02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 6 AĞUSTOS 2006 / SAYI 1063 Ülkem nasıl yıkıntılar altında kaldı? Yazar Abbas Beydoun Beyrut Assafir gazetesi kültür sayfaları şefi, aynı zamanda bir şair. Arap dünyasında sözü geçen bir isim... Savaşın ülkesinde geçen 14 Mart’ta başlayan barış projesini hedef aldığını Abbas Beydoun... düşünüyor. “Bu sivil bir savaş” diyor, “İsrail kirli ve kolay yolu seçti”. Lübnan’ın kimliğine ilişkin de bir tespiti var: “Her savaşla beraber Arap dünyasına olan bağlılığımız acı verici şekilde yeniden keşfediliyor”. ir sözcüğün yükünü atmamız gerekiyor: Düşman. Hizbullah’ın en sert eleştirmenleri de, en güçlü destekleyicileri de sadece bu sözcüğü tanıyorlar. Daha ilk bombardımanlar başlamadan onlar her şeyi isimlendirmişlerdi. Onlar için yenilik yok. Hep aynı hikâye ve aynı düşman. Ama unutulan, sözcüğün tek sesliliği ile beraber siyasi bir retoriğin son kalıntısı olarak yapay şekilde hayatta tutulması. Esasen iki grup vardır: Birisi savaşa, birisi barışa yönelir. Bir grup çarpışmayı canlandırmak ister. Öteki grup barışı destekler, yalnız barışın adını koymaktan çekinir. Adlandırma olarak “ateşkes”le yetinir. Sözcük, çatışmayı bizim başlattığımızı ve dolayısıyla İsrail’in yaptığının buna uygun bir intikam olduğunu telkin edebilir. Şu andaki savaş, İsrail’in bizi düşman olarak istediği ve bu şekilde tavır takındığı anlamına geliyor. İsrail ve Amerika, Lübnanlıların çoğunluk olarak savaş değil, barış istediklerini, Suriye’nin Lübnan’dan çıkışının savaşçı ve düşmanca bir ideolojiden ayrılmanın başlangıcını simgelediğini, bu ülkenin barışçıl bir planı olduğunu, kültürel etkisinin, ülkenin gücünü ve büyüklüğünü aşacak boyutta olduğunu bilmiyor değillerdi. İsrail bu imkânı görmezlikten geldi. Sadece ona karşı düşman olan Hizbullah’ın askeri gücüne değil, Lübnan’da yaşayan herkese savaş ilan etti. Lübnan’ın barışsever projesini temelinden yıkmaya kalkıştı. Savaş Hizbullah’a karşı sürdürülüyor, ama bombalar fabrikalarda, caddelerde, meydanlarda, evlerde ve sivil hayatta patlıyor. Bombalar devleti parçalıyor, o da zayıf olduğundan sivil hayatla beraber çöküyor. Savaş Hizbullah’a karşı sürdürülüyor, ama bombalar 14 Mart’a (Hizbullah ile Hıristiyan lider General Michel Aun arasında imzalanan ittifakın tarihi) yönelik. Savaş, onu destekleyen gruba karşı, ama barışçıl proje ateş altında. İsrail, Lübnan’daki tüm siyasi hayatı yok etmek üzere. B Bombalar henüz onları vurmadı, ama her şey bir “an”dan ibaret... iç durum İsrail’in kontrolsüz azmasına müsaade ediyor. Hizbullah buna karşılık amaçta, itinada ve sembolik ifadede, yani kalitede ve miktarda farklılık yaratıyor. Hizbullah mesajını enkaz altında bırakmaktan kaçınıyor. Hayfa’daki petrokimyasal fabrikalara belki ulaşabileceğini söylüyor, bunun üzerine İsrail Lübnan’daki tüm elektrik ağını yerle bir etmekle tehdit ediyor. Eylem ve tepki iki farklı doğa. Hizbullah şiddetini arttırabilir. İsrail de belki Hizbullah’ı yok edebilir. Bu iki savaştan iki taraf kendi akıllarınca galip gelebilirler. Bunların hiçbiri savaşın sonunu getirmez. Sonunda yıkma kuruntusu artık olarak kalır. Deniliyor ki, Lübnanlı kendini siyasi sorumluluktan arındırıyor ve suçu yabancı aktöre yüklüyormuş. Başlangıçta Panarabizmin propaganda klişesi olan bu kolay ve basit model şimdi 14 Mart yanlılarının hafızasına yerleşti. Esasen Suriye’nin Lübnan’dan çıkışının stabilize eden faktör olarak görülmesi gerekirdi, fakat 14 Mart yanlıları her bir olumsuzluğu Suriye komplosuna bağlıyorlar. Her siyasi ilişki, her bilgi ve nefsi eleştiri Hizbullah’ın Suriye ve İran emri doğrultusunda hareket ettiği iddiaları nedeniyle engelleniyor. Hakikaten Hizbullah Lübnanlıların üçte birini temsil ediyor ve dolayısıyla Lübnan politikasında önemli bir aktör. Onları sadece enstrüman olarak görmek, isteklerini ve çıkarlarını hiçe saymak neye yarar? Hizbullah’ın kendisi İran’a olan bağımlılığını kınama olarak görmüyor. Dinci ve Şii partisi ve böylece milli sınırları aşan Şiiciliğin dinsel hiyerarşik düzeninin bir parçası, ama Hizbullah yabancı davetsiz misafir değil. Şiilerin Lübnan’ın hassas mezhep düzeninde istikrarlı yeri var. Yabancı denetleme şüphesinin mantığına uyarsak, Lübnan’daki tüm partilerin yabancı güçlerin ajanları olmaları gerekir, o zaman Lübnan’da ne bir sorun vardır ne de bir Lübnan sorunu. Bu mantık doğrultusunda varabileceğimiz tek sonuç, bu ülkenin bu oyun içerisinde sadece bir figür olduğu. Bu yüzden her şeyde sadece Suriyeİran ajandası görmek düşüncesizlik. Maalesef bu tezi sadece Amerika değil, Lübnan’da çoğunluğu temsil eden siyasi liderler de savunuyor. Bu sadece Hizbullah’ın mantığını zayıflatmak için bir bahane, çünkü ona göre İsrail ile savaşmak ankete gereksinim duymayan doğal bir şey. Bu yüzden yabancı denetlemeden bahsediyorlar. Bu bakış açısı ideolojinin bir parçası, özellikleri görmek istemeyen, rahatça olayları basitleştiren ve ikicilik yaratmaya yönelen bir ideoloji: Demokrasi diktatörlüğe karşı, kötü iyiye karşı, Amerika Suriye ve İran’a karşı. Eğer bu ikicilik prensibine uyarsak, İsrail bombalarının nereye düştüğünü bilemeyeceğiz. Suriyeİran oyununa mı düşüyor, yoksa sivil topluma mı? Savaşın kendisini oyun olarak görmek daha da tehlikeli bir bakış. O zaman bombanın patlayışı elektronik bir oyuncağın sound'una benzeyecek. Hizbullah bu görüşü almakta hiç zorluk çekmeyecek. Onlar için bu zaten Amerikan oyunu. Böylece çember kapanacak. 1948’den beri bu devlet anlayışının askeri karikatürü hiçbir savaşı kazanmadan siyasi ve güncel hayatımızı eritiyor. Ama kendimizi savaşçı bir dil ile ifade ettiğimizden, savaş halisülasyonlarına kaptırdığımızdan dolayı, sanki savaşı ısmarlamışız gibi görünüyoruz. Tüm savaşlar bizim topraklarımızda, yani bize karşı düzenleniyor. 1956’dan 1967’ye kadar, dahası, İkinci Körfez Savaşı’na kadar bu böyleydi. Hizbullah bu sembolü kırıyor. Sadece konuşmuyor, gerçekten savaş istiyor ve savaşı düşmanın topraklarına taşıyor. Araplar için Hizbullah şimdiden sembolik olarak bu oyunda galip geldi. Şüphesiz, bu sembole olan arzuları çok büyük. Sorulması gereken soru ise: Bundan sonra ne olacak? HİZBULLAH DAVETSİZ MİSAFİR DEĞİL İsrail Hizbullah’ın savaşına kesin yıkıcı güç ile karşı koymak istiyor, bunu da askeri rasyonellikle hiçbir alakası olmayan şiddetle yapıyor. Uluslararası, bölgesel ve İsrail Hizbullah’ı değil, Lübnan’daki gündelik hayatı vurdu. Gazeteci Abbas Beydoun Arapların uzun yıllardır savaş beklentisi içinde yaşadıklarını anımsatıyor, ama bu beklenti bile savaşın kirli yüzünü örtmeye yetmiyor... HİZBULLAH’IN MUCİZE ROKETLERİ! Lübnan televizyolarına bakan hemen iki resmi görür, çoğunluğun ıstırabı ve ElManar’da Hizbullah’ın direniş seferi. ElManar’da sadece savaş gemisine düzenlenen saldırıdan ve Hayfa’ya atılan bombalardan söz ediliyor. Propagandanın parolası şu: İsrail’i canından vurabilecek ilk biziz. Bu hesapta ıstırabın, korkunun, yıkımın parametreleri tamamen silinmiştir. Oysa uçakların bombardıman düzenlediği yerde kahraman, kahramanların olduğu yerde uçaklar yoktur. Başka bir deyimle: Korunmasızların olduğu yerde savaşanlar ve savaşanların olduğu yerde de korunmasızlar yoktur. Sivil topluma karşı bir savaş. İsrail kolay ve kirli yolu seçti. Roketleri yatak odalarında, ilaç taşıtlarında ve kaçanların arabalarında arıyor. Şimdiye kadar kuşkusunu onaylayacak silahlar ve yüzlerce suçsuzun arasında bir tane savaşçı bulunamadı. Kolay bir savaş, kanlı bir dalaşma, amaç ise, Hizbullah’ın etrafındaki kurumları ve insanları yok edip öldürmek. Buna karşı Hizbullah zor bir savaşın kıvancıyla kendini süsleyebilir. Sürekli yeni rekorlar kırıyor. Saddam Hüseyin’in İsrail’e düşen iki roketi ile kıyaslarsak, Hizbullah’ın roketleri bir mucize gibi görünüyor. Birçok Arap bu ufak ve önemsiz sembolik başarıları yeterli bulacak, hafızalardaki aşağılayıcı savaşlar buna imkân sunacak. 1948’den beri Araplar savaş beklentisi içerisinde yaşıyor. Onların fantezilerinde toplumlar sadece emre ve askere uyan orduyu oluşturuyor. Her farklılık bir kayıp ve hainlik olarak değerlendiriliyor. Hükümetler, tartışmasız emirlerle hükmeden savaş hükümetleri. BU ÜLKELER NASIL BAŞARDI? Kimlik kavramını atmamız gerekiyor. Her savaşla beraber Arap dünyasına olan bağlılığımız acı verici şekilde yeniden keşfediliyor. Sanki her seferinde ihmal, şüphe veya döneklik ortada diye bunun bedelini ödemek gerekiyor. Böyle bir retorikte kimlik, yüce, varolma öncesi belirlenmiş ve kararımızın üzerinde olan bir gerçek olarak görünüyor. Kimlik böylece jeopolitik saltçılık oluyor, tabiata ve yazgıya dönüşüyor. Bu durum Hariri’nin sözlerini anımsatıyor: Budur tanrının yarattığı. Lübnan ekonomik açıdan her zaman Arap dünyasına entegre oldu. Aynısı kültür ve güncel hayat için de geçerli. Krizlerin panarap ideolojisinden veya Batı’ya yönelik siyasetlerden kaynaklandığını iddia etmek güç. Bunların hepsi her yerde var. Yine de bu durum Kuveyt’in, Mısır’ın, Fas’ın ve Irak’ın Arap kimliği ile mutlu olmalarını engellemiyor. Bu ülkeler nasıl başardı? Neden bizim Lübnan kimliğini belirlemek için mutsuz olmamız gerekiyor? Neden her zaman büyük bir bedel ödemek mecburiyetindeyiz? DIE ZEİT gazetesinden çeviren: AHMET SALMAN CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle