24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

13 Şubat 2021 Cumartesi 7 Arka Pencere Alper Hasanoğlu de anima Hayatın mağara alegorisi ÇİZEN: Özge Ekmekçioğlu Özgür ve lüks bir hayatımız var artık. Öneminin farkında değiliz ama öyle. Örneğin sabah duş almak istediğimizde su sıcak akıyor. Kime ulaşmak istesek bir telefon mesafesinde. İstediğimiz müziği Spotify’dan bedava dinleyebiliyoruz. Netflix’te keyfimize göre dizi bulabiliyoruz. Şiir okuyabiliriz. İlhan Berk mi, yoksa Salah Birsel mi olacağına biz karar verebiliriz. Bir kitapçıya gider ve Azra Erhat’ın Mitoloji Sözlüğü’nü satın alabiliriz. Bir dostumuzla Zoom’da buluşup hayatın ne kadar tekdüze olduğundan şikâyet edebiliriz. Hatta ne kadar çok gazetecinin içeride olduğundan bile yakınabiliriz. Güneş doğar, güneş batar ve biz gün sayarız. Hayat bize katılmasa bile biz hayata katılabiliriz. Ve bununla gurur duyabiliriz. Sevmek ve sevilmek isteriz sanırım. İnsanlık tarihi aşkın imkânsızlığı üzerine kurulmuştur ama biz bunu erkeklerin savaşı üzerinden anlarız. Ve öylesine yürürken bir derenin kurumuş yatağında, uzakta bir mağaranın karanlık ağzı gülümser. İçimizden biri, telaşlı ve şaşkın, ne yapacağını bilmeden ve ama kendinden emin geriye döner ve koşarak seslenir: “Ben deli değilim!” Ne kadar çok insan yaşamaktadır o mağaranın içinde.* Zincire vurulmuş ya da zincirle vurulmuş. Doğduklarından beri orada öyle. Zincirleriyle birlikte. Elleri, kolları, bacakları ve rüyalarıyla. Önlerinde bir duvar. Duvarda gölgeler. İnsansı siluetler, durmadan kımıldayan hayaller, gelip geçen hayat, aydınlık tasavvuru, bir koku sanrısı, bir güzellik varsanısı. Kimsenin aklına gelmez sorgulamak. Sorgulanacak bir şey olduğu da gelmez kimsenin aklına. Başka bir şey olduğu bilinmezse mutsuz olunmaz. Ama neden mutlu değillerdir? “Biri” kıpırdanır içlerinden. Elini uzatır ve zincirden kurtulur kolu. Ayağını uzatır, kelepçe düşüverir yanına. Sağına soluna bakmak gelir aklına, başını hareket ettirebildiğini fark eder. Kimse zincirlerin çıkardığı sese bakmaz. Böyle bir ses olmamıştır ki hiç hayatlarında. Ayağa kalkmak gelir o “Biri”nin içinden. Kalkar ve başını geriye çevirir. Gözleri kamaşır, korkar, ne yapacağını bilemez; gözlerini kapatır, tekrar açar, yavaş yavaş alışır, hemen arkalarında, duvarın öte yanında yanan ateşin aydınlığına. Korkusunun yerini şaşkınlık alır. Duvarın üstünde şimdiye kadar hiç görmediği nesneler vardır. Tekrar önüne döner ve gölgelerin o nesnelerle ilişkisini anlamaya çalışır. Kafası karışır. Mağaranın girişinden yansıyan aydınlık çeker dikkatini. Zincirli arkadaşlarına bakar. Öylece duran kendi boş ve anlamsız zincirlerine de. Hiçbir şey olmamış gibi bakmaya devam ediyorlardır hepsi duvardaki gölgelere. Bir şey olmuş mudur ki? Mağaranın girişindeki ışığa doğru yürür tökezleyerek. İlk kez yürüyen bir bebek gibi. Gittikçe güçlenen aydınlık neredeyse kör eder gözlerini. Korku ve şaşkınlıktan kalbi çarpar. Geriye kaçmaz ama. İlk defa gördüğü güneşin kamaştırdığı gözleri alışınca aydınlığa, dışarısının tadını hisseder bütün bedeninde. Hayatın tadını. Ne çok ve ne kadar farklı şey vardır dışarıda. Hayatı boyunca mahkum olduğu renksiz gölgelerin dışında, rengârenk bir doğa, capcanlı bir gökyüzü, sonu bilinmez bir orman, avaz avaz hayvanlar, huzurlu bir ağaç altı. Ne yapacağını bilemez. Tek başınadır, korkar yalnız olmaktan. İçeri gidip haber vermek ister arkadaşlarına. Koşarak ve coşkuyla mağaraya girer ama hiç de iyi yüz görmez. Deli derler ona. Saçmaladığını, haddini bilmediğini, neden bahsettiğinden haberi bile olmadığını haykırırlar yüzüne. Gülerler ve alay ederler. Kimileri de kızar. Rahatlarını kaçırdığı için. Kim kalkacak da onun dediğinin doğru olup olmadığını kontrol edecektir. Üstelik dışarısı gerçekten de varsa, ne kadar güvenlidir acaba? Onlar duvardaki gölge boksundan memnundurlar. Bildikleri ve ne galip geldikleri ne de mağlup oldukları o oyunsudan hiçbir şikâyetleri yoktur. Hadi diyelim denemek istediler dışarısını, zincirlerinden nasıl kurtulacaklardır ki? Dinlemezler bile artık onu. Nasıl kurtulduğunu zincirlerinden bilmek istemezler. Bilmek karar vermektir, risk almaktır; bilmemekse tutsaklığın rahatlığı... Zincirlerin aslında var olmadığınıysa, duymak dahi istemezler. Bildikleri tek şey budur oysa... *Felsefe tarihindeki en önemli ve en güzel öykülerden biridir Platon’un mağara alegorisi. Felsefeci dostlar o alegoriyi alıp istediğim gibi yoğurmuş olmamı affederler umarım. İtalya’nın dünyaya en büyük hediyesi: Sofia Loren Elif Aktuğ Golden Globe adayları açıklandı ve muhteşem Sofia Loren’in (Sophia diye yazmayı tercih etmedim zira gerçek adı Sofia) başrolünde oynadığı “The Life Ahaed” En İyi Yabancı Film dalında aday gösterildi. Romain Gary’nin Emile Ajar takma adıyla yazdığı romandan uyarlanan filmin yönetmeni Sofia Loren’in oğlu Eduardo Ponti. Kitap Türkiye’de “Onca Yoksulluk Varken” adıyla yayımlanmıştı, nefistir. Kitap uyarlamalarının filmleri her zaman tartışma konusudur, kitaba sadık kalındı mı, hayalleri ve beklentileri karşıladı mı gibi. Kitabı çok seven biri olarak filmden tek beklentim, sinema dünyasının gelmiş geçmiş en güzel, en seksi, en çarpıcı oyuncularından Sofia Loren’i izlemekti. 1934 doğumlu Sofia, Madame Rosa rolünde sırtında hem Rosa’nın hem de kendi yaşanmışlıklarının yüküyle, hayli sıkı bir performans sergilemiş, doyamadım. Film bir başyapıt değil ama şunu söylemek isterim, çok sevdiğiniz ve izlemek istediğiniz bir oyuncu varsa işin içinde, masal gibi izliyorsunuz. Daha kaç filmde başrol oynayacak ki Sofia, hani şu oyunculuğa başladığı yıllarda “burnun büyük, çenen çok dar, fazla uzunsun (1.74) ayakların çok büyük, göğüslerin iri, ağzın fazla geniş” dedikleri Sofia... Böyle söyledikleri ama ondan gözlerini alamadıkları, zarafet ve zamansızlığın sembolü; adım atmakta zorlandığı dapdar eteği ve göğüslerini hafif dışarda bırakan fırfırlı gömleğiyle, kalçalarını kıvırarak şöyle bir yürüdüğünde akılları başlardan alan Sofia... FİLMLERDEN DAHA ÇARPICI İkinci Dünya Savaşı’nın açlık, korku, sefalet ve yoksulluk dolu günlerinde Napoli’ye yakın küçük bir şehir olan Pozzuli’de yaşayan Sofia için hayat son derece acımasız başlamıştı aslında. Kendi hikâyesi filmlerinden daha çarpıcı; annesi Romilda, oyuncu olmak isteyen çok güzel bir genç kadındı, Greta Garbo’ya benziyordu, hatta öyle ki sokakta imza isteyenler oluyordu. Kendi hayallerini büyük kızı Sofia ile yaşadı, kızını14 yaşında güzellik yarışmasına soktu. Çocukluğunda arkadaşlarının “kürdan” diye dalga geçtiği çelimsiz zayıf kız çocuğu, ergenlikle birlikte bambaşka bir siluete bürünmüştü. Annesi Sofia’nın güzelliğinin farkındaydı, kendi yaşayamadıklarını kızı yaşayacaktı. Güzellik yarışmasının ödülü 35 dolar ve Roma biletiydi. Ha bir de duvar kâğıdı hediye edilmişti, bombalardan harap olmuş zavallı evleri için harika bir hediyeydi bu. Sofia Roma’ya gitti ve oyunculuk serüveni başladı. Yapımcı Carlo Ponti’nin dikkatini çekmişti, öyle böyle dikkat çekmek değil, 38 yaşındaki Ponti evliydi, iki çocuğu vardı ama Sofia’ya âşık olmuştu. Dünya sineması için en büyük şans Ponti’nin Sofia gibi bir hazineyi dünyayla paylaşması oldu. “Evinin kadını olacaksın” dese, Sofia kabul ederdi belki, Carlo onun için güvence, sığınak, huzur, aşk demekti, bir baba figürüydü öte yandan... Küçük rollerden kısa sürede başrole yükseldi, Vittorio De Sica’nın yönettiği pek çok filmde başrol oynadı, Marcello Masrtoanni ile 11 film çevirdi. EN BÜYÜK AŞKI Carlo Ponti, Sofia’yı Hollywood’da parlatacağından emindir (öyle söylenir ki Sofia yirmi günde İngilizce öğrenmiş), Stanley Kramer’in yönettiği “The Pride and PassionGurur ve İhtiras”ta Cary Grant ile başrol oynamasını sağlar. Bu da başka bir dönüm noktasıdır Sofia’nın hayatında. Cary Grant ona âşık olur, birlikte birkaç film daha çekerler. Sofia da sever Cary Grant’ı, hatta üç yıl kadar gizli saklı görüşürler. Cary Grant evlenme teklif eder Sofia’ya ama Sofia için Carlo her şeydir. İtalyan mahkemelerinin ve Katolik kilisesinin günahkâr ve suçlu ilan ettiği Carlo Ponti ile Meksika’da evlenir, Carlo Ponti ancak orada boşanabilmiştir ama İtalya ne boşanmayı ne de Sofia ile evliliğini kabul eder. Anthony Quinn, Charlton Heston, John Wayne, Clark Galbe, Paul Newman, Gregory Peck gibi dünyanın en iyi aktörleriyle başrol oynayan Sofia Loren, sinemadaki en büyük başarısını 1960 yılında oynadığı orijinal adı “La Ciacocara” olan Türkiye’de “Kızım ve Ben” adıyla gösterilen filmle Oscar kazanır. “O zamana kadar sinema dünyasının bir parçasıydım ama bu filmden sonra gerçek oyuncu olarak kabul gördüm” diyen Sofia, yabancı film dalında aday olan bir filmle Oscar kazanan ilk oyuncu olur ama kazanamayacağından öyle emindir ki törene gitmez bile. İtalya’da evinde uyurken telefon çalar. Arayan Cary Grant’tir, “Şekerim, haberin var mı, Oscar kazandın”... (O Oscar heykeli evinden çalınmıştı sonra.) ‘BEDEL ÖDEMEYE RAZIYIM’ Dünyanın en büyük mutluluğu kendi ailene sahip olmaktır diyen Sofia, iki oğlunu da sağlık sebeplerinden ötürü dokuzar ay yataktan çıkmayarak doğurmuş! Öncesinde iki defa düşük yapınca doktorlar “asla anne olamazsın” demişler, Sofia için galiba en önemli ve tetikleyici kelime “yapamazsın!” “Evlenemezsiniz” dedikleri Carlo Ponti ile nihayetinde Fransız vatandaşlığına geçerek evlenmişlerdi mesela. Ülkeye gelemezsin, gelirsen tutuklanırsın, dediler! Hem çoklu evlilik yaptığı iddiaları hem de vergi kaçırdığı yönünde çıkan haberler yüzünden uzun süre gidemediği İtalya’ya 1972’de gitti, bu kavuşma ona 19 gün hapis cezasına mal oldu. “Bedel ödemeye razıydım” dedi, “Anneme, ülkeme, sevdiklerime kavuşmak için hapis yatacaksam, yatarım” dedi... 2007’de 72 yaşındayken Pirelli takvimi için erotik pozlar veren, Napoli futbol takımı birinci lige çıkınca soyunacağım diyen, bugünün oyuncularının öpüşmeyi bilmediğini söyleyen Sofia Loren, sinemaseverler için bir efsanedir. “Onca Yoksulluk Varken” ile sinemaya hiç çekinmeden bir kez selam çakan Sofia Loren’e o çekik güzel yeşil gözlerinin ve endamının hatırına beste yapan Mick Jagger imzalı Rolling Stones albümündeki Pass The Wine (Sophia Loren) şarkısıyla bir selam da ben çakıyorum. Bir sarkastiğin New York anıları basakbicak@gmail.com Başak Bıçak “Artık bunu söylemek yanlış biliyorum; her şey sanat, herkes sanatçı. Ancak yenen şeyler sanat değildir. Onlar atıştırmalıktır.” Amerikan sosyal hayatına, sanata yönelik eleştirileri ve müstehzi kişiliğiyle hatırı sayılır bir hayran kitlesi elde eden Fran Lebowitz, kadim dostu Martin Scorsese ile yeniden bir araya geldi. 2010 yılında çektikleri Public Speaking isimli belgeselin bir muadilini, bu kez daha kapsamlı ve detaylı bir anlatıyla dizileştiren ikili, meraklısı için hiç karşılaşmadığınız bir New York portresi çiziyor... The New York Times’ın, “modern Dorothy Parker” olarak nitelendirdiği Frances Ann Lebowitz, mikro düzeyde New York’u, makroda ise Amerikan yaşamını ve toplumunu kıyasıya eleştiren, hatta deyim yerindeyse yerden yere vuran bir eleştirmen ve yazar. Fakat Metropolitan Life (1978) ve Social Studies (1981) isimli kitaplarıyla ünlenen bu hiciv ustasını benzerlerinden ayıran, salt hayran verici zekâsı veyahut hazırcevaplığı değil, liseden atıldıktan sonra taşındığı bu metropolde taksi şoförlüğünden, temizlik işçiliğine kadar pek çok meslekte çalışarak toplumun farklı tabakalarını gözlemleyebilmiş olmasında saklı... Öyle ki bir süre sonra kitap ve film eleştirileri yazmaya başlayan ve sanat dünyasının en önemli isimleriyle bir araya gelme fırsatı yakalayan Lebowitz, böylelikle 70’li yıllarda şehrin popüler kültürünün de bir parçası haline geliyor. Andy Warhol’un Interview isimli dergisinde köşesi bulunan, Duke Ellington ve Charles Mingus gibi caz efsaneleriyle görüşen, Nobel ödüllü Toni Morrison ile sırdaş olan Lebowitz’in, usta yönetmen Martin Scorsese ile tanışmalarınşaşkınlıkla dinlemek kalıyor. Eski ve yeni New York’u karşılaştırırken hiç bilmediğiniz yönlerini ele alan, kapital dünyayla gelen kültürel değişimi ironik bir biçimde eleştiren yazarın, bilhassa şehrin insanlarına ve yaşam tarzlarına yönelik söylemlerine ve gözlem yeteneğine hayran olmamak elde değil. Sözgelimi, telefon ve sosyal medyanın hayatımızda kapladığı yere ve insanları dönüştürdüğü hale değinen yazar, pek çoğumuza tanıdık gelecek bir konuya, beslenmeyi ve sağlıklı yaşadan hemen sonra çok yakın iki dost olmaları ise çeşitli film projelerinde bir araya gelmelerine ve hatta sohbetlerini belgeselleştirmelerine de vesile oluyor. Önce Public Speaking, ardından da şimdilerde Netflix’te seyircisiyle buluşan Fran Lebowitz: Bir Yazarın Portresi (Pretend It’s a City), pandemi öncesi New York’unda bu iki ismi buluşturuluyor ve kahkahalarla dolu sohbetlerine bizi ortak ediyor. Yaklaşık yarım saatlik sürelerde, yedi bölümlük bir mini dizi olarak tasarlanan ve mayı takıntı hale getiren modern insana da “zindelik” mefhumu üzerinden alaycı bir yorum getiriyor. Yönetmen Spike Lee ile yaptığı söyleşinin de yer verildiği dizide yazar, sanatçı ve sporcunun bir tutulamayacağına yönelik açıklamalarından sonra asıl eleştiri oklarını sanat ve sanatçı kavramlarına yöneltiyor ki bana göre, hem Lebowitz’i ve görüşlerini özgün kılan hem de bu söyleşi dizisini sıradan biyografik bir belgesel olmaktan kurtaran yergi burada yatıyor. Picasso ve görsel sanatlar hakkındaki söylemiyle insandaha ziyade Martin Scorsese’nin sorduğu soru ların artık sanatı değil, fiyatı alkışladıklarını ifalara yanıt veren Fran Lebowitz’in anlattıklarıyla de eden Lebowitz, sanatçı ile sanatını birbirinşekillenen dizide her şeyden önce, yazarın ba den ayırma konusuna da açıklık getiriyor. Özelkış açısından çok Scorsese hayranı bir sinemase likle son yıllarda sanatçıların karşı karşıya kalver olarak yönetmenin kahkahalarına güldüğü dıkları taciz davaları nedeniyle gündeme gelen mü de söylemeliyim. İkilinin kendi aralarında ve ve benim de çoğu zaman hayatta olan ve olmafarklı zamanlarda topluluk önünde gerçekleştir yan sanatçılar sebebiyle ikilemde kaldığım medikleri söyleşilerin bir derlemesi olan dizi, şüphe selede zihin açıcı fikirler ortaya atıyor. siz seyircisini Lebowitz’in mizahla örülü belleğin Kısacası Fran Lebowitz: Bir Yazade enfes bir gezintiye davet ediyor ancak benim rın Portresi, söyleyecek çok fazla şenazarımda dizinin eğlenceye dönüşmeyi olan fakat pek çoğunu daha sinin asıl sorumlusu Martin Scorsese’nin mütevazı varlığı ve şen kahkahaları olPuanım: önce duymadığınızın garantisini veren bir dizi. Seyircisine yalnızca du. Usta yönetmene, bu diziyle birlikte 7.5/10 “Para karşılığı yazı yazana kadar çok bir kez daha hayran olduğumu itiraf etseverdim, sonrasında nefret ettim” diyen meliyim. Lebowitz’in ayrıksı kişiliğinin ve sarkasPeki, Fran Lebowitz bize yedi bölüm boyun tik duruşunun boyutlarını göstermekle kalmıyor; ca ne anlatıyor? Açıkçası diziye başladığımda aynı zamanda onu yazarın anılarında ve New benim için de en büyük soru işareti buydu fakat York’un ikonik mekânlarında keyifli bir yolculukarşınızda o kadar geveze, o kadar zeki, o ka ğa çıkarıyor. Ve bunu, üstat Martin Scorsese ile dar nüktedan biri oturuyor ki size sadece onu birlikte yapıyor. Daha ne olsun?
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle