Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 Şubat 2021 Cumartesi 5 Delilik ile dâhilik arasında: İlhan Mimaroğlu basakbicak@gmail.com Türk elektronik müziğinin babası, besteci, yapımcı ve yazar İlhan Mimaroğlu’nun hayatı ve sıra dışı kişiliği, en az kendisi Başak Bıçak kadar alışılmışın dışında bir üslupla filmleştirildi. Serdar Kökçeoğlu’nun, dünyaca ünlü belgesel film festivali Visions du Réel’de dünya prömiyerini yapan “Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island” isimli belgeseli, şimdilerde dijital platform Mubi’de meraklısıyla buluşuyor… “Ben bir besteciyim. Bu, bir intihar demek. Ben bir çağdaş besteciyim. İki intihar etti. Bir elektronik müzik bestecisiyim. Üç etti ve politik müzik besteliyorum. Dört oldu. Dört intihar ve ben hâlâ hayattayım.” Uyurken bile bestelediği müzikleri dinleyerek 24 saat yaratı alanında kalmak isteyecek kadar tutkulu, Mozart’a “değersiz” diyecek kadar marjinal ve Manhattan Adası’nın Robinson’u olacak kadar yalnız ve kötümser İlhan Mimaroğlu’nun nevi şahsına münhasır kişiliği nihayet hak ettiği değeri gördü. Kökçeoğlu’nun ilk uzun metraj çalışması olan Mimaroğlu belgeseli, Cumhuriyetin kuruluş yıllarının en önemli mimarlarından Kemaleddin Bey’in oğlu olan ve Türkiye’deki sanatseverler arasında çoğunlukla Cumhuriyet ile Yeni Yüzyıl gazetelerindeki özgün eleştirileriyle bilinen İlhan Mimaroğlu’nun hayatını ve yaratıcı kişiliğini mercek altına alıyor. Eklektik yapısı sebebiyle Türkiye belgesel sineması için devrimci sayılabilecek nitelikte bir çalışma ortaya koyan film, aynı zamanda Mimaroğlu’nun zengin arşivini gün yüzüne çıkardığı için de kıymetli… İZLEMESİ KOLAY DEĞİL Hayatı boyunca yaşadığı ve gezdiği şehirlerin sokaklarını filme alan, fotoğraflayan İlhan Mimaroğlu’nun arşiv kayıtlarının ve bestelerinin kurgulanmasıyla yaratılan belgesel, sanatçının eşiyle birlikte ABD’ye göçlerinin hemen ertesinde başlıyor ve daha ziyade Güngör Mimaroğlu’nun anlatımıyla ilerliyor. Bu noktada belirtmeliyim ki, karşınızda seyri kolay bir film yok. Arkanıza yaslanıp rahatlıkla izleyebileceğiniz sizi ilk andan sürükleyiciliğiyle içine alan bir hikâye ya da kulağınıza hoş gelen tınısıyla sizi mutlu etmeye çalışan bir eser değil bu. Tıpkı İlhan Mimaroğlu’nun kendisi gibi, meşakkatli, karamsar, anlaşılması zor, müzikleriyle çoğu zaman rahatsız edici fakat en nihayetinde öğrendikleriniz karşısında hayranlık uyandıran bir film. İlhan Mimaroğlu’nun pesimist tavrının her zerresine sirayet ettiği belgesel, hikâyesine dışavurumcu üslubun bir emsali gibi karanlık bir başlangıç yapıyor. Mimaroğlu’nun kendisini tanıttığı bir kayıtla açılan film seyircisini önce, bir sağa, bir sola doğru yürüyen sanatçının içinde bulunduğu çatışmaların, karmaşanın, yalnızlığın ve anlaşılamamanın yarattığı kaygıyla tanıştırıyor. Ve akabinde hem kendi ağzından hem eşi Güngör Hanım’ın anlattıklarından hem de etrafında onu tanıyanların anılarından bestecinin düşün dünyasını açıklamaya girişiyor. ‘MAKİNELEŞMEK İSTİYORUM’ Müziğe ve eğitime bakışından siyaset ve politikacılara yönelik fikirlerine, 60’lar ve 70’lerin ABD’si ve Türkiye’sinde yaşanan olaylara yaklaşımından, göç ve göçmenliğin getirdiği yalnızlaşma ve adaptasyon sancılarından özel hayatına, pek tabii onun bilmemizi istediği ölçüde, belleğinde bir yolculuğa çıkıyoruz. Mimaroğlu’nun anakronik olarak nitelediği yıllarda, kendisiyle birlikte göç eden Güngör Mimaroğlu ile yaşadıkları, belgeselin çerçevesini oluştururken Mimaroğlu’nun karmaşık zihniyle örüntülü besteleri ve fikirleri, hikâyenin derzlerini meydana getiriyor. “Makineleşmek istiyorum” diyerek yaşadığımız çağın ve teknolojiyle olan bağımızın “karanlığını” müzikal bakımdan tasvir eden Mimaroğlu, zamanının aynası sanatçı kimliğiyle ve çalışmalarıyla politik tavrını ortaya koyuyor. Atlantic plak şirketinde dünyaca ünlü isimlerle çalışan, pek çoğuna prodüktörlük yapan, İtalyan yönetmen Federico Fellini’nin 1969 tarihli Satyricon filminde bestesini kullandığı Mimaroğlu, Türk elektronik müziği için olduğu kadar, dünya caz ve elektronik müzik sektörü için de ayrı bir yerde konumlanıyor. Böylesi aykırı bir ismin belgeselini, öykünün odağını oluşturan karakter kadar özgün hale getiren ve izleyici nezdinde seyrini zorlaştıran ise Mimaroğlu’nun müzikal kimliğinde gizli... Kökçeoğlu, İlhan Mimaroğlu’nun kompozisyonlarında kullandığı deneysel üslubu ve aritmik tarzı belgeseline adapte ediyor ve sanatçının eserleriyle paralel bir anlatı benimsiyor. Mimaroğlu’nun bestelerini andıran bir stilde, söyleşi yaptığı insanların yalnızca seslerini kullanan Kökçeoğlu, sanatçı hakkında olabildiğince az bilgi veriyor ve Mimaroğlu’nun özel hayatını, zihnini olması gerektiği kadar ifşa ediyor. Bu üslup, Mimaroğlu’nun mesafeli karakteriyle uyumlu olduğu kadar, sanatçının tam da arzu edebileceği ölçüde bir çalışmanın ortaya çıkmasına neden oluyor. Bu belgeseli Mimaroğlu görebilseydi, kuvvetle muhtemel yine bu şekilde olmasını isterdi… ‘YAŞLI BESTECİLER ÖLMEZ’ Yaşamı boyunca kendisini Sahra Çölü’nün ortasında hisseden Mimaroğlu’nu anlayan yegâne kişi, yine kendisi gibi sıra dışı bir kişiliğe sahip Güngör Mimaroğlu olmuş ki belgesele verdiği destek ile sanatçının yenilikçi tarzının olması gereken haliyle görselleştirilmesini sağlamış. Mimaroğlu belgeseli, avangard müziğin öncü ismini nihayet hak ettiği yere taşıyor ve onu, olabilecek en iyi şekilde ölümsüzleştiriyor. Mimaroğlu’nun da dediği gibi; “Yaşlı besteciler ölmez. Sadece dizin kartlarına Puanım dönüşürler.” 8/10 Yeni başlayanlar için Özcan Deniz İlk bölümde bir insanın başına gelebilecek bütün felaketlerin yaşandığı, bir ailenin/ailelerin karman çorman ilişkilerini görüp halimize şükredeceğimiz, görünen o ki kahramanların acı çekmeye doyamayacağı Seni Çok Bekledim, seyirciyle buluştu iki haftadır. Özcan Deniz’in proje tasarımcı ve başrol oyuncusu olarak imza attığı son işi. Sanat ve şöhretler dünyasında bu kadar uç noktada eleştiri ve beğeni alan kişi pek azdır, bunların en başında gelir benim uzun kirpik Özcan Deniz’im. Kimilerinin daha ‘Hadi hadi meleğim, uç da göreyim’den itibaren bir yere oturtamadığı, kimininse fiziğine ve eserlerine laf konduramadığı, hayatın zorlu merdivenlerini birer birer çıkan ve meslek hayatında büyük bir ilerleme gösteren Özcan, kabul edin veya etmeyin, beğenin veya beğenmeyin; yönetmen, yapımcı ve senaryo yazarı olarak daha uzun zaman karşımıza çıkacaktır. ARTIK JÖN Elif Aktuğ OYNAMASA KEŞKE Sinema oyuncusu olarak kamera karşısına çıkar ama bana kalırsa, Seni Çok Bekledim, son dizisi olabilir/olmalı, başrol oynadığı. Artık 48 yaşında ve evet çanlar erkek oyuncu için de acımasızca çalmakta, eşini/sevgilisini oynayanlar kendinden 20 yaş küçük artık. Böyle ne kadar idare eder, ne kadar daha güçlü, yakışıklı, zengin ve kadınların içini eriten jön oynar bilemem ama inat etmese daha iyi olur. Ya genç jön olduğunda ısrar etmeyecek ya da yaşına göre roller üstlenecek. Neticede bugün bile dalga konusu olabiliyor sosyal medyada, ha elbette o eleştirileri yapanlar kendilerinden yirmi yaş küçük bir kadına hayır der mi veya kendinden yirmi yaş büyük bir Özcan Deniz figürüne hayır der mi bir kadın oyuncu; sanmam! ÇALIŞKAN, HIRSLI, AKILLI Kolay değil ama erkek için de yaş almak kolay değil, hele şöhretler dünyasında. Özcan yaşından çok daha iyi görünen bir adam üstelik, vücuduna da çok iyi bakmış belli ve fakat “hayat” acımasız, benim cümlelerim değil! Akıllı adam (akıllı olmasa yaptığı işten bunca zamandır para kazanmazdı, yaşasın pragmatizm) haArka Pencere zır cevap adam (Hülya Avşar televizyon programında “peki ya askerde cinsellik nasıl hallediliyor” diye sorduğunda, “senin fotoğraflarına bakıyorduk” demişti, harika cevaptı ama muhatap Hülya olduğu için utanma, sıkılma söz konusu olmadı) yetenekli (şarkı sözü yazıyor, senaryo yazıyor), hırslı (asla pes etmiyor, bunca eleştiri ve arabeskçi/türkücü küçültmelerine rağmen devam ediyor), çalışkan (otuz yıldır piyasada) adam. Öyle her şeyi herkesi eleştirmek kolay ama bir zaman yazıp oynadığı Haziran Gecesi setinde, saatlerce nasıl disiplinle çalıştığını, nasıl defalarca tekrar sahne çektiğini, işine nasıl konsantre olduğunu gördüm; ha bir de son derece saygılı, efendi bir insan, atmıyorum, gördüm, tanıdım onu, defalarca röportaj yaptım. HERKES ELEŞTİRMEN OLDU Pandemi dönemi özellikle eve kapanıp zamanın büyük kısmını film/dizi izleyerek geçiren seyirciyi, film eleştirmeni yaptı! Hani nasıl hayatında bir kez futbol topu sektirmemiş, sahada şut çekmemiş adam varsa, antrenör oldu ya işte o hesap. Filme bakıyor, anlamadıysa, yüreğine, beynine hitap etmediyse, kusura bakmayın ama kafası basmadıysa mesela, “kötü film” diyor. İşte böyle bir zamanda çıkıp da sosyal medya eleştirilerine bakıp alnından fışkıran gür saçlarına (Mustafa Sarıgülgiller) aklar düşmüş Özcanımıza haksızlık yapamayız. Hollywood aktörlerinin de iyi/kötü filmleri, daha az iyi hatta berbat, gişe yapmamış filmleri var. DİZİ REYTİNG ALMADI DİYE GÖMELİM Mİ? George Clooney’nin son işi ‘The Midnight Sky’ı izlediniz mi? Akıllara zarar bir iş, sıkıcı, manasız, sonu bir yere varmayan. Ee ne oldu şimdi, George’umuzu yerin dibine mi sokalım? Sokmayalım ama iş olmadıysa olmadı diyelim, o kadar. George eşittir Özcan mı demek istiyorum, yoo ne alakası var ama Özcan’ı gömelim mi, son işi iyi reyting almadı diye. Herkes nasıl geliştiyse, ilerlediyse o da ilerledi. Kim yirmili yaşlardaki hallerine benziyor (Özcan’ı buradan da vuruyorlar), ayrıca 90’ların sonu ve 2000’lerin başı berbat yıllardı, moda konusunda özellikle. Özcan da demodeydi, üstelik bir şekilde arabeskçi olarak piyasaya sokulmaya çalışılmıştı. Saçı, bıyıkları, kıyafetleri, şarkıları fenaydı, fena. Peki, öyle mi kalsaydı sırf sizin paşa gönlünüz istedi diye, adamın içinden senarist ve yönetmen çıktı. Ne güzel. Sinemada renk olmasın mı, farklı bir ses olmasın mı? STANLEY BABA’YA SELAM Orhan Gencebay’ın birbirinden bayık filmlerine neden bayılmıştı seyirci o zaman? Yarısı şarkı, yarısı itiş kakış olan, kendi sesiyle oynayamadığı filmlere! Ama seyirciyle buluştu mu, buluştu. Kötü film yapması onun Orhan Baba’lığına engel oldu mu olmadı! Özcanımız vasatın üstünde işler yapıyor, onun sadece sesini beğenenler dinlemeye devam etsin; sinemada görmek isteyen gitsin görsün. “Filmimde Stanley Kubrick’e selam çaktım” diyorsa, ne güzel işte, bırakın selam çaksın. 500’LÜ HATLARDAN KOLA REKLAMINA Kendi adına en büyük devrimi 1999’da TGRT’de yayımlanan “Aşkın Dağlarda Gezer” adlı dizinin bir sahnesinde nü/çıplak/çırılçıplak oynayarak yaptı, böyle bir adam bu, aldığı riske bakar mısınız? Gerçi kanal da devrim yapmış o yıllarda o da ayrı mevzu... 0542’li hatların reklamlarında oynamaktan kola reklamlarında oynamaya kadar gitti işte. Asmalı Konak döneminde kendi sesini kullanamayan Özcan Deniz’den bahsediyorum, bugün gayet güzel bir Türkçeyle/tonlamayla oynuyor ve hatta Seni Çok Bekledim’de birkaç İngilizce cümle bile söyledi, kıyamam. Gözümüzün önünde evrildi, yerinde saymadı, sıradan esmer yağız genç bir Türk erkeğinden kır saçlı orta yaşlı hoş bir erkeğe dönüştü, güzel yaş aldı, kendini tekrarladığı oldu kabul, sıradan senaryolar yazdı tamam ama baktığınızda aradaki farkı görmüyor ve takdir etmiyorsanız, size “yapmayın, hakkını teslim edin” derim. Yazımı yazarken, Özcan’dan Beni Affet dinledim, Ahirim Sensin dinledim, Kal De dinledim, bir de Sezen’in Geçer’ini dinledim… Melek oldum uçtum diyelim… Filtresiz Netflix’te Türk filmleri veya dizileri yayına girer girmez, milli maç izlercesine heyecan duyarak izliyorum. Ne olacaksa, onlarca film arasında sanki başkalarına gol mü atmış olacak bizim film, saçmalıyorum işte. Engin Günaydın ve Haluk Bilginer’den şiddetle soğudum, Azizler neydi öyle? Liselerarası film yarışması birincisi deseler yine beğenmem, kusura bakmayın. Ah bir başka büyük hayal kırıklığı 50m2. Şu kadarını söyleyeyim, tahammül edecektim, ucuz aksiyon numaralarına, B sınıfı hikâyeye falan ama arkadaş, bari biraz inandırıcı olması gerekmez mi? Oto yıkamacı adam dolaptan viski çıkardı, baktım herkes viski içiyor. Ne zamandır rakı içilmiyor memlekette, şaşkınım. Netflix neye göre nasıl okeyliyor senaryoları ona daha da şaşkınım.