Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
13 Şubat 2021 Cumartesi 5 Sadece ‘ben’ ile ilgilenenlerden oluşan sığ bir dünya... Gündüz Vassaf: Yazdıklarıyla olaylara farklı bakmamızı sağlayan, her daim sınırsızlığı savunan ve okura “hadi uyan” diyen Gündüz Vassaf’la dolu dolu bir sohbet gerçekleştirdik. Yeni kitabı üzerinde çalışıyor, “Bitsin de istemiyorum. Geçen gün, kitaba başladığım ilk zamanlarda yazdığım notları buldum. Ürkerek baktım. 6 yıl olmuş. Yaşam biçimi oldu şimdilik” diyor. Vassaf ile buluştuk, İstanbul’dan kedilere, balıklardan farklı şehirlere, insana ve toplumsal alana duyduğumuz aidiyetlerimize dair konuştuk. Türkçe konuşurken bile Amerikanca düşünce biçiminin yaygınlaşmasından endişeliyim. İnsan ilişkilerimiz homojenleştikçe sevişme dilimizde bile özgünlüğümüzü yitiriyoruz. Ünlü edebiyatçılarımız bile dünyaya Amerikanca bakmaya başladı. Yaşama farklı bakış açılarımızın kaybolması Amazon’da yok olan türler gibi. Bilişsel ekosistemimizi sarsıyor, değişen koşullara uyum sağlama esnekliğimizi zayıflatıyor. Cezayirli psikiyatr Fanon’un deyimiyle dünyaya ‘beyaz maskeli kara derililer’ gibi bakıyoruz. u İnsanoğlunun en kıymetli özelliği sevgisi ise neden bu kadar nefret hâkim? Ne yapmalıyız? Herhalde kendimizi çok sevdiğimizden. (gülüyor) Sevgimizin bencilliğinden, nefret, bu kadar hâkim. Sevgi kelimesini ne kadar az kullanırsak sevgisizlikten o kadar kurtulmuş oluruz. u 18 yaşındayken ABD’de bir akıl hastanesinde gardiyanlık deneyiminiz var. Sonrasında hayatınız değişiyor. Ne değişti ve bugünden geçmişe baktığınızda... Hayatınızdaki diğer sert dönüm noktaları ya da sert uyanışlar neler? 18 yaşındayım. New Hampshire’da bir akıl hastahanesinde yaz işi. 150200 hasta var içeride. Bizi alıştırmak için yaşlılar koğuşuna aldılar. Koğuşta, 3040 yıldır pencereden bakmak dışında gün ışığı görmemiş terk edilmiş kadınlar ve erkekler vardı. Çıplak, dışkılarıyla oynuyorlar, birbirlerine saldırıyorlar, bağırıyorlardı. Bizim işimiz mümkünse orada olay çıkmasını önlemek, dışkılarını tutamadıklarından altlarını temizlemek, yemek yiyemeyenleri yedirmeye çalışmak. İnsanın bu halini hiç görmemiştim. O kadar ölüm yolcusunu bir arada görmek ürkütücüydü. İlk günün sonunda “Bu işi yapamam” dedim ancak kendime yediremeyip geri döndüm. İkinci gün azıcık alışır gibi oldum. Üçüncü gün alışmıştım. Bu deneyimden, insan halinin ne boyutlara varabileceğini ve en uç boyutları bile isyan etmeden kabul edebileceğimizi öğrendim. İnsanın düzen verme, anlamsızlığı düzenleme huyu ile ilgili bir deneyim yaşadım. Koğuşun bir ucunda katatonik bir hasta vardı. Sürekli aynı hareketi yapıyor, başını sallıyordu. Koğuşun diğer ucunda hezeyan halinde, elleri kolları havada diktatör gibi devamlı konuşan biri. Bir uçtaki başını sallıyor, öbür uçtaki bağırıp çağırıyor, nutuk atıyor. Koğuşun öbür ucuna diğer adamı taşıdım. İkisini birleştirip normal görünümlü, anlamlı bir düzen kurdum. Dünyamızın hali de bu. Normale benzetmek istiyoruz ama düzen öyle çalışmıyor. Kendisi patalojik. u Diğeri? 67 Eylül olaylarında Leventteyiz. Güruh evin önünde durdu. Seslerini duyduk, annemle kepenklerin deliğinden bakıyoruz. Eve saldırıp saldırmamayı konuşuyorlar. Niçin? Çünkü bahçede babamın otomobili var. İlkokul birinci sınıftaydım. O gün öğretmen bize “Kıbrıs Türktür” yazmasını öğretmiş ben de otomobilin üzerine beyaz tebeşirle yazmışım. Onu görünce vazgeçip gittiler. İlk defa insandan korkulacağını, o zaman anladım. u Birçok söyleşinizde insanoğlu kendini çok abartıyor demişsiniz. Yani kendine fazla mı rol biçiyor? Ebru, “Ben” kelimesi çok zor ve yüklü bir kelime. Bazı dillerde ben kelimesi yok. Kendimizi çok merkezde görmeye başladık. Bir de “Sen kimsin, sana seni tanıtabilirim” sanayisi türedi. Uçtuk gittik. Fazla abarttığımız için kendimize zarar veriyoruz. Kendimizi tanıdığımızı zannettikçe, gayret gösterdikçe daha çok problemli kişiler olmaya başlıyoruz. Sokrates’ten beri “kendini tanı” demişler. Hâlâ insan kendini tanımadı! Yeter artık tanımayalım, yaşayalım! u Son dönemin sözde en önemli sorgulamalarından biri “Ben kimim?” Herkes derinlerine girmeden kim olduğunu bulmak çabasında. Ama bir yandan da hakikat ötesi dediğimiz bir çağ bu. Hakikati görmek istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Bir defa düşünce ve duygu bombardımanı altındayız. Şöyle ki: yüz sene önce bir kişi ömrü boyunca en fazla bir cinayete tanık olurken, şimdi TV ya da gazetelerden bir gün içerisinde elli tane cinayet görüyor. Görmese bile her gün cinayet haberleriyle sarsılıyor ve bir süre sonra da sarsılmaz olup duyarsızlaşıyor. Sağ kalabilmek, hiç olmazsa azıcık vicdan taşıyabilmek için reddediyor, görmezden geliyoruz. Sadece “ben” ile ilgilenenlerden oluşan sığ bir dünyanın içine giriyoruz. Örneğin elli sene önce İstanbul’da bir evsiz gördüğünüzde durup yardım etmek isterdiniz; şimdi onlarca evsiz insan var. Üstüne basmamak için dikkat ediyoruz en fazla. Sırf kadının tarihi bile umutsuz olmamaya yeter u Hepimize gelecek kaygıları, ekonomik sorunlar, en önemlisi umutsuzluk hâkimken neden umutsuz olmaya hakkımız yok? Günlük adlı kitabım, 4050 bin yıl öncesinden günümüze gazete haberlerinden oluşuyor. Mesela içindeki haberlerden birisi; insan iki ayak üzerinde yürüdü. Sürmanşet! O perspektiften bakınca nereden, nereye geldik diye göbek atıp zil çalmamız gerekiyor. Çocuk ölümleri, kölelik, kadının toplumdaki yeri, uzun yaşam, açlıktan ölenler vs. düşününce türümüz çok ilerledi diye düşünüyorum. Son 4 bin yıla bakarsanız savaşlar yüzyıllar geçtikçe nispeten çok azaldı. Bunlar olumlu gelişmeler. Bencillik devreye girdiğinden, günümüzdeki sorunları abartarak bunları göremiyoruz. Umutsuzluğumuzun bir kökeni geçmişi yadsımaksa diğeri de günümüzü abartan haklı isyanlarımızda sabırsızlık. u Kilit kelime ‘sabır’ mı? Sabır ve tarihi bilmek. Tarih, geçmişe sahip çıkmak için değil, ilerlemeyi görebilmek için çok önemli. Ebru ikna olmadın sanırım. (gülüyor) u Biraz daha açsanız... Peki, annemden örnek vereyim. Annem din okuluna giderken, cumhuriyet ilan edilince üniversiteye gidiyor. Felsefe okuyup Harvard’a bile gidebiliyor. Hâlâ ataerkil toplum ama bugün o kapılar açık artık. Çin İmparatorluğu döneminde, Çinli kadınlar okuyamadığı için kendi aralarında mektuplaşmak için Nu Şu adlı gizli bir yazılı dil geliştirmişler. Çinceden çok farklı ve alfabesi de var. Türümüzün tarihinde büyük bir değişiklik. Sırf kadınının tarihi bile yeter umutsuz olmamaya. Kitap, yemek ve biraz da hayat Ebru D. Dedeoğlu Keyifsiz yemekler yapıyorum u Yemek yapıyor musunuz? Sıradan keyifsiz yemekler yapıyorum. Büyük bir kayıp. Halbuki yeni tatlar yaratmak mucizevi. Yazmakta olduğum kitap o kadar beni hayattan koparıyor ki sadece kısa yürüyüşler yapabiliyorum. Aşk, bir sarhoş olma sürecidir u Günümüzde hâlâ aşk önemini koruyor mu? Evet. Bir gün Levent’teki evin çatı katında eski gazeteler vardı, onlara bakarken, babamla yapılmış bir mülakat gördüm. Gazeteci babama soruyor. “Doktor bey, aşk hastalığı ne menem bir şeydir?” Babam da “Aşk hastalığı yoktur, âşık olmama hastalığı vardır.” Ben de öyle hissediyorum. Âşık olma hali, insanın en güzel hali. Aşk, bir sarhoş olma sürecidir. Kitap yazarken de insan sarhoş olur, kokular, renkler her şey üzerinize gelmeye başlar. Aşk, sizi tamamlar. İlk defa dinden değil, bilimden medet umuyoruz u İnsanlık olarak son bir yıldır hepimiz evlerimizdeyiz. Holdingler teker teker çalışma sistemlerini değiştirip homeoffice dönemini başlatıyor. Yeni dönemde bizleri neler bekliyor? Korona’nın olumsuzluklarını çok dile getiriyoruz da evden çalışmak olumlu bir gelişme. Bizi özgürleştirdi. Korona olayında pek telaffuz edilmeyen bir nokta mevcut. Veba salgınında, veba, Tanrı’nın bize yağdırdığı bir belaydı ve kurtuluşu da cennete gitmekti. 100 yıl önce İspanyol gribi ise makus talihimiz, kaderimizdi. Korona’da ilk defa dinden değil, bilimden, aşıdan medet umuyoruz. Bu büyük bir değişiklik. İklim krizini tüm varlığıyla dile getiren gezegenimizin ilk küresel yurttaşı Greta, bencilliğimizi, tüketim patolojimizi sarsmazken korona korkumuz bizi küresel vatandaş yaptı. Zaten uzatmaları oynayan dinlere, ulus devletlere bakışımızı değiştirdi. Devletlerin hazırlıksızlığını, beceriksizliğini, suçluluğunu, insanların katlinde sorumsuzluğunu gösterdi. Çok basitçe; tüm devletler anlaşsa, savaş bütçelerinden yüzde beş ayırsa, herkes maaşını alır, yemeğini yer, borcunu öder, işe, tüketmeye, eğlenceye gitmeden korona sürecini kısa zamanda atlatabilirdik. Çok zor bir şey değildi. u İnsanoğlunun kadim korkusu ölüm. Ölümden bu kadar korkarken neden doğayı, hayvanları katlederek sonumuzu hızlandırıyoruz? Hepimiz soydaş değil miyiz? Tarıma başladığımızdan bu yana asırlardır kendimizi en tepede hayvanların üzerinde gördük. Psikologlar hâlâ insana ne kadar benzerse o kadar akıllı diyor, şempanzelere dilimizi öğretiyor. (gülüyor). Yavaş yavaş biraz değişmeye başladı bu durum. Onlardan öğreneceklerimiz de var. Milyonlarca yıldır evrimleşerek değişen türler var. Afrika’dan çıkalı daha 100 bin yıl oldu. Çok yeniyiz bu işte. Zaten insan olarak tek tür kaldık, bir anda kırılıp gidebiliriz. İklim değişikliği olaylarında da görüyoruz, doğanın dengesi için birbirimize ihtiyacımız var. Üstelik yaşam onlarla ne kadar renkli, güzel ve mucizevi. Geçenlerde Kuzey Amerika’da bir kurbağa türünün kışın buz kalıplarının içinde donduğunu, kalbinin durduğunu, baharda tekrar canlandığını keşfettiler. NEDEN YAŞIYORUM! u Size sormak istiyorum hayatın anlamı var mıdır? Örneğin siz hayatın anlamını buldunuz mu? Bir hafta önce “Niçin Yaşıyorum” diye bir şiir yazdım. Sanırım sorunun cevabı satırlarda… Neden yaşıyorum? Acıkan, susayan, Nefes alıp veren vücudum. Şehvetlenip, Neslimi sürdüren de o. Vücudum yaşar, Vücudumu yaşatırken, Ölümüm ben. Benim, Zihnimin zehriyle kendimi, İcatlarımla gezegenimi öldüren. Ahlak de, Göster ahlakın kofluğunu. Ahlak de, Zarar verme. Ahlak de, Taşlasınlar. Ahlaksızlığın şarkısını söyle Alkışlasınlar. Ahlak de, Putlaştırsınlar. Parasını bas Şifresini söyle Senin olsun. Sustuğunda bencil, Susmadığında yalancı, Seslenme kendine. Kork, korkma, Sus, susma, Oyna içinden geldiği gibi. Farkım yok senden, Dakikalarla saatleri yarıştırırken Ölümü unutuyorum. Yıldızlara bakıyor, Zamanı durdurup hızlandırıyor, Sonsuzlukta dolaşırken, Kalıyorum tek başıma. Dur, Benden kaçma, Annemin babamın ölüp Beni bıraktığı gibi. Sevgilim olma sevgilim, Sevme, seni sevdiğim gibi. Uykum geldi. Sana gün aydın. Uyanınca yollayacağım, Bugün burada 29 Haziranmış. OLMADIK YERDE DÜŞMAN ARIYORLAR u Boğaziçi Üniversitesi’nde ne kadar süre görev aldınız? 12 Eylül’den az sonra üniversitede özgürlük kalmadığı ve bir sürü arkadaşımın işine son verildiği için YÖK’le birlikte istifa ettim. İnanılmaz sansür vardı. Asker evlere girip çıkıyordu. Askerin hoşlanmadığı bir kitapla yakalanırsanız hapse girebilir, işkence görebilirdiniz. Boğaziçi kütüphanesi bile “Asker gelirse ne yapacağız?” diye kara kara düşünüyor, ne olur ne olmaz başlarına bela gelir diye kitapları saklıyorlardı. Aralarında Şerif Mardin’in “Din ve İdeoloji’’ kitabı vardı. Başlığında ideoloji var ya? O tarihten itibaren yurtdışında ders vermeye başladım. u Boğaziçi Ünivesitesi’nde bugün de sarsıcı, çok üzücü olaylar yaşanıyor... Kurumlara özgürlük ve özerklik tanıyacak yeni bir üniversite yasası derhal gerekli. Askeri cuntadan miras 40 yıllık YÖK’e geç kalmış bir tepki. Üniversitelerin günümüze kadar suskunluğundan Ankara da şaştı bu da nereden çıktı diye. Olmadık yerde düşman arıyorlar. Yanlış bilgilerle kamuoyu da yönlendirilip üniversiteler konusunda bölünüyor. Gençler bölünüyor. Bölünme geçmişte ülkenin başına gelen ibret verici felaketleri hatırlatıyor. u Bugünlere nasıl gelindi? YÖK, 12 Eylül’den beri Kenan Evren ve İhsan Doğramacı ile var. Son kırk yıl içerisinde çeşitli hükumetler geldi geçti. Hepsinde üniversite hocaları uyudu, kapıkulu oldu. Akademik özgürlüğün ve üniversite özerkliğinin devletin eline geçmesini kabul ettiler. Öğrencilerin de “Yeter Artık” demesiyle hocalar tek tük uyanmaya başladı. Öğrenciler dayak yiyorlar, hapse giriyorlar. Çok üzücü. Sadece devleti değil seslerini çıkarmayan hocaları da suçlu buluyorum. Kızgınım. Öğrenciler hocalarının sessizliğinin kurbanı olmamalı.