Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
‘Ahmed Arif’li günler…
Yaşadıkları şiirini, şiiri yaşadıklarını aşan Ahmed Arif (21 Nisan 1927-2 Haziran 1991), olay
anlatımında halk ozanları kadar hoş söylemliydi. Anlatısı, Anadolu bilgelerini anımsatıyordu.
Törelerine öylesine bağlıydı ki konuşulacak yerde konuşur, susacak yerde ağzını bıçak
açmazdı. Bu yazımda bir iki olayla onu anmak Ahmed Arif’e kardeşlik borcumdur...
iyi tanıyordum; ısıracak itle, bitini dökecek adamının masası kutsaldır, oraya say-
ADNAN BINYAZAR
iti birbirinden ayıracak olaylar yaşamıştı. gı duyulmalıdır. Ayrıca, o masa, öyle
binyazar@googlemail.com
Kimin erdemli, kimin erdem yoksunu ol- bir soru sorulmasının da yeri değildi!
BİR AKŞAM YEMEĞİ duğunu soluk alışından bilirdi.
‘BENİM KİM OLDUĞUMU BİLİSEN?’
Yıl 1979 olmalı. CHP iktidarda. Başba-
Elçi’nin Bayındırlık Bakanı olduğu dönem-
Ahmed Arif’in duyarlık uzantıları
kan Bülent Ecevit kabinesinin Bayındır-
de kasabalarına yıllardır sürüncemede bı-
hep uçları görür; “İçmek,/ Gözlerin-
müştü, sanki o ağır koşullarda bir yan-
lık Bakanı Şerafettin Elçiy’di. Ahmed Arif rakılan bir köprü yapılmıştı. Şeytanın bile
de içmek ay ışığını” diyen odur; “Haberin dan akşamın erken indiği mahpushane-
gibi aşiret terbiyesi almış; töre bilir bir ki-
kolayca bulamayacağını sandığımız lokan-
var mı taş duvar?/ Demir kapı, kör pen- ye: “Ejderha olsan kâr etmez./ Ne kav-
şidir. Ankara’da yerini herkesin kolayca
tayı sorup soruşturarak bulmuşlar, sözde
cere” diye nesnelere haklı başkaldırandır
gada ustalığın,/ Ne de çatal yürek civan
arayıp bulamayacağı bir lokantada, ara-
Bakan Elçi’ye teşekkür etmeye gelmişler-
da o; şiirin hem kuzu güdücüsüdür, hem oluşun./ Kâr etmez, inceden içine do-
larında Ahmed Arif’in, Talip Apaydın’ın,
di. Arkasında iki kişiyi de sürükleyip geti-
ejderhayla savaşa giren devidir! lan,/ Alıp götüren hasrete.”
İlhami Soysal’ın, Dursun Akçam’ın da ol-
ren adam yaltaklanarak, çiğnendikçe çü-
Şu anıyı anlatırken, onun şiirsel söyle- Sözünü şöyle sürdürürdü: “Birden ağ-
duğu yazarları akşam yemeğinde bir
rüyen sakıza dönen sözlerle konuşmaya
mini gölgelerim diye çekinsem de ilk du- lamaklı olur bahçe./ Karşıda, duvar dibin-
araya getirmişti.
başladı: “Sayın Bakanım, Allah sizi başı-
de,/ Üç dal gece sefâsı,/ Üç kök hercai
yanlardan biri olduğum için, unutulup
Ahmed Arif, sevdiğini taparcasına sever,
mızdan eksik etmesin, bizi köprümüze siz
gitmesini istemedim. Günü gelmişti, an- menekşe...”
sevmediğini, izine tozuna yaklaştırmazdı.
kavuşturdunuz, size medyunu şükranız.”
latmak bana düşerdi. Hapishanede uygulanan bir işkence sah-
Derin sezgiliydi, çok kişinin ayırdına bile
Yalakaların en çok kullandıkları cümleyi
nesini anlattığında içime şiirlerinin ağıt-
Beş altı yaşlarında vardı yoktu. Güney-
varamayacağı davranışlardan dolayı onu
de eksik etmeyerek, “Siz gelmiş geçmiş
doğunun kızgın güneşinde gür yapraklı bir sı havası dolardı. Şu olayı da bu bağlam-
defterinden silerdi. Makam sahiplerini zi-
Bayındırlık bakanlarının en büyüğüsünüz!”
da dile getirmişti: Tutuklanıp içeriye tıkıl-
ağacın altında kendi gölgesiyle oynuyor-
yaret etmekten kaçınırdı.
Elçi hoşgörülü yumuşak sesiyle, “Yok
du. Dışarıdan görenin oyun sandığı, bel- mışlardır. İşkenceciler, arkadaşlarını hüc-
Sanırım devlet adamı olarak, hayatı bo-
kardeşim, ben değil, köprüyü devletimiz
ki de hülyalara dalmak, yıllar sonra yaza- relerinden alıp kurbanlık koyun gibi işken-
yunca Şerafettin Elçi’den başka kimseyi
yaptı, tesadüfen benim zamanıma denk
ce odasına götürürler. Aralarında genç ço-
cağı şiirlerinin çocuk yaşındaki dizelerini
makamında görmeye gitmemiştir. Belki
geldi” diyerek adamın konuşmasını kes-
aklından geçirmekti... cuklar da vardır. Oradan acıklı çığırtılar ge-
sofrasına oturduğu tek kişi de odur. Prof.
meye çalıştıysa da adam çatlak plaklar gibi
lir. Gençlerin ağızlarını burunlarını kana bu-
Uzaktan, tozu dumana katarak bir atlı-
Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın Kültür Bakan-
yineleyip durarak konuşmasını sürdürdü.
larlar, sopalarla derilerini yüzerler; yine de
nın yaklaşmakta olduğunu görür.
lığı döneminde Yayınlar Dairesi Başkanı
Bir adam, kişilik çöküntüsüne uğra-
ağızlarından tek sözcük söküp alamazlar.
Başını kaldırır bakar ki öbür köyün
ben de davetliler arasındaydım.
maya görsün, el etek öpmekle kalmıyor,
Onların ardından yetişkin birine gel-
ağası, babasının da can düşmanı! Kin-
ağzını yerlerde gezdirerek neredeyse
DOST SOFRASI
miştir sıra. Gardiyan, koğuşa getirip ön-
dardır, punduna getirse, iğne deliğinden
dudaklarını uzatıp Elçi’nin ayaklarını öp-
Sofrada, konuşurken ağzından söz ye-
lerine kanlı bir et parçası gibi attıkları
kurşun sıkıp babasının canını alacak ağa
meye kalkıyordu.
rine inci dökülen İlhami Soysal, Gazi Eği-
gençleri görünce, daha yolda bülbül gibi
kılığında Azrail’dir!
Böyleleri için edebiyat yapmaktan, he-
tim Enstitüsü’nde aynı sırada oturduğu-
ötmeye başlar. İşkenceci bu kez, “Ulan,
Yerel ağızla ağa sorar: “Benim kim ol-
le şiir adı altında düzmece sözcükleri bir
muz, yüzünden eksik olmayan gülüşünde
el kadar çocuklar ağızlarını açıp tek keli-
duğumu bilisen?”
araya getirmekten ucuz şey yoktur.
Ardahan’ın kızıl çamlarının yeli esen kırk
me söylemedi, sana daha elimizi dokun-
Çocuk Ahmed yanıtlar: “He, biliyem...”
Eski Roma’da havuza girip, suya sü-
yıllık dostum Dursun Akçam onun sağında,
madan bülbül gibi öttün!” deyip onu da-
“Kimem?”
rekli kıçını sokup çıkaran bir yardakçı-
yazdıklarında Anadolu bozkırlarının türkü-
ha ağır işkenceden geçirir.
“Babamın düşmanı Şeho Ağa’san...
ya dönemin erdemli kişilerinden birinin,
sü ışılayan ilk Köy Enstitülü Talip Apaydın,
Ahmed Arif, düşmanının bile koru-
“Kurşun sıkıp seni delik deşik edeceği-
“Hey, sen! Suya kıçını sokup durma, kir-
“Hasretinden Prangalar Eskittim” adlı şi-
yucusuydu. Bu olayı birine mal ederek
mi de bili misen?”
ir kitabını “Peygamber bakışlı gözlerinden letemezsin, kafanı sok kafanı, belki te-
imalı anlatmasına karşın, onun adını hiç-
“He, oni de biliyem...”
mizlenirsin!..” diye seslendiğini anlatırdı
öperim” diye imzalayan Ahmed Arif’in Di-
bir zaman vermemiştir.
“Ula kıbrak, bilisen de benden neden
yarbakır doğumlu hemşerisi ben de varım. saygın edebiyatçı Cevdet Kudret...
Anlattıklarını dinlerken, işkenceden ge-
korkmisan?”
Ahmed Arif’in bin kilitli ağzının bin anah- Yüz arsızıdır böyleleri, Elçi artık susması
çirilen gençlerin paramparça olmuş ağız-
“İşte, korkmiyam, ha!..”
tarı vardı; “ejderha olsan” hangi kilidin han- gerektiğini belirtmek için yanındaki konu-
larındaki “domdom kurşunları” yüreğimde
“Aha, dabanca belimdedir, görisen; sı-
gi anahtara uyacağını bilemezdin. O yapı-
ğa döndü. Patavatsızların övgüsü, yergi-
patlar, gözümün önüne ağızlarından bu-
karam, öbür dünyayi boylarsan, ha!”
daki Şerafettin Elçi sanki onun ikiziydi... sinden tehlikelidir. Bakandan yüz bulama-
runlarından kan pınarları akanlar dizilirdi.
“Sıkamazsan!..”
Soylu duruşundan, kırk düğmeyle ilikle-
yan adam kırk yıllık ahbabıymış gibi, başı-
“Gör mi misen, dabancanın tetiğinde-
FİLİNTA
nen yeleğinin kumaşından anlaşılıyor Ah-
nı Ahmed Arif’e çevirdi.
dir parmağım!”
med Arif’in hem konuk, hem konuk çağı- Oğlu Filinta’yı omzunda taşıyarak,
“Hey, Ahmet Bey! Ahmet Bey! sizi
“Göriyem, göriyem; hama bir ağaya
Çankaya’dan Kızılay’a yürüdüğünü gör-
ran olduğu. Şerafettin Elçi’yle dostluğu
suçluyorum; Hasretinden Prangalar Es-
çocuk öldürmek yakışmaz, kurşun sık-
var ama o masada Elçi devlet adamı. Aşi- müştüm. Türk Dil Kurumu grevinde grev-
kittim diye bir kitap yazdınız, orada kal-
mayacağını da biliyem!”
ret terbiyesi ona saygıda kusur etmeme- cilere tepsilerle çiğköfte taşıması hiç ak-
dınız!” dedi. Ahmed Arif’in birinden tik-
Dediği olur, ağa tabancasını beline sokar,
yi gerektirir. Konuşmaktan çok susuyor.
lımdan çıkmıyor. 1972 yılında Ankara’da
sinmesi için, ona “Bey” demesi yeterdi.
tozu dumana katarak oradan uzaklaşır...
Gelinini, oğlunu, torunu Filinta’yı gör-
doğan Filinta şimdi Türkiye’nin sayılı hey-
O akşam, üstelik masada devleti temsil
Bu karşılaşmadan sonra iki ağa ara-
meye gittiğimde anasının üstünde yüzyıl-
keltıraşlarından biridir. Ahmed Arif’in anı-
eden bir bakan vardı, onu duymamış gi-
sındaki düşmanlık sürüp gitmiş midir;
lar öncesinin sırmalarla ışılayan giysisi var-
lara sığmayacak kişiliğini yansıtmam ola-
bi davranıp ağzını açmadı, o tarafa bak-
anlatının büyüsüne kapılıp kendime bi-
dı. Ahmed Arif, önemli ziyaretlerde giydi-
naksız. Oğlu Filinta’nın, babasının ölümün-
madı. Elini ağzından geçirerek yanıt ver-
le sormayı akıl edemedim; ama ço-
ği kırk düğmeli yeleğiyle karşılamıştı beni.
den sonra bana hüzünle anlattığı olayı da
meyeceğini anlatmaya çalıştı.
cuk Ahmed’in bu yürekliliğinden sonra
anımsatmasam yazı eksik kalırdı...
Adam aynı sözü bir daha yineleyince,
DAVETSİZ MİSAFİRLER
iki ağanın bir araya gelip karşılıklı kahve
Filinta babasının büstünü yapmak is-
herkesin susup kaldığı havayı değiştirmek
Elçi’nin masasında sohbet başlamıştı. O
höpürdettiklerini, birbiriyle şakalaştığın
ter. Gece gündüz ne denli uğraşsa yap-
için, hepimizin büyüğü, ağabeyimiz Talip
sırada salonun kapısında iki dirhem bir çe-
görür gibi olurum...
tığı babasına benzemez. Yaptığını bir
Apaydın gülümsedi, yüzünü Ahmed Arif’e
kirdek giyinen üç adam belirdi. İçeri girip
türlü beğenemediğini söyleyince, baba-
dönerek sordu: “Ahmed, ne diyor bu?”
Elçi’nin tam karşısına oturdular. Ankara’da MAHPUSHANE YILLARI
Ağabey sorusudur, yanıtlamamak ayıp sı, iki elini başına götürerek, “Öyleyse
Şiiri nasıl kendine özgü ise anlatması
silahların patladığı günler yaşanıyor, her
boz oğlum, nasıl olsa aslı burdadır!” der.
olurdu. Şiirimizin onur kayası Ahmed Arif da öyleydi. Bu tür olayları, “Namussuza,
gün bir gazeteci, yazar, bilim adamı öldü-
bir atasözüyle yanıtladı Talip Apaydın’ı: Ne yazık ki Ahmed Arif kısa bir sü-
rülüyordu. Hepimiz neyin nesidir diye yü- haldan bilmez,/ Kahpe yalana” soluğuna
re sonra sonsuzluğa göçer. “Aslı” şim-
zümüzü kuşkuyla onlara çevirdik. Gözüm “Çirkefe taş atılmaz!” Adamlar duymazdan soluk katarak anlatırdı. Ben, içime kapa-
Ahmed Arif’teydi. Haksız suçlamalarla ha- geldiler, içkilerini içtikten sonra kalkıp git- nır, sesinde, yüreği kurşunlarla parçala- di şiir tarihine geçen Ahmed Arif’in
tiler. Ahmed Arif’in bu davranışı kibrinden Diyarbakır’da surların kıyısındaki büstü-
pislerde yatmış, insanda ürpertiler yaratan nan en eski dengbejlerin yanık türküsü-
işkenceler görmüştü. “Onur anıtı” gibi du- değildir. Ahlak töresinde böyle durumla- nü duyar gibi olurdum. nü, ilk tasarımını bir türlü beğenmeyen
ruşunda hiçbir değişiklik olmamıştı. Onu ra düşmemek vardır. Ona göre bir devlet Mahpushane yıllarını şiirlerine dök- oğlu Filinta yapmıştır...
n
14 2 Haziran 2022