22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

R PAZAR 9 14/12/06 16:41 Page 1 PAZAR EKİ 9 CMYK 17 ARALIK 2006 / SAYI 1082 9 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Yıldız Parkı’nda... Ataol Behramoğlu nce, ulusça zayıf olduğumuz konular arasında yer alan tarihten ve coğrafyadan başlayalım... Yıldız Parkı’na ve “Şale”ye ilişkin bilgileri, şimdi ileteceğim ayrıntılarıyla, kendimin de bu yazı nedeniyle henüz öğrendiğimi itiraf ederim… Yıldız (ve sarayı) denildiğinde akla II. Abdülhamid geliyor. Böyle koşullanmışız. Meğer, “Beşiktaş, Ortaköy ve Balmumcu arasında kapladığı 500 bin metrekarelik alanı ile, yerleşim tarihi Bizans dönemine kadar uzanan ve İstanbul’un fethinden sonra her nedense “Kazancıoğlu Bahçesi” adıyla anılan bu “koruluk”, bugünkü adını, 17891807 tarihleri arasında hüküm süren III. Selim’in, annesi Mihrişah Valide Sultan için “Yıldız” adıyla yaptırdığı köşkten almış… Padişahın “has bahçeleri” arasına girişinin tarihi ise daha da eskiye, 17. yy. başlarındaki I. Ahmed dönemine uzanıyor. III. Selim sonrasındaki padişahlar döneminde de eklenen yeni köşk ve kasırlarla gelişen yapılar topluluğu, “Yıldız Sarayı” adını gerçekten de II. Abdülhamid döneminde alıyor. Günümüzün insanını özellikle ilgilendiren ise, sanıyorum ki saraylar ve köşklerden daha çok, parkın kendisi. Yıldız Parkı gerçekten de, Orhan Veli’ce söylersek, “İstanbul’un orta yeri”nde muazzam bir akciğer... Gözlerinizi ayağınızın altındaki Boğaziçi görünümüyle, ciğerlerinizi ise taze havayla doldurabileceğiniz bir cennet… Gelgelelim bu cenneti cehenneme çevirmek konusunda da üstün başarı göstermekteyiz. Kimi araçlar parkın güzelim yollarından bir yarış arabası hızıyla geçerken, havadaki oksijen ve doğadaki dinginlikle birlikte, içinizdeki huzur ve mutluluk kıpırtılarını da bir anda yok etmeyi başarıyor. Beşiktaş Belediyesi, mangal yasağı gibi, bu doğa cennetine motorlu araçla girme yasağını da koyamaz mı? Arabalar girişteki oto parklara bırakılır ve insanlar, özellikle de İstanbul’un trafik şaşkını ve kurbanı ahalisi, böylece kısa bir süre için de olsa bir iç erincine, gerilimsiz bir yaşamın tadına kavuşurdu. Şimdilik uygar ellerdeki Beşiktaş Belediyesi’nin Yıldız Şale Köşkü. bunu başarması çok mu güç? Parkın ana yollarından kaçarak arabaların çok şükür ki giremeyeceği ara yollarda, baharı aratmayacak Aralık ayının bir Pazar günü, bu kez de (İstanbullu olarak içimizden kolayca atamayacağımız) başka tedirginlikleri aşmaya çalışarak bir süre dolaştıktan sonra, eşimle, 19. yy. sonlarında yaptırılmış “Yıldız Şale Köşkü”nü gezdik. “Köşk ve Kasır Amirliği” görevini vekâleten yürütmekte olan Sayın Oğuz Bilgiç başta olmak üzere, görevlilerin nezaketine teşekkür borçluyuz. Görev bilinçlerine, bilgisel donanımlarına da diyecek yok. Fakat, yapımları 19. yüzyıl sonlarında tamamlanmış, paha biçilmez maddi, tarihsel ve estetik değere sahip bu ahşap köşklerin de pek çok eksikliğine üzülerek tanık olduk. II. Abdülhamid’in konuğu olarak İstanbul’a gelen Kayzer Wilhelm de içlerinde olmak üzere pek çok yabancı konuğun misafir edildiği, başta Atatürk olmak üzere kendi devlet büyüklerimizin de zaman zaman kaldıkları bu tarihsel mekânlarda, söz konusu tarihsel zamanlara ve kişilere ait tek bir fotoğraf, tek bir yazı göremiyorsunuz. “Şale”nin bağlı olduğu “Milli Saraylar Daire Başkanlığı”nın, ciddi bir maddi harcama da gerektirmeyecek, fakat tarihi köşklere kültürel derinlik kazandıracak bu gibi eksiklikleri gidermesi çok mu güç? Paha biçilmez değerde maddi, tarihi, estetik zenginliğe sahip salonlar, daha ışıklı ve doğru aydınlatılmayı, çok daha fazla sayıda görevlinin hizmetini hak etmiyor mu? Mevsim uygun değildi belki. Fakat mevsimden de, maddi olanak ya da olanaksızlıktan da çok, bir kültür sorunu, sonuçta da yurtseverlik bilinciyle ilgili bir konudur bu. Parktan sorumlu Beşiktaş Belediyesi’ni İstanbul trafik cehenneminin uzantısı olmaya aday Yıldız Parkı’nı bu tehdide karşı korumaya, “Şale”den sorumlu TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı’nı da “Yıldız Şale Köşkü” ve benzerleri gibi ulusal (ve evrensel) değerlerimize hak ettikleri önemi daha çok vererek sahip çıkmaya çağırıyorum. ataolb@cumhuriyet.com.tr Biz, ne yapabiliriz? Esra Başıbüyük azen yaşadıklarımız bizi çaresiz bırakır ya da bir şeyler yapmak için tetikler. 99 depreminden sonra çoğumuz insanlığımızla yüz yüze kaldık, “Ben ne yapabilirim” diye sorduk durduk... İşte o zamanlar bu soruya, başkalarını da katarak bir fikir geliştirip “denize” atmış mimar Banu ve Dr. Haydar Karabey. Garanti Bankası çalışanları, müşterileri ve diğer gönüllüler de bu sese kulak vermişler ve ortaya “Denizyıldızları II” çıkmış. Bunun ilk adımı DarıcaGebze’de açtıkları Anadolu Teknik, Anadolu Meslek, Teknik ve Endüstri Meslek Lisesii. Soruyoruz, Karabeyler yanıtlıyor: Ö B B. Karabey: Ama diğer yandan çok da heyecanlandık, çok mutlu olduk. H. Karabey: Yani bir düş var ve o gerçekleşiyor. Tarihlere bakınca içimden mimarlık sabır işi diye geçirdim. 1999’da deprem yaşandı... B. Karabey: Projenin çizilişi, 2001. H. Karabey: Para akışı çok zor. Muhakkak büyük para yardımları olanlar vardır, ama sivil toplum prensibini gözeterek, daha yaygın, daha tabandan olsun, diye ilkeyi korumuşlar. Uzun, zahmetli bir yol, ama sonunda o düş gerçekleştiğinde de tarif edilemez bir mutluluk duygusu. Projeyi geliştirirken en çok neyi önemsediniz? H. Karabey: Güvenliği, esnekliği ve özellikle de sosyal donatısı çok zayıf olan çevre halkına katkıda bulunabilen toplantı, spor alanı gibi mekânlar katmayı. Mimaride eğitim tesisinin olağanüstü sağlam olması gerekir, çünkü o yapı odaktır. En basit mimarlık öğretilerinden biri, sosyal dokunun okullar çevresinde oluşmasıdır. Belli miktar insan bir araya toplandığı zaman oranın bir okulu olur ve orası o topluluğun merkezidir. O yüzden projeyi geliştirirken buna da dikkat etmek gerekiyor. Onlar konsepti hazırladı, bir sivil örgüt olan “Denizyıldızları” para topladı. Başka gönüllülerin de katılımıyla sekiz bin 500 öğrencili bir okul açıldı. Banu ve Dr. Haydar Karabey için bu, mimarlıkta o güne kadar edinilmiş deneyimi toplumla paylaşmaktı. 1999 depreminden sonra, “Ben ne yapabilirim” sorusuna verilmiş en doğru cevaptı ve diğer doğru cevaplarla buluştu… Sizleri bu projeyi yapmaya iteni sadece “hassasiyet”le açıklamak mümkün mü? Banu Karabey: Şöyle açıklanabilir belki; depremle birlikte o dönem piyasa ve işlerimiz durdu. “Eğitimli, bu işi iyi bilen, yetişkin ve tecrübeli insanlar olarak boş mu duracağız?” diye düşündük. Kendimiz için iş yoktu, ama oradaki insanların neler yaşadıklarını seyretmeyi bırakıp, onlar için bir şeyler yapabilirdik. Deprem, bütün toplumun moralini çökertmişti. Öyle bir durumda insanların yaşama devam etmek için bir heyecana ihtiyacı oluyor. Biz de onlar için bir şeyler yapalım istedik. Haydar Karabey: Mimar olmamın nedeni, mimarlığı dünyayı değiştirmenin bir yolu gibi algılamamdı. Bloklar yapılacak, şehirler düzenlenecek, insanlar daha mutlu yaşayacak gibi naifçe bir düşünce... Sonra gerçekler dünyası içinde kendine bir hayat kuruyorsun ve böyle işler yapma fırsatı eline çok az geçiyor. Bu dünyayı değiştirmek için iki cevap bulabildim. Biri, işini çok iyi yapmak... İkincisi ise, insanların ihtiyaçları olup da bir türlü dillendiremediği ya da sana ulaşamadığı konularda kendine bir soru sorup yanıt aramak.. Bu proje böyle bir şeydi, canımız sıkılıyor, hadi bir şeyler yapalım değildi yaklaşımımız, “Biz neyiz, bende ne var, neyi daha anlamlı biçimde paylaşabilirim” sorularının cevabıydı. Projeyi oluşturduktan sonra bunu “denize atmış”, bakalım kim tutacak diye beklemeye başlamışsınız... H. Karabey: Evet. Biz bir konsept attık ortaya, katılın diye. B. Karabey: 060 dosya yapıp Türk, yabancı birçok sivil toplum kuruluşuna ve insana gönderdik. “Siz bu projeyi bir bağış projesi olarak yapmayı kabul ederseniz, biz de bu projeyi belirlenecek yer için özel olarak, karşılıksız çizmek isteriz” diye bir madde vardı. Konsept projeyi dağıttık ve beklemeye başladık. Sonra... H. Karabey: Bir yerden başka yerlere ulaştı ve sonunda bizi Garanti Bankası’nın Deniz Yıldızları girişimi girişim diyorum çünkü tamamen sivil bir örgüt aradı. Daha önce DarıcaGebze’de Deniz Yıldızları İlköğretim Okulu yapmışlar. Darıca’da bir de lise yapalım dediler. Ancak bizim projemiz 56 bin metrekarelikti ve bütçesi ona göre yapılmıştı. Lise deyince iş, 30 bin metrekarelere çıkıyor. Tabii biz ilk önce bir “ııh” dedik. Dr. Haydar ve Banu Karabey... Fotoğraf: Vedat Arık Böyle bir deneyim sonrasında o bölgede mimari bilinç gelişti mi, ne dersiniz? H. Karabey: Genellikle ilk bakışta “A, bu ne kadar farklı bir yapı” diye çevresel bir hayret oluşuyor. Bir süre sonra tabii ki bir örnek geliştirmeye ve oradaki topluluğu da başka bir düzeye itmeye başlıyor. Dolayısıyla iyi yapı, iyi mimari, iyi kullanım, kullanıcı topluluğun “Başka bir hayat mümkün” demesine izin veriyor. İnsanlar genellikle iyi tuvaletin nasıl olduğunu görüp muhakkak kendisine yönelik özeleştiri yapıyor. Biz bunu defalarca, sadece deprem ya da yoksul bölgelerde değil, en varsıl kesimlerde de yaşadık. Biraz araştırma yapınca oradaki çocuklardan evlerindeki yaşama biçimlerini eleştirdiklerini öğrendik. Bu sürecin sonunda çıkardığınız kişisel deneyiminiz neydi? H. Karabey: Yapılamaz bir şey olmadığını gördük. Herhalde bizim meslek hayatımızın da en önemli ödüllerinden birisi oldu. Sivil toplumun, merkezi yönetimlerle ve topluluklarla masaya oturup, “kazankazan paradigması” içinde bir sürü şey üretebileceğine olan inancım arttı. Diğer taraftan her yaptığımız yapı bizim için bir deney olduğundan, bu bilginin para ediyor diye saklanmasının anlamsızlığını ve bu bilginin hızla çok açık biçimde paylaşılmasının yararını algıladık, aniden. Yaptığımız bu okulda sekiz bin 500 öğrenci okuyor, bu da sekiz bin 500 çocuğumuz var demek. En büyük dileğimiz bunun 10 bine ulaşması. Şimdi Adapazarı’nda da başka bir gelişim var, oraya da bir yurt yaptık. B. Karabey: Bir proje oluşturmak, kolay bir şey değil. Özellikle okul gibi projeler müthiş bir bilgi birikimini gerektiriyor. Bu deneyim aslında şunu gösterdi, iyilik et iyilik bul. Çünkü bu yapılan şey bizim için çok onur verici. Bir yapımızı daha görmüş olduk. Haydar da ben de eğitime çok önem veriyoruz. Eğitime bir katkımız oldu. Meslek insanı olarak bu durum bizi çok mutlu etti. Bu, kolektif bir çalışmaydı. Projeye katılan insanların hepsi müthiş bir özveride bulundu. Garanti çalışanları maaşlarından pay ayırdılar, biz projemizi koyduk, kimisi malzeme desteği verdi. Bu işin en güzel yanı, tam bir imece usulü olması. esrabasibuyuk@hotmail.com Çimdik yemeden... Aylin Kotil ayat kendi akışı içinde giderken ve bizler de bu akışa kendimizi kaptırmışken birden görünmez bir el bize bir çimdik atar. Bu çimdik genelde bizi bir değişiklik yapmaya iter. Çimdiğin öncesinde bir arkadaşımız için farkında olmadan sırf o istiyor diye yaptığımız ve alışkanlık halini almış olan bir davranışımızla burun buruna gelebiliriz. Ya da sevdiğimiz için farkında olmadan kendimizden neleri eksilttiğimizi anlamış da olabiliriz. Hatta bazen çocuklarımız için kendimizi dünyaya kapamış olduğumuzu, ama bunu o ana kadar fark etmediğimizi bile fark etmiş olabiliriz. Ancak esas olan o H çimdik ile farkında olmaktır. Farkında olmak bizi değişiklik yapmaya iter. Kendi hayatımızı başkası istiyor diye değiştirmek değil tabii. Kendimiz istediğimiz için hayatımızı değiştirmek, değiştirebilmek önemli olan. Kendimiz dışında başkaları için yaşarken “aslında ben ne istiyorum”u unutuveririz. Ben ne istiyorum? Bu çok önemli bir cümledir. Ve ben, yapmak ve yaşamak istediklerimi yaparken yanımda kimler kalıyor? İşte bu da ayrı bir konudur. Kendi hayatımızı mutlu olacağımız şekilde bağımsız yaşamaya karar verirken yanımızda kimler kalacaktır? Tabii ki beni ben olduğum için sevenler. Yüklendiğimiz sorumluluklar, aman kimseyi kırmayayım derdi, o ne der, bu ne der söylemlerine kafayı takmalar, hayatımızda bize rol oynatır bir süre sonra. Toplum ve çevre baskısı çoğu zaman mutlu olacağımız hayat şeklini bize yaşatmaz ve biz yaşadığımız hayatın içinde mutluluk oyunları oynarken buluruz kendimizi. Arkadaşımıza kırılır diye esas düşüncemizi söyleyemezken ya da benzer bir yığın durumla karşı karşıya kalıveririz.... Ancak bütün bunları yaşarken de karşımızdakilerin de ne kadar bencilleştiğini fark ederiz. Biz onlara adanan, onların isteği doğrultusunda hayatlar yaşarken ve ben olmaktan çıkarken, onların da hep daha çok ödün vermemizi beklediğini görürüz. Çoğunlukla evliliklerde olur bu durum, ama arkadaşlıklarda da… Karşımızdakini olduğu gibi değil istediğimiz gibi görme ve o şekle sokma derdine düşeriz. Onları değiştirmeye uğraşırız. Onu, o yapan özellikleri görmezden gelip onu o olduğu için sevmeyi unutarak oturtmaya çalışırız ilişkimizi. Diyeceğim o ki, birileri bizi çimdirip bir şeyler hatırlatmaya çalışıyorsa onlara kızmamak gerekiyor. Çünkü çimdik yiyince geç kalınmış olabiliyor. Çimdik yemeden çimdirilmeyle yetineceğimiz güzel ve istediğimiz gibi günler yaşamamız dileğiyle iyi pazarlar. aylin@kotilsarigul.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle