22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 PAZAR SÖYLEŞİLERİ 9 TEMMUZ 2006 / SAYI 1059 Sıvas’ı unutmamak Ataol Behramoğlu B ir cinayetin adıyla bir kentin adını özdeşleştirmek doğru değil kuşkusuz. Kaldı ki Sıvas, ulusal kurtuluş savaşımızın da simge kentlerindendir. Fakat ne yapalım ki 16. yüzyılda Pir Sultan Abdal’ın Hızır Paşa tarafından darağacına gönderilmesinin, 34 Eylül 1978’de Alevi yurttaşlara karşı saldırılar ve işlenen cinayetlerin ardından 2 Temmuz 1993’teki katliamla Sıvas bir kez daha yara aldı. Pir Sultan’ın kızı, unutulmaz güzellikteki ağıtında, bu kentimizin adını “kanlı” sıfatıyla nitelemişti: “Dedemi astılar kanlı Sivas’ta...” Yüzyılların ötesinde kalan acı, şiirlerde, türkülerde ölümsüzleşiyor. Bir bakıma, toplumsal bellekte yerini alarak acının aşılmasıdır bu... Fakat 2 Temmuz 1993 katliamının acısı sürmekte. O gün açılan yaralar kanamaya devam ediyor. Cinayet sanıklarından kimileri, uzun süren yargılamalar sonucunda suçlu bulunarak mahkum edildiler. Fakat ceza yasasında değişiklikler ve başkaca ayak oyunlarıyla, birçoğunun, belki tümünün serbest bırakılması söz konusu. Kimileri zaten serbest, ya da kaçak. Fakat bana daha da ağır gelen, önceki hafta Sıvas’ta yapılan anma törenlerinde, birilerinin yol kıyılarından törendekilere sözle sataşmış olmaları... Bu potansiyel katiller, hiç kuşku yok ki durumu uygun gördüklerinde, sadece sözle değil, Madımak Oteli’ne yaptıkları gibi taşlarla da saldıracaklar. Sonra da ortaçağlardaki gibi, yanıcı ve yakıcı ne bulurlarsa “düşman”larının üstüne fırlatıp, yakacak, yok edecekler onları. Bu tam olarak ortaçağ duyarlığıdır. Beslendikleri kaynaklar da böyle emrediyor. Senin gibi düşünmeyeni yok et. Sıvas’ta yuvalanan katillerin, 2 Temmuz 1993 katliamından pişmanlık duymak şurda dursun, yeni kıyımlar için fırsat kolladıkları gün gibi ortada. Tören katılımcılarının acılarına en azından sessizce tanık olmak yerine, sataşmak, saldırmak cüretinde bulunmaları başka nasıl açıklanır? Şonagon Hanımefendi’ye misafir olmak Bir yastık altı defteri. 1000 yıl öncesinin bir saray hanımefendisine, Sei Şonagon’a ait. Şonagon’u biraz küstah bulabilirsiniz, ama ortak zevk ve kaygıları da yakalayabilirsiniz... Metis tarafından yayımlanan “Yastıkname”, Kitap Çevirmenleri Girişimi ortak çevirisi... Aslı Biçen azı kitaplar bize kendimizi misafirlikte gibi hissettirir, öyle uzak bir coğrafyada öyle bilmediğimiz bir kültürde buluruz ki kendimizi, hayret duygusunu yitirmemiş eski zaman seyyahları gibi dikkatle etrafımıza baka baka dolaşırız bu kurgumekânda. Peki ya mekân kurgu değilse? Bu durumda tarihten bahsetmek gerekir; tarihi gerçeklerden kurulu bir metinden. Memleket tedrisatından geçmiş çoğu bahtsızın yüzünü buruşturmadan telaffuz edebileceği bir kelime değildir tarih. Savaşların, uluslararası ilişkilerin, seçilmiş, elenmiş, kalıbına uydurulmuş tarihi biliriz biz. O yüzden de 1000 yıl önce, yani dünyada daha ancak destanlar varken, oturup kendi hayatını tümüyle öznel bir bakış açısıyla yazmış bir saray hanımefendisinin, yastıkaltı defterini karıştırdığımızda bize hiç de tarih gibi gelmeyecektir. Sei Şonagon’un misafirisiniz artık ama sakın ha kaftanınızın eteklerini düzeltip durmayın, elinizi ayağınızı da mangala uzatmayın, sinir olur. Çayınızı yudumlarken, Japon saray hayatının türlü ayrıntılarını sayıp döker size, belki de Kurosawa’nın tarihi filmlerinde duyduğumuz, daima küçük bir çocukla konuşuyormuş gibi gülücükler barındıran şu ilginç kadın sesiyle. Saray kedisini korkutan zavallı köpeciğin başına gelenleri anlatır, kar yağdığı zaman bahçede yapılan kar dağının kaç günde eriyeceğine dair tutuşulan bahsi, bayram günlerinde kutsal yerlere yaptığı ziyaretler sırasında yaptığı bir tespiti: Vaizler mutlaka yakışıklı olmalı, malum ibadet sırasında daima onlara bakılıyor. Kim şık, kim rüküş fısıldayıverir kulağınıza, yine o kahkahalı sesiyle. B Renklendirme: GÜLAY TUNÇ yaşadıkları, geceleri de aydınlatmanın pek iyi olmadığı düşünülürse, kitapta anlatılan sevgili trafiği, geceleyin gizlice gelip şafak vakti kimselere duyurmadan gitmeler daha bir anlam kazanır, çünkü sevgili seçiminde fizikten ziyade akıl ön plana çıkar. Yazılar ve mesajlar üzerinden doğar ilişkiler. Mesela Şonagon Hanımefendi’nin ahım şahım güzel olmadığı rivayet edilse de erkekler arasında revaçtadır. Cinsel özgürlüğün son derece fazla olduğu, sadakat kavramının pek rağbet görmediği dönem, daha sonra ahlakçı eleştirmenler tarafından tenkit edilecektir. İÇİNİZİ KIPIR KIPIR EDEN ŞEYLER... Zaman zaman, değer yargılarıyla, unvana ve mevkiye büyük saygı duyan yaşlı teyzenizi hatırlattığı için ondan biraz soğuyabilirsiniz, ama size içini açtığı muhteşem listeleriyle gönlünüzü tekrar fethedecektir. Şöyle şeyler yazabilmiştir çünkü o listelerde: “Yavrularını besleyen serçeler. Küçük çocukların oyun oynadıkları yerlerden geçmek. Mis gibi tütsü kokan bir odada uyumak. Zarif Çin aynasının biraz puslandığını fark etmek. Yakışıklı bir erkeğin arabasını kapınızın önünde durdurup hizmetkârlarına ‘Geldiğimi haber verin’ demesi... Birini beklediğiniz gecelerde rüzgârın camınıza savurduğu yağmur damlalarının sesiyle birdenbire irkilmek.” (İçinizi Kıpır Kıpır Eden Şeyler) Sıvas’taki töreni balkonlarından izleyenlere de bir çift sözüm var. Bu ülkede ve bütün dünyada yaşanan felaketlerin başlıca sorumlularından biri de sizler, siz balkon izleyicilerisiniz. OIup bitenleri sanki bir sinema salonunda gibi, locanızdan izliyorsunuz... Zaten bu nedenle yaşamın kendisinin de sizler için, herhangi bir sinema gösterisinden farkı olamaz... Sizler bu yaşamın katılımcısı değil, yaratıcısı hiç değil, olsa olsa sıradan izleyicilerisiniz. Ve sonuç olarak da suç ortaklarısınız. Hiçbir tarafı tutmuyor görünmek, eninde sonunda taraf tutmaktır çünkü. Ve hepsinden daha utanç verici, ve (yeri geldiği için kullanmak zorundayım) kusturacak kadar mide bulandırıcı olanı ise, 2 Temmuz 1993’te insanların yakılarak, boğularak öldürüldükleri bir mekânın bugün kebapçı dükkânı olarak işletiliyor olması. Bu tıpkı, Auschwitz adıyla özdeşleşen Nazi toplama kamplarından birinin yerinde bugün bir restoran işletilmesine benziyor. Hitler’ciler iktidarda olsa, böyle bir girişim yadırganmaz, hatta çok da yakışırdı... Peki Madımak Oteli’nin yerinde bugün bir kebapçı dükkânının açılmış olması, kime, kimlere yakışıyor? Anma törenine saldıranlara ve benzerlerine yakıştığında kuşku yok... Fakat, balkondan izleyenler de içinde olmak üzere, bütün bir Sıvas, daha da öte, bütün bir ülke bunu içine sindirebiliyor mu? O alan kamulaştırılarak, neden, geçen yıldan bu yana Avrupa Parlamentosu’nun da çağrısına uyarak, katillerin sonsuzca lanetleneceği, barışın ve düşünce özgürlüğünün yüceltileceği bir barış ve düşünce özgürlüğü müzesine dönüştürülmüyor? “Sivas’ı unutma, unutturma!” diye haykırılmış İstanbul’daki mitingde. Tarihsel dokusuyla, kültür çeşitliliği ve zenginliği ile kentlerimiz arasında özgün bir yeri olan Sıvas’ımızın adını lekeleyen cinayet unutulmadı, unutulmayacak... Canilerce kuşatılan Madımak Oteli’nin merdivenlerinde üç ozanı, Metin Altıok, Behçet Aysan ve Uğur Kaynar’ı gösteren unutulmaz fotoğraf, bu gün olduğu gibi yarın ve gelecek zamanlarda da, cinayete tanıklığın ötesinde, vicdanlara ve gerçek anlamıyla insan olmanın sorumluluğuna ilişkin bir çağrı olarak belleklerden ve zihinlerden silinmeyecek... ataolb@cumhuriyet.com.tr “Taşradan gelen bir mektup, ama yanında hiçbir hediye yok. Başkentten taşraya gelen böyle bir mektup için de aynısı söylenebilir; fakat yine de içinde bir sürü sosyete haberi olacağından, onda bir teselli bulabilir insan.” (Moral Bozucu Şeyler) “Bir kaba su dökerken suyun üzerinde oynaşan ışık.” (Temizlik Hissi Veren Şeyler) “İnsan birini sevmez oldu mu başka biri haline geldiğini zanneder, halbuki hâlâ aynı kişidir.” (Birbiriyle Kıyaslanamayacak Şeyler) “Birisi size hıçkırarak acıklı bir hikâye anlatır; onu samimi bir merhametle dinlersiniz. Bununla birlikte tek bir damla gözyaşı dökemeyecek durumdasınızdır ki bu da pek münasebetsiz kaçar. Yüzünüze ağlamak üzereymişsiniz gibi şekiller verseniz de hiçbir şey değişmez: Tek damla gözyaşı dökemezsiniz.” (Münasebetsiz Şeyler) “Bir hayranınız gizlice ziyarete geliyor, ama köpek onu fark edip havlamaya başlıyor. İnsanın hayvanı gırtlaklayası gelir... İlişki yaşadığın bir adam eskiden tanıdığı bir kadını methettikçe ediyor. Bu geçmişte kalmış bir şey olsa da fazlasıyla sinir bozucu olabilir. Hele kadınla hâlâ görüşüyorsa daha beter! (Yine de bazen o kadar da kötü gelmiyor)” (Gıcık Şeyler) “Birlikte yaşasa da aralarında mesafe bırakabilen insanlar.” (Nadir Şeyler) “Kardeşler ve birbirini sevmeyen bir ailenin diğer üyeleri arasındaki ilişkiler.” (Yakın Ama Aslında Uzak Şeyler) “Çam ağacı. Sonbaharda kırlar. Bir dağ köyü. Dağda bir patika. Turna. Geyik. Dondurucu soğukta bir kış manzarası. Kavurucu sıcakta bir yaz manzarası.” (Resmi Yapılınca Güzellikçe Kazançlı Çıkan Şeyler) Şonagon’un sarayı, emsallerinden bildiğimiz gibi öyle çok gösterişli bir yer değildir, ihtiyaç duyuldu mu bazı kısımlarının tahtaları sökülüp yakılabilir. İnsanlar birbirleriyle sürekli şiirler üzerinden mesajlaşırlar; hepsi 810 ciltlik bir eski Çin şiirleri antolojisini ezbere bilir. Birisi bu ciltlerce külliyatın içinden rasgele iki mısra seçip yolladığında, şiirin devamını, neyi ima ettiğini şıp diye anlayıp hemen başka bir şiirle karşılık verirler. Bazen bizzat oturup kendileri şiir yazarlar, yine bu şiirlere göndermede bulunarak. Özel ulakların taşıdığı mesajlara cevap vermemek çok ayıptır. Siz çayınızı yudumlarken, Şonagon Hanımefendi belki de yanınızda, hemen o anda gelmiş bir mesaja cevaben, kendisine hediye edilmiş, pek de hora geçmiş, çok güzel bir kâğıda, divitini mürekkep taşına sürte sürte böyle bir mesaj yazacak, sonra da İmparatoriçe’den zekâsına övgüler alacaktır. Zira çok iyi, “erkeklere has” bir eğitim almış olan Şonagon, engin kültürü, edebi yeteneği, zekâsının kıvraklığı ve hazırcevaplığıyla herkesi büyüler. Bilhassa erkekleri. Erkeklerle kadınların genelde paravanlar ardından konuştukları için birbirlerini görmedikleri, camsız, kepenkli, loş odalarda ORTAK DERTLER, ORTAK GÜZELLİKLER Hayatını süsleyen bütün ayrıntıları, kendisini iyi ya da kötü etkileyen, beğendiği ya da tiksindiği her şeyi sizinle paylaşır. Öyle ki 1000 yıl önce yaşamış bu müstesna kadının size ne kadar benzediğini, nasıl sizinle aynı şeyleri kafaya taktığını, gıcık olabileceğiniz şeylere gıcık olup, hoşlanabileceğiniz şeylerden hoşlandığını görürsünüz. İnsanın zaman içinde tekamül ettiğine duyduğunuz inanç biraz ironik görünmeye başlar belki, 1000 sene önce Japonya’da saray hayatı yaşamış bir nedimeyle ne kadar çok ortak zevkiniz ve kaygınız olduğunu gördüğünüzde. Şimdiye kadar kitap şeklinde karşınıza çıkmış en gerçek insan Sei Şonagon olabilir. Çayınızı yudumlayın, misafirliğin keyfini çıkarın, onun gözünden 1000 yıl öncenin Japonya’sına bakın. Tarih her birimizin tek tek yaşadığı şeydir bir yandan da. Dünyanın her yerinde 3000, 5000, 8000 yıl önce yaşamış insanlarla nasıl ortak dertleri paylaştığımızı, gündelik hayatın güzellikleri ve çirkinlikleri içinde nasıl savrulduğumuzu, zayıflığımızı, küçüklüğümüzü, aynılığımızı, kültürle kendimize yarattığımız emniyetli cepleri, hayatı kendimiz ve birbirimiz için zorlaştırsak da neticede hep aynı türün üyeleri olduğumuzu hatırlayın. Bir de unutmayın, bu kitap sizler için, ben dahil 83 çevirmen tarafından çevrildi, ilk sayfayı çevirip onların da isimlerine şöyle bir göz gezdirin. CUMHURİYET 10 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle