01 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 27 Şubat 2021 Cumartesi Alper Hasanoğlu de anima Benim De Animam Psikoloji tarihi, ruhun insanın neresinde olduğunu aramanın da tarihidir bir bakıma. Belki de ruhun bedenimizde nereye yerleşmiş olduğunu bulamıyor olmamızın çok basit bir nedeni vardır, sandığımızın aksine: Hiç aklımıza geliyor mu bilmiyorum; belki de ruh diye bir şey yoktur! Bilinemeyenlerin ve açıklanamayanların hissettirdiği çaresizlik ruh kavramını. Sonra da nerede bu ruh diye aramaya başladı herkes. Bedenin çeşitli yerlerinde yolculuklara çıkarıldı. En son kalbimizden beynimize göç etti. “Ruh hastalıkları beyin hastalıklarıdır” dedi Alman psikiyatr Griesinger ve neredeyse noktayı koydu bütün tartışmaya. Sinirbilim bu iddianın doğruluğunu kanıtlamak için yıllardır uğraşıyor. Günümüzde beyin hücreleri arasındaki iletişim en ince ayrıntısına kadar biliniyor artık ama ruha sabit bir yer bulunamadı hâlâ beynin içinde. Yeni beynin dolayısıyla ruması olarak açıklayan kognitif terapi büyük bir gönül rahatlığıyla depresyonun bu açıklama modelinin sayısız bilimsel çalışmayla kanıtlandığını iddia eder. Kognitif terapi kurucusu Aaron Beck’in eğitiminden geçmiş birçok Amerikalı terapist de bu yöntemle bir türlü iyileşmeyen depresyon hastalarını Beck’in tedavi etmesi için onun kurmuş olduğu merkeze yönlendirirler. Tanıları çok ilginçtir: Realistik depresyon. Çünkü depresyon belirtileri gösteren hastalarının depresif olmak için oldukça gerçek nedenleri vardır ve insanı mutsuz etmesi ya da kişinin korku duymasına neden olan yaşantı ve durumlara, geleceğe, kendine yönelik gerçekçi bakışlarını değiştirememelerini bir yandan da utana sıkıla anlayabildikleri için tanıları realistik depresyondur. Çünkü depresyon ve kaygı olarak tanı alan birçok insanlık durumu aslında mutsuzluk ve korku yaşantılarıdır. Onları kognisyonÇİZEN: Özge Ekmekçioğlu hun bağırsaklar olduğu bile iddia edildi boka bulanmış bir ruh daha mı gerçek ki? Elbette olabilir. Bütün bu kafa karışıklığı, “Ruhun acaba beynin içinde özel bir yeri yok da o bütün hücrelerimize içkin olarak mı mevcut?” diye düşünmeye yöneltti sinirbilimi. Oysa ruhun bütün beden hücrelerimizin içinde var olduğu düşüncesi, ruhun olmadığının teyidi olarak da yorumlanabilir bana kalırsa. Bedenimiz var evet, ona dokunabiliyoruz ama ruhumuz yok, herhangi bir duyu organıyla duyumsamadığımız bir şey gerçekte var mıdır? Badiou Kant’ın aklın sınırları olduğu iddiasına ve ‘kendinde şey’ düşüncesine itiraz ederken Mao’dan bir alıntı yapar: “Şimdiye kadar bilmediğimiz her şeyi bilmeyi başaracağız.” oldukça iyimser bir düşünce elbette. Badiou da bu keskin iddiayı biraz yumuşatır: “Ben her şeyi bütünüyle bildiğimizi söylemiyorum. Olduğu haliyle bilmeye dair aksiyomun, ‘her şeyi bilebileceğimiz’ olduğunu söylüyorum o kadar. (…) Ben inanıyorum ki her şey tamamıyla bilinebilir.” Eğer öyleyse, bu noktaya geldiğimizde ruh denen şeyin de olmadığını kavrayacağız. Bedenimizin ihtiyaçları, itkilerimiz, arzularımız vardır sadece dünyanın kendisinin dışında ve bu da Nietzsche’nin yüzümüze bir tokat gibi ama sevgiyle savurduğu, bizim “kendimizin efendisi” olmadığımız gerçeğine işaret eder. Efendimiz bilinçdışımızdır ya da biz ‘bilinçdışı’na aitiz. Depresyonun nedenini, insanın kendine, çevresine / insanlara ve geleceğe olumsuz baklarını yeniden ve iyimser, kendi sonsuz potansiyellerine güvenerek değiştiremedikleri için bir de beceriksiz insanlara dönüştürmüş olur kognitif terapi. Fiziksel ve toplumsal nedenlerle ortaya çıkan sorunları ve sonrasında hissedilen mutsuzluk, korku, kızgınlık, hayal kırıklığı, hayata küsme vb. duyguları ruhsal hastalıklar olarak sınıflandırmaktaki etik sorundur aslında söz konusu olan. Bu durum, insanı birey olarak yaşadığı her şeyden özgürleştirme yalanıyla sorumlu kılan aydınlanma düşüncesinin bir sonucudur bir bakıma. “Düşünüyorum öyleyse varım,” “düşünüyorum öyleyse sorumluyum,” olur ve dış etkenler, bireyin etki alanı dışında kalan ve kontrol etmesi mümkün olmayan her şey bir kenara bırakılır. İnsanın isyan etmesini, başkaldırmasını engellemenin en ‘bilimsel’ yoludur bu. Bütün bunlar, insanın ölüm denen trajik gerçekliği kabul edemeyip bu hayatta sahip olduğu tek şey olan geçici olup durmaksızın değişerek ve eskiyerek beden yok olup gittikten sonra da başka başka bedenlerde bu acı dolu güzel dünyada var olmaya devam edebilme arzusu ve öylece, sanki hiç var olmamış gibi yok olma korkusuyla ilgilidir. Ruhun olmamasının kabulü halinde, psikoloji mi, yoksa felsefe mi eksilir, sanırım yanıtlanması gereken önemli soru budur. Hayata ve insana hiçbir şey olmayacak olması gerçeği, Melih Cevdet’in şu dizelerini aslında metnin en başına koymamızı zorunlu kılar: “Hayat bir sokak köpeğinin başıboş dolaşması gibidir.” Dolandırıcılığın dayanılmaz arsızlığı [email protected] Alfred Hitchcock filmlerinin alametifarikası mesafeli, donuk, güzel ve zeki sarışınlar malumunuz… Tippi Hedren’dan, Janet Leigh’e, Kim Novak’a, Doris Day ve Carol Lombard’a uzanan bir dizi aktBaşak Bıçak risin yer aldığı bu listeye artık tekinsiz karakter tipinin modern bir temsiline dönüşen Rosamund Pike’ı da dahil edebiliriz. I Care A Lot ile yeni bir Hitchcockian sarışın olduğunu kanıtlayan Pike, J Blakeson imzalı filmi tek kişilik bir gösteriye çevirmekten de geri durmuyor. David Fincher’ın, Gone Girl’de (2014) yarattığı zeki, soğuk ve bir o kadar ürkütücü kadın figürüyle akıllara kazınan Rosamund Pike, J Blakeson’ın yazıp yönettiği I Care A Lot ile bu tekinsiz kadın imgesinin tartışmasız isimlerinden biri olacağını ispatlıyor. Öyle ki Gone Girl’de sergilediğinin yarısı kadar performansla bile filmin tamamını sırtlayabilen Pike, yönetmenlik kırıntısı bulmakta güçlük çektiğimiz I Care A Lot’ı izleyicinin gözünde kurtaracak kadar mühim bir işleve sahip. Zira aktris, J Blakeson’ın yaratım sürecindeki ağırlığına rağmen yö senaryosunun söz konusu kırılma netmen filmi olmaktan uzak bir eseri tümüy noktasına dek fena ilerlemediğini ve le kendi lehine, bir oyuncu filmine çevirme filmin başından itibaren pür kötüyi başarıyor. lüğüne şahit olduğunuz bir kadının I Care A Lot’ta, Pike’ın hayat verdiği ve hikâyesinin fazlasıyla merak uyanaçılış sekansında “Dünyada iki çeşit indırdığını söyleyebiliriz. Ancak saç san vardır: Kapanlar ve Kapılanlar. Avcılar kesiminden, giyimine, elektronik sive Avlar. Aslanlar ve Kuzular. Ben bir digarasına kadar klişeleşmiş bir kaşi aslanım” sözleriyle kendisini tanıtan Mar dın yaklaşımından uzakta duran bu la Grayson, vahşi doğasıyla tezat bir isme karakterin haris planları neonosahip olan bir karakter. İronik bir biçimde, ir bir çizgide seyretmeye başladığınİsa’nın takipçilerinden Mary Magdalene’den da, anlatı ivedilikle kan kaybediyor. gelen bir ad taşıyan Marla, sevgilisi ve iş Çünkü alabildiğine zeki ve kurnaz bir kadıortağı Fran (Eiza González) ile birlikte bakı nın karşısında konumlandırılan kötü karakma muhtaç veyahut muhtaç olmasa bile öy terin sıradanlığı, mantık hatalarının da etkile olduğunu iddia ettiği yaşlıların yasal vasi siyle karikatürize bir görünüşe bürünüyor. liğini yapan bir kadın. İşbirliği yaptığı dok Hal böyle olunca da film, hikâyenin belketor ve bakımevi sahipleriyle birlikmiğini oluşturan inandırıcılık zemininte, tamamen “hukuki” yollardan yaşlı insanları huzurevlerine hapde yalpalamaya başlıyor. Puanım: İzleyicilerin büyük oranda Game of settiren ve kişisel eşyalarını, evleri6/10 Thrones dizisinden hatırlayacağı Peni, hatta bankadaki paralarını dater Dinklage’in canlandırdığı Roman hi yönetme hakkını elde eden; doLunyov isimli Rus mafya patronu, ilk layısıyla da bunun üzerinden kendisine de etapta psikopat tavırlarıyla etkili bir kötü izvasa bir servet edinen nitelikli bir dolandı lenimi uyandırsa da bir süre sonra korkuturıcı… Marla’nın zavallı insanlar üzerinden culuğunu kaybediyor. Bu durum kaçınılmaz yürüttüğü bu acımasız planlar, “ganimetleri olarak filmin yegâne kötüsünü Rosamund Pinin” kimsesizliği sayesinde ise sömürüye el ke haline getirirken hikâyenin çatışma duyverişli bir sistemde tıkır tıkır işliyor. Ta ki sö gusunu da yok ediyor. Benzer bir biçimde, mürünün ucu, kendisi kadar acımasız başka Marla dışındaki tüm karakterlerinin tek bobirine uzanana kadar… yutlu niteliği ve öykünün tekdüze yapısı bu Aslına bakarsanız, J Blakeson’ın hissiyatı körüklüyor. I Care A Lot, geniş ölçekte ele alındığında Amerikan sağlık sisteminin içinde bulunduğu çürümenin ve takip edilmesi neredeyse imkânsız halde bulunan bu memur zümresinin içinde bulunduğu yozlaşmanın epeyce zayıf bir hicvi olarak okunabilir. Fakat bunu göstermek için bile elimizde yeterince “eleştiri” olduğunu söylemek zor. Zira bu film, sosyal bir yergi kisvesi altında bir anti kahramanın yükseliş öyküsü… Nitekim tam da bu sebeple ve pek tabii olay örgüsünün de etkisiyle, kahramanın yanında mı yoksa karşısında mı saf tutmamız gerektiği konusunda şüpheye düşerken, karikatürize bir kötünün eklenmesiyle birlikte karakterlerle bağ kurmamız hepten imkânsızlaşıyor. Şüphesiz I Care A Lot’ın hikâye işleyişinde yaşadığı aksaklıkların temel sebebi, ilk uzun metrajı The Disappearance of Alice Creed’in (2009) ardından, The 5th Wave (2016) gibi ortalamayı dahi yakalayamayan bir film çeken J Blakeson’ın özensiz yönetimi… Rosamund Pike’ın varlığı ve becerisiyle izlenirliği yükselen bu filmi başka bir yönetmen çekseydi ne olurdu diye düşünmekten kendimi alamadığımı itiraf etmeliyim. Son olarak, oyun müzikleriyle ünlenen Marc Canham imzalı ve karakterinin karanlık tonuyla uyumlu progressive deep house türündeki müziklerinin de hiç fena olmadığının altını çizmekte fayda var. Memet Ali Alabora içti, ben ağladım Arka Pencere Bilmediğim ve hatta aşina olmadığım dillerde film izElif Aktuğ lemişliğim vardır, altyazısız hem de. Ancak benim gibi “sinefili”lerin anlayacağı bir manyaklık olsa gerek. Geçen hafta Galler’in S4C kanalında yayımlanan Fflam’ı izlemek büyük keyifti bu anlamda. Altı bölümün sadece 3’ü İngilizce altyazılıydı, diğer üçünü Galce izledim. Anladın mı diye soracaksınız, orası meçhul, en yaşamakta. Noni bir şef aynı zakritik bölümler Galce idi, sevdin mi di manda ve üç yıl önce bir yangınye soracaksınız eğer, bayıldım. da kaybettiği eski kocasının yasını Absürtlüğün ölçüsüyle bile açık tutmakta. lanamayacak sebeplerden ötürü Gwyneth Keyworth, Black Mirror, bir süredir Galler’de yaşayan ve The Crown ve Game of Thrones gibi dizinin başkarakterlerinden biri çok ses getiren yapımlardan hatırlayani canlandıran Memet Ali Alabo cağınız bir oyuncu, en son Hidden adlı ra ve dünya güzeli karısı Pınar polisiyede izlemiştim. Noni’de çok baÖğün için değer miydi, değerdi. şarılı, ölen kocasının yerine koyduğu Ama onlar oynamasa da izlerdim, de karakteri Richard Harrington oynamış, dim ya hem kulağımın aşina olmadığı onu da en son Hinterland ve Gangs of dillerdeki yapımlar seviyorum hem de London’da izlemiştim. insan hikâyelerinin anlatıldığı, ağır, ağ Fflam’da Memet Ali ve Pınar dalı ve kimilerinin “sıkıcı” dediği işle Öğün kardeş oynuyorlar, Deniz, re karşı büyük bir sempatim var. Ha bu ülkesine dönemeyen ve mutluarada dizi sıkıcı değil, beşaltı kişilik bir luğu Noni’de ve yeni hayatında kastı var ve aşkı anlatıyor aslında. bulmaya çalışan genç bir adam Fflam, İngilizce “flame” demek, ya ve Ekin ise lezbiyen olduğu için ni ateş, alev anlamına geliyor. Alevsiz ailesinin dışladığı ve dolayısıyla aşk olur mu, olmaz tabii. Kimi yanar o ülkesine gidemeyen bir veteriner. alevde, kimi alevin peşinden gider, ki Ekin, Noni’nin çalıştığı restoranın sahibi mi ancak uzaktan izler, sıcaklığını bile ile evli ve çocuk sahibi olmak istiyorlar, hissedemez. eh iki kadın nasıl çocuk yapsın; Deniz Filmin başrol oyuncularından biri onlara sperm donörü olursa ancak… Gwyneth Keyworth, Noni karakterini Diziyi izlerken daha doğrusu izlemecanlandırıyor. Noni, siyasi sebeplerle den hemen önce acaba senaristler araülkesine dönemeyen (yok ben bir şey sında Memet Ali var mı diye baktım, didemiyorum, o topa girmiyorum, konu zi bir hikâyeden uyarlamaymış, dizimuz Fflam), Memet Ali’nin canlandırdı nin yönetmeni Judith Dine; İngiltere’nin ğı Deniz ile yeni aldıkları ve tadilatıy en çok izlenen popüler dizilerini (Hollla uğraştıkları çiftliklerinde mutlu mesut yoaks, Emmerdale, Coronation Street) yönetmiş başarılı bir isim. Elbette Memet Ali için sahneler eklenmiştir diye tahminde bulundum ve yanılmadığımı gördüm. Şahane bir iki sahne var ki, keşke yönetmen o sahneleri uzatsaydı, izleyiciyi iyice bir ağlatsaydı dedim kendi kendime. Dedim ama bizim diziler gibi seyirciyi ajite etme alışkanlıkları yok, hikâyeyi öyle saf ve öyle naif anlatıyorlar ki, kanırtmaya gerek duymuyorlar. Bahsettiğim sahnelerden biri Deniz’in birkaç kadeh rakıdan sonra hafif sarhoş bir vaziyette Ahmet Kaya’nın “Kum gibi” şarkısını söylemesiydi. Bu sahnede Memet Ali’yi gördüm ben, Deniz’i değil; işte belki yönetmen de o yüzden uzatmamıştır, çünkü şarkıyı söyleyip ağlayan Deniz karakteri, izleyiciye “Bakın Memet Ali nasıl da ağlıyor, ülkesinin hasretinden” dedirtmiyor. Ben o 10 saniyede ağladım ama, o da benim “başka bir dünyanın var olabileceği ihtimaline karşı kalplerimizin aynı noktada attığına inandığım” ve hiç tanımadığım Memet Ali’ye olan sevgimdendir, kim bilebilir…
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle