandırdı. 1986’da bu filmle Avrupa’da tanınan bir oyuncu oldu. Zaten Almanya’da yaşıyor, oyunculuk yapıyor, caz söylüyordu... Turna’dan çok farklı ve belki de şanslı bir kadın olsa da, daha çok Türk kadını ya da anne rollerinde oynadı. Yılmadı, oyunculuk atölyelerine katıldı, seyahat etti, araştırdı, biriktirdi... Şimdi koltuğunun altında onlarca rol ve dört caz albümüyle oyunculuk yapmak, ondan da önce oyunculuk eğitimi vermek için Türkiye’ye yerleşiyor. Bu kararını pekiştirense son En sevdiği karakter, “40 Metrekare Almanya” filminde canlandırdığı Turna. Gözü ise bir Almodovar kadını olmakta. “Bir karaktere ulaştığınızda oynamanıza gerek kalmaz” diyor. Özay Fecht, 35 yıldır oyunculuk yapıyor, dünyayı geziyor, şarkı söylüyor. Şimdi biriktirdiklerini paylaşmak için Türkiye’de oyunculuk eğitimi veriyor. Ö Siz onların önünü açan bir kuşaktansınız sanırım... Evet. Benim zamanımda Almanya’da pek Türk oyuncu yoktu. Ben 71’de, liseyi bitirir bitirmez, bavulumu aldım ve tek başıma, artist olmaya Almanya’ya gittim. Peki neden burada ya da başka bir ülkede oyunculuk eğitimi almak değil de, Almanya? Aklına koyduğunu yapan biriyim. Kendimi bildim bileli oyuncu olmak istiyordum ve bunun için de gitmem gerektiğini düşünüyordum. Aslında Paris’e gitmek isterdim, ama ailemin beni tiyatro okuluna gönderecek parası yoktu. Ben de önce Almanya’ya gideyim, sonra başka ülkelere geçerim diye düşündüm... Gittikten altı ay sonra Londra’daki bir tiyatro okulunun sınavlarını kazandım, ama çalışma iznim olmadığı için Berlin’de kaldım. Angela Winkler ve Peter Steinen gibi önemli oyunculardan oyunculuk dersleri aldım. Üç yıl pantomim okuluna gittim, tiyatrolarda oyunculuk yaptım. Bir yandan da garsonluk, yer hostesliği gibi işler yaparak geçinmeye çalışıyordum. Hayatınızı oyunculukla kazanmaya ne zaman başladınız? “40 Metrekare Almanya” filmiyle beraber... Film, Cannes’da, Locarno’da önemli ödüller aldı, ben de “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü alınca, ardından büyük rollerde oynamaya başladım. Türkiye’de de daha çok “40 Metrekare Almanya”, “Yara” ve “Mavi Sürgün”le tanınıyorsunuz. Bu üç film de dramatik filmler. Oysa yurtdışında komediden polisiyeye farklı işlerde yer aldınız... Doğru, şimdiye kadar 5060 filmde çeşitli rollerde oynadım. Yine de “40 Metrekare Almanya”dan sonra pek de etkilendiğim bir rolde oynamadım. Bu aralar Türkiye’ye sık gelmemin sebebi de biraz bu. Hem oyunculuk dersleri vermek, koçluk yapmak hem de iyi projelerde yer almak için buradayım. Ayrıca yakında ilk kez Türkçe bir plak yapacağım... BİR ALMODOVAR KADINI... 35 yıl sonra, neden şimdi dönmek? Şimdiye kadar buradaki sinema ortamıyla pek bağım yoktu. Burayla bağlantıyı da daha çok oradaki Türk yönetmenler aracılığıyla kuruyordum. Son dönemde Türk sinemasındaki hareket beni heyecanlandırıyor. Oynamakla oynamayı öğretmek arasında nasıl bir fark var? Aslında bu, iyi oyunculuktan çok, tecrübeyle ilgili. O kadar yaşadım ki, bunları artık gençlere aktarmak istiyorum. Atölye çalışmanızın adı, “Kamera Karşısında Oyunculuk”. Nasıl bir eğitim bu? Eğitim, Nicole Kidman, Tom Cruise gibi oyuncuları da çalıştıran Susan Batson’dan öğrendiğim oyunculuk tekniği üzerine kurulu. Eğitim süresince doğaçlama, duygu, beden, rol çalışmaları, kült filmlerin kilit sahneleri üzerine karakter incelemeleri, sohbetler yapıyoruz. Amaç küçük, ince oynamayı, hatta oyunculuk tecrübeniz olmasa bile görünüşünüzle, şahsiyetinizle kamera önünde nasıl durulacağını öğretmek. Çünkü kamera önünde önemli olan karakteri çözmek ve bunu yansıtmak. Sizce bir karaktere hayat vermek ne demek? Onu çok derinden hissetmek demek... Ancak o zaman, canlandırdığınız kişiyi yüzünüzde, bedeninizde taşıyabilirsiniz. Ona ulaştığınızda da oynamanıza gerek kalmadığını anlarsınız. Sizin oynadığınız en gerçek karakter hangisiydi? “40 Metrekare Almanya”da canlandırdığım Turna. Tabii bunda yönetmeni Tevfik Başer'in rolü de büyüktü. Çok iyi canlandıracağımı düşündüğüm bir karakter de herhangi bir Almodovar kadını... Ne zamandan beri caz söylüyorsunuz? Kendimi bildim bileli... Caz eğitimi almadım, ama birçok atölye çalışmasına katıldım. 79’dan beri Almanya’da, “40 Metrekare Almanya” filminden... daha sonra da turnelerle beraber Avrupa’da caz şarkıcısı olarak tanındım. Size orada Türk Billie Holiday diyorlarmış... Evet, İngilizce caz söyleyen bir Türk kadını olarak dikkatlerini çekmiştim. Billie Holiday şarkıları da söylüyordum. Zaten Almanya’da dört caz albümüm var. Şimdi de burada aranjör Osman İşmen’le birlikte Türkçeye çevrilmiş İspanyol şarkılarından oluşan bir albüm hazırlıyoruz. Albüm, yalnız yaşayan bir kadının söylediği şarkılardan oluşacak. O kadın siz misiniz? Evet. Sürekli hareket halindeyim. Durmuyorum. Böylece yeni insanlar tanıyorum, değişik fikirlerle karşılaşıyorum. Yarın ne yapacağımı bilmek, bağlılık, mal, mülk istemiyorum. Bir şey alacak olursam, bu, en fazla bir tekne olur. (Özay Fecht’in, “Kamera Karşısında Oyunculuk” atölyesi 111213 Ağustos ve 181920 Ağustos’ta Galata Perform’da. Fecht, atölye çalışmalarını eylül ayından itibaren de ayda bir kez olmak üzere sürdürecek. İletişim için Sinan Zeren: 0 532 412 29 26) Fotoğraf: Vedat Arık dönem Türk sinemasını heyecan verici bulması. Sırada yalnızlığı seçen bir kadını anlatan caz albümü de var... Bir oyuncuyu en çok ne rahatsız eder? Mesela siz Almanya’da sürekli “Frau İncegül” benzeri kadın rollerinden sıkılıyor muydunuz? İyi bir senaryo ve iyi bir karakter, bir oyuncu için en güzel şeydir. Bunlar olmayınca sıkıntı da başlar. Ben de Almanya’da, özellikle son dönemde Türk anne rollerinde sıkça oynadım. Bu, aynı zamanda tüm dünyada yaşı ilerlemiş kadın oyunculara uygun görülen bir yaklaşım. Bunun kimliğinizle de ilgisi var herhalde... Bu, bütün yabancıların sorunu. Ne kadar yetenekli olsanız da, Almanya’da öncelikle “Türk”sünüz. Ben kentli, birkaç dil bilen, eğitimli biri olduğum halde bile orada hep “başkası”ydım. Ama ne mutlu ki, şimdi genç jenerasyon bu tür sorunlar yaşamıyor. Yani aileniz bir şekilde sizi destekledi, öyle mi? Evet. İkisi de sanatçı ruhlu insanlardı. Babam caz piyanistiydi, barlarda çalar, müzisyenlerle arkadaşlık ederdi, ama para kazanmak için, kravat takmaktan nefret etse de, başka işler de yaptı. Annemse terziydi, ama çok iyi bir jonglördü, hayali ise ip cambazı olmaktı. Babam eve misafir geldiğinde ona elma, portakal verirdi çevirmesi için. İkisi de sirkte çalışmak isterdi... 70’lerde dünyanın hareketi de etkilemiş miydi sizi? Evet. 68 kuşağındanım. 71’de hippilere takıldım, Hindistan’a gittim. Seyahati, yeni şeyler görmeyi çok seviyorum. Almanya’da yaşıyorum, ama şimdiye kadar bir yerde altı haftadan fazla kalmadım, sürekli hareket ediyorum. Gittiğiniz yıllara dönecek olursak, ne yaptınız Almanya’da? Sevmek öğrenilir bir şeydir... Aslı Selçuk ngelA sevmeyi bilmeyen, sonra sevmeyi öğrenen bir insanın öyküsü. Sanırım sevememek modern dünyamıza ait bir sorun. Toplum bizi ideal saydığı bireyler olmaya itiyor. Bence kendiyle barışık olmak, ufak tefek ya da iriyarı kendini olduğunca kabullenmek en doğrusu” diyor AngelA’nın yaratıcısı Luc Besson. On yıldır rafta duran projesini on yıl, yirmi günde yaratmış. “AngelA”yı bir aşk öyküsü, André Mussa’nın kendisiyle barışarak kendini sevmesi olarak tanımlıyor: “Filmim büyü ve romantizmle dolu. Gerçekliğin içinde yer değiştiren aşkın öyküsü. Besson’un filmografisinde cinsellik içeren film yok, kendini şöyle savunuyor: “Bana göre cinsellik insanın özelinde kalması gereken bir olgu. Aşk öykülerim genelde olanaksızlar, doğru ama epey saf, içten ve romantikler...” A Çocukken saf olduğunu da söylüyor Besson. Ona göre aşk, bir kızla tanışmak, âşık olmak, evlenmek, çocuk yapmak, tüm yaşamı birlikte geçirmek demekmiş. Walt Disney’in öykülerinden, animasyonlarından çok etkilenmiş. Kendinden büyük bir kadına âşık olunca insan davranışının gerçekliğini öğrenmiş. Aşk oyunundan hiç anlamayan delikanlı sonraları ahlak bozukluğu, kötülük, kazanç oltasının ayrımına varmış: “Oysa tüm bunların finans dünyasına ait olduklarını sanıyordum. Aşkın ulusal bir park gibi korunan bir bölge olduğunu düşünüyordum...” Luc Besson’un gösterimdeki son filmi “AngelA”nın kahramanı, toplumun “ideal birey” beklentisine sırt çevirip kendiyle barışıyor, sevmeyi öğreniyor... “Filmim büyü ve romantizmle dolu” diyor Besson, “gerçekliğin içinde yer değiştiren aşkın öyküsü.” Bu cinsellik vurgusundan neden kaçındığını da gösteriyor, Besson olanaksız aşkları yeğliyor... VAROLMALI, İZ BIRAKMALIYIM! Besson’un çocukluğuna gelince, 510 yaşları arasında Club Med’de çalışan annesi ve babasıyla zincirin Yugoslavya ve Yunanistan şubelerindeymiş. Doğayla yoğun bir ilişkinin yaşandığı bu dönem sinema dünyasında ona çok yardımcı olmuş. Besson’a göre sinema zihni rahatlatmak için içilen bir aspirin, düşleri yüreklendiren bir araç. On yaşındayken anne ve babası boşanınca psikolojik şoka girmiş. Annesiyle yaşamaya başlamış. “Dört yanı duvarlarla çevrili bir okula gidiyordum” diye anlatıyor bu dönemi, “ağaçların orada niçin demir kafeslerin içine hapsedildiğini anneme soruyordum. Gururlu bir kadın olan büyükannemi sıkça görüyordum. İzlediğim filmlerle (Yedi Silahşör, En Uzun Gün, 2001 Uzay Yolu Macerası) ilgili düşler kuruyordum. Taşlarla mizansen yapıyordum. Tenten, Asteriks, Red Kit’i yutarcasına okuyordum.” On üçüne gelince fotoğrafa ilgi duyan Besson, para kazanmak için komşu bahçelerin çimini kesmiş. On beşinde ikinci şokunu yaşamış, anne ve üvey babası ayrı aileler kurmaya karar vermişler. “Sanki bana sen yolunda gitmeyen, yürümeyen bir ilişkinin kanıtısın, seni silersek her şey temizlenecek diyorlardı. Tüm bunların beni silmek için yapıldığını düşünüyordum. Kesinlikle varolmalıyım, iz bırakmalıyım dedim kendi kendime. Varolmak içinde yaratmalıyım.” “AngelA” filminden... Lisede fotoğraf ve sinema atölyesine katılan Luc, on yedisinde annesine her şeyi bırakıp sinema yapacağını açıklamış ve onayını almadan, meteliksiz evden ayrılmış. Annesi onu tren istasyonuna kadar bile geçirmemiş, 11 kilometreyi tek başına yürümüş. “Paris trenini beklerken kapağında Robert Redford’un resmi olan Première dergisi gözüme ilişti” diye anımsıyor o günü, “tren bileti ve dergi arasında bocaladım. Sonunda dergiyi satın alarak yolculuğu bedavaya getirdim”. Besson’un senaryo yazarlığı da var, “Banliyö 13Yön: Pierre Morel, 2004” onun kaleminden çıkma. Fransız banliyösüne hayran da. Bu en yaratıcı bölgedeki insanların eğreti konumlarından sıyrılmak amacıyla ellerinden geleni yaptıklarını vurguluyor: “Yirmi yıldır tüm sanatsal, biçembilimci yenilikler banliyöden çıkıyor. Yarım yüzyıldan beri ENA’lar (Ulusal Yönetim Okulu) tarafın dan yönetiliyoruz, bunlar da yalıttıkları dünyalarında birbirlerini yönetiyorlar, halkı ve sokağı hiç tanımıyorlar. Fransa’daki banliyö krizi bunun en iyi kanıtı, baskıyla bu sorunu örtbas ediyorlar. Ülkenin ekonomik geleceği banliyöden geçiyor. Orası kaynıyor, orada kültürel, sanatsal, dinsel bir karışım var. Açlar ve enerji dolular. Her yerde dışlanıyorlar. Bu gençler ekonomik, politik ve demokratik yaşamda daha doğru temsil edilseler elbette seslerini duyurmak için komşularının arabasını ateşe vermezler...” Kendisini dünyalı olarak tanımlıyor Besson, Parisli, Fransız, beyaz görmüyor. Hiçbir dine inanmıyor, hiçbir siyasi partiye katılmıyor. “Çocukken en iyi dostlarım balıklardı, bir müren ve bir ahtapot” diyor, “André Gide’in dediği gibi: Beyaz ne kadar akılsızsa siyah ona o kadar iğrenç görünür.” CUMHURİYET 06 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle