Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 6 1 EYLÜL 2018, CUMARTESİ Karadenizsiz kemençe MAHİR ÜNSAL ERİŞ Kemençe deyince aklınıza Karadeniz bölgesinin horon oynatan, kimi zaman hüzünlü olsa da çoğu kez neşeli olan çalgısı geliyorsa çok önemli bir şeyi gözden kaçırıyorsunuz demektir. Çünkü kemençe adı verilen enstrüman, birbiriyle hiç ilgisi olmayan iki farklı ana kola ayrılır. Bunlardan biri yazıya başlarken bahsini ettiğim Karadeniz kemençesi iken diğeri klasik kemençe olarak adlandırılır. Benim de bahsetmek istediğim bu, klasik olanı. İnsan sesine en yakını Karadenizli adaşının aksine klasik kemençe, bir Klasik Türk Müziği sazıdır. Dilimize TRT yüzünden yanlış yerleşmiş adlandırmayla Türk Sanat Müziği icrasında kullanılır. Tıpkı adaşı gibi üç tellidir ve yayla çalınır. Fakat ondan çok karakteristik birkaç özelliğiyle kesin bir şekilde ayrılır. Birincisi, klasik kemençenin formu biraz da yuvarlak hatlara sahiptir. Hatta bu nedenle “armudî kemençe” de denir. İkincisi ise en önemlisi. Türk müziğinde eşi benzeri olmayan bir icra tekniği vardır bu sazın. Klasik kemençede parmaklar tellere basmaz. Bunun yerine parmak, tırnağı değecek şekilde telin yanına konur ve üzerine basmadan, yalnızca tır nak değdirerek çalınır. Bu, klasik kemençenin, “tırnak kemençesi” olarak adlandırılmasına sebep olmuştur. Kastamonu yöresinde de, halk müziği icrasında kullanılan bir kemençe vardır böyle, klasik kemençeye form olarak benzeyen, onun gibi tırnakla çalınan bir saz. Adı da Tırnak Kemane’dir. (Tırnak Kemençesi ya da Kastamonu Kemençesi de dendiği olur.) Klasik kemençenin sesinin insan sesine en yakın enstrüman olduğuna dair rivayetler var. Dinleyenler bilecektir, oldukça içli, derin, küçücük bünyesinden beklenmeyecek kadar kudretli ve hakim bir sesi vardır klasik kemençenin. Bu içli sesiyle ilgili de birtakım efsaneler söylenegelir. Klasik kemençe, diz üstüne ya da iki dizin arasına konarak, oturur haldeyken ve göğse dayalı şekilde çalınır. Böyleyken kemençenin tellerinin bağlı olduğu burgular, icracısının tam kalbine dayanır. Bu nedenle kemençe sesinin sazendenin yüreğinin sesini bağırdığı yorumu yapılır. Bir diğer efsane ise azıcık daha karanlık. Şöyle ki, kemençenin gövdesi çeşitli sert ağaçlardan, bu işe uygun olanları seçilerek yapılır. Oysa kapağı, yani tellerin ve eşiğin altındaki göğüs kısmı servi ağacından oyulur. Ve bu iş için özellikle mezarlık servisi tercih edilir. Bu çok kati bir kuraldır. Diğer enstrümanların göğüs (kapak) parçaları, ladin ya da sedir gibi başka başka ağaçlardan yapılabiliyorken mezarlık servisi klasik kemençe için olmazsa olmazdır. Mezarlık servisi yalnızca kemençe yapımında kullanılır üstelik de. Başka enstrümanlarda rastlanmaz. Bu nedenle, üstünde dikili olduğu kabirlerde yatan müteveffaların ahlarını, figanlarını tınladığına inanılır kemençe göğsünün. Demir leblebi Kemençe hakkında daha kesinlikle emin olduğumuz başka bilgiler de var elbette. Bu çalgı bizim müziğimize Osmanlı Rumları sayesinde gelip girdi. Girit Lyrası denen sazın kuzeni olduğu söylenebilir. Biçim, ses ve icra tekniği olarak aynı aileden olduklarını açıkça gösteriyorlar çünkü. 19. yüzyılın başına kadarki minyatürlerde kemençe resmine rastlanmıyor. Onun yerine rebab ve ıklığ betimlenmiş. 19. yüzyıldan itibaren lavtayla birlikte kaba saz takımlarında ve minyatürlerde yer almasını, bu döneme kadar çoğunlukla Rumlara has kabul edilen bir “etnik saz” olarak görülmesine bağlamak sanırım yanlış olmaz. Klasik Türk Musıkîsi’nin başat sazlarından biri olmasını, Kemençeci Vasilaki ve Tamburi Cemil Bey’in ona kazandırdığı üsluba borçluyuz. Bu üslup günümüzde de varlığını sürdürüyor. Klasik kemençe çalan kişiye “kemençevî” deniyor. Fakat tırnakla çalınmasının güçlüğü, klavyesinin darlığı nedeniyle temiz sesler verebilmenin büyük ustalık gerektirmesi gibi birtakım sebeplerin de etkisiyle öyle çok da fazla kemençevi yetişmiyor. Kemençe çalmaya, uğruna namını aldığı tamburu çalmayı bile terk eden Tamburi Cemil Bey’in “demir leblebi” dediği söylenir. Bu da sanırım icrasının zorluğu konusunda birinci elden fikir vermek için kafi. Yine de bu demir leblebiyi ağzına atıp çiğnemeyi başarmış, kemençenin hakkını vererek bize muhteşem eserler bırakmış, İhsan Özgen gibi, Cüneyd Orhon gibi üstatları anmamak olmaz. Bugün, bu isimlerin ve elbette Cemil Bey’in dolaylı yoldan ya da doğrudan talebesi olmuş, onların meşkinde bulunmuş çok üstün kemençeviler halen bu sazı geleceğe taşıyacak eşsiz sesleri sunmaya devam ediyorlar. Birkaçını sayarak her birine selamlarımı göndermek isterim: Derya Türkan, Cengiz Onural, Neva Özgen, Canfeza Gündüz, Hasan Esen, Furkan Bilgi, Filiz Kaya… ‘Mucizeler hayatıma‘Mesele bu ülkede Jamie Oliver olmaması değil, medya yöneticileri’ mutfaktan girdi’ DİLEK ŞEN Youtube’un çok izlenen kanallarından biri Yemek Okulu. Şimdilerde 560 bini aşkın abonesi olan kanalın bölümlerinden “Burak’ın Ekmek Teknesi”nde 19 Mayıs 2017 tarihli bir video var: Refika Ekmek Olsaydı? Bu video, Refika Birgül’ün geçen yılki doğum gününde ona sürpriz yapmak için çalışma arkadaşları tarafından hazırlanmış. Kanalın “hamur işleri sorumlusu” Burak Arpak, bu ekmeğe sütlü çikolata, bitter çikolata, nane, tuzlu yerfıstığı ve acı biber katıyor. Hamura bolca eklenen çikolatalar her katmanda Refika’nın tatlılığına, nane ferahlatıcı yanına, yerfıstığı kıtırtılı sürprizlerine, acı biber de en nihayetinde bir patron oluşuna denk geliyormuş. Bu ekmeği merak ettik ve merakımızın peşinden Kuzguncuk’a, Simatos Binası’ndaki Refika’nın Mutfağı’na gittik. Yakında Fox Tv’de gösterilecek programının set arasında yakaladığımız Refika Birgül’le “memleketimiz mutfağı”nı konuştuk. Refika Birgül, en az 15 saatini çalışarak geçiriyormuş. Bu mutfağı kurmak ve büyütmek hiç de kolay olmamış onun için. Koç Üniversitesi’nin psikoloji bölümünden mezun olduktan sonra pek çok iş yapmış. !f İstanbul Film Festivali’ni var eden ekipte yer almış, bir dönem İKSV için çalışmış. Ailesinin hastanesinde yöneticilik yapmaya başladığındaysa sevmediği bir işi yapmanın mutsuzluğu çökmüş üstüne. “ Mutfak beni kurtaran şey oldu. Mucizeler hayatıma mutfaktan girdi” diyor bu yüzden. ? Mutfakla ilişkiniz nasıl başladı? Ben çok dışarı çıkmayı sevmem, arkadaşlarıma evde yemek yaparım. Onlar bu yemekler kitap olmalı deyince yazmaya karar verdim. Bir yazdım 600 sayfa oldu, sonra 400’e düştü. Kitabı yazmanın sonuna doğru depresif bir hal aldım. Hastanede yöneticiyken 2008 krizinden sonra fiziksel ve ruhsal olarak çok yorgun, yaşlanmış, kimseye verebilecek bir şeyi kalmamış biri gibi hissediyordum. Orada yemek beni kurtardı. Kitabı bitirebilmek, reçeteleri ve kendimi toparlayıp kitabı çıkarmak beni ayağa kaldırdı. Kitap çıktıktan sonra seri halde mucizeler oldu diyebilirim. O mucizeler hayatımı değiştirdi. ? Neler oldu? Tanıtım yapmak için 7080 kitap imzalayıp çeşitli gazetelere yolladım. Milliyet’ten röportaj istediler, ama önemli birinin kızı kitap çıkaracağı için iptal edildi. Hürriyet’le bir röportaj yaptık, bir süre yayımlanmadı. Bir gün beni aradılar, “Herhalde özür dilemek için arıyorlar” dedim. “Gazeteye gelebilir misiniz?” dediler. Gittim. “Dilini çok beğendik. Bize yazar mısın?” dediler. Ben koltuktan düştüm tabii. Ve başladık. Her bir yazı için bir hafta boyunca çalışıyordum, üçüncü ya da dördüncü haftasında reklam almaya başladı sayfa ve eksiksiz her gün reklam aldı altı sene boyunca. Bu benim için büyük bir gurur kaynağı oldu. ? Televizyon nasıl başladı? Bir program hayal ediyordum. Projeyi bir deftere yazdım, bilgisayara geçirdim, sonra tek tek sponsorlara atmaya başladım. Sonra yine biri aradı beni, evde pijamalarımla oturuyordum. “Sizinle bir televizyon programı yapmak istiyorlar” dedi. Düşün Yeni bir televizyon programına başlamaya hazırlanan Refika Birgül, ‘Mutfakta ben de varım’ demek için verdiği mücadeleyi, yemeğe ve tarıma bakışını anlattı. sene; adaylar içinde ilk beşte yokum, ikinci beşte de sondayım. Bir yıl aldı o programı yapabilmek. İlk 10 kilomu o zaman aldım. O süreç kolay değildi. Simotas’ı toparladım o sırada; çok eskiydi, içi pislik içindeydi ve benim hiç param yoktu. Merdivenlerini taş makinesini alıp kendim yaptım. Elektrik sistemine kadar her şeyini teker teker yaptım. ‘Yanına bir manken verelim’ ? Böyle anlatınca her şey sırasıyla akıp gitmiş gibi. Rastladığınız zorluklar nelerdi? Program hiç de kolay başlamadı aslında. “İnsanlar tek başına seni iplemez, yanına bir manken verelim” dediler. Olmaz olmaz dediler, yaptık ve oldu. ? Üç yıldır televizyonda programınız yok, neden ara verdiniz? Benden beklenen hep Mucize Lezzetler gibi programlar oldu, teklifler böyleydi. Ben de bunu tekrarlamak istemiyordum, zaten onu yapmıştık ve devir de değişiyordu. Yapmak istediğim bir program vardı yemek teknikleri anlatan. İki yıl önce o projeden bir bölüm çektik, olan ve olmayan tüm paramızla. “Bu çok AB. Bu içeriği C, D izleyicisi izlemez” dediler. Birçok kanalın yöneticisinin ülkemiz insanına biçtiği elbise bu! Yıllar evvel yanıma manken verilmesini kabul etmediğimde “Kimse kendini Jamie Oliver sanmasın. Çıksaydı şimdiye kadar çıkardı” demişlerdi. “Mesele bu ülkede Jamie Oliver gibi birinin olmaması değil, sizin bu koltuklarda oturmanız” diyerek toplantıdan çıkmıştım. Anlattığım şey bu ülkenin köfteleri, kinoa değil! Zaten bunları anlatan biri değilim. Yine de AB bulunuyor. Dolayısıyla istediğim programı yapamadım, ara vermiş oldum. ? Diğer kanallarda program yapamamanızda “Buğday yerli değil”, “Antepfıstığı çok pahalı”, “Öze dönelim” demenizin doğrudan etkisi oldu mu? Ben böyle bir ayrıma inanmıyorum. Böyle bir ayrımı da hiç doğru bulmuyorum. Tamamen eski yönetim kafasından olduğunu düşünüyorum. Kanalın ya da yönetimin kimin elinde olduğundan çok, tutar tutmaz mantalitesi. Belirleyici olan tek şey reytingler, onlar da Demokles’in kılıcı zaten. ‘Ekim seferberliği yaratılabilir’ ? Aslında Türkiye’de yetişebilen pek çok tarım ürününün ithal edilmesi ne düşündürüyor size? Ne yapıp edip kendimiz üretmek zorundayız. Dünyanın en verimli topraklarına, en güzel iklimine sahibiz. Tacikistan’dan, Peru’dan, savaşta olan Suriye’den tarım ürünü alacak hale gelmek hepimizin ayıbıdır. Bunda büyük ucuzcu market zincirlerinin, paketli gıda satıcılarının, aracıların ve en önemlisi biz son tüketicinin büyük payı var. Fındık, çay, incir, kayısı, antepfıstığı, zeytin, pamuk, muz… Bunlar korumamız gereken değerler. ? Bu sorunun çözümü ne sizce? Politikaların korumacı yönde değişmesi şart. Bakliyatların hepsi sistemli bir planlamayla alım ve fiyat garantili ektirilebilir, bu sorun bir yıl içinde aslen çözülebilir. Mühim olan bu kararlılığı göstermek. Ekonomik daralma da ancak böyle aşılır. Ekmeğin için bile dışa bağımlı olursa Batı, Doğu, Kuzey seninle kedinin fareyle oynadığı gibi oynar. Bizlerin de bir tarla hayali olmalı. Dedelerimizden kalma araziler, boşalan köyler ekilip dikiliyor mu? Ne yapılabilir; ekim seferberliği yaratılabilir. ? Nasıl? Markete gittiğimizde bakliyat, kuruyemiş paketlerini elimize alıp arkalarını çevireceğiz, menşeine bakacağız, yabancı ise almayacağız. Hem ekonomimiz hem sağlığımız için buğday, un, bulgur ve makarnayı Siyez imkânımız varsa yiyeceğiz. Büyük market yöneticileri, unuttuğumuz Tosya pirincini koyacak, ektirecek. Traktör satıcıları, gübre satıcıları ekmeklerini yedikleri çiftçileri eğitecek; daha fazla gübre satmaya çalışmayacak. Kural koyucular, politika belirleyiciler 35 yılda bunu toparlayabileceğine inançla yaklaşacak. Esnafa, zanaatkârlara, yerel tohuma, küçük çiftçi ve üreticiye destek vermezsek artık işin şakası yok. Dönülmez akşamın ufku gözüküyor. Birçok insan, yurtdışından ithalatla geçimini sağlıyor. Onlar da bugüne kadarki kazanımlarıyla memleketlerine ne yatırım yapabilirler bunları düşünmeli. Bundan daha farklı davranan, bunun karşıtı çalışan herkes artık ‘vatan haini’dir. ? Youtube’da yemek yaparken öze dönüş, bu toprakların değerleri gibi kavramları kullanıyorsunuz. Kadayıftan mantı yapıyor; güllacın, keşkülün hikâyesini anlatıyorsunuz. Genç izleyicinin yorumları nasıl? İlk başladığımda arkadaşlarım bana “Ooo çok geç, onların öyle mefhumları bile yok. Umursamazlar” diyorlardı. Hiç ama hiç de öyle olmadı. Çocuklar çok hızlı anladı ve bu ihtiyacı çok daha güçlü hissettiklerini anladım. Hepimize güç versin bu. C MY B