Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
ÖYKÜDENLİK… Dünya barışla, bayram aşkla... Barıştan, aşktan söz açıldığında dilekler aynı hep: “kavuşmak”, orada kalmak. Bunun, yazında temel izlek olması boşuna mı? Ama gerçekleşmesi olanaksız düş sanki. Nitekim öykü roman türü, yeryüzü cenneti barışla, aşkla ulaşma sorunsalına odaklanıyor zaten. Y aşamın, oyunsu süreçlere dayalı diyalektik sıçramalarla aktığı izlenimi bırakan işleyişi ve örüntüsü, yetinmenin değil ama aramanın baskın olduğunu gösteriyor görece. Bireyi, hayata karşı sürekli “atak” halinde tutan yetinmesizlik ritmi, sanata, edebiyata da bu yanıyla yansıyor. Bin çabayla aşka, barışa ulaşma, bunu yakalayıp kurma, yeni biçimlerle sürdürüp ileriye taşıma, bu yönelimi süreğen eyleme çevirip anlatı evrenine yerleştirme tutumu, roman yazarını da bu yolda alabildiğine baskılıyor. Yalnız yazar değil, çünkü okur da giderek böyle bir beklentinin öznesine dönüşüyor. Lütfi Özgünaydın’ın roman dünyasında bir kez daha gözlüyoruz bunu. LÜTFİ ÖZGÜNAYDIN; ‘EĞİN ÜÇLEMESİ’ Lütfi Özgünaydın, dış dünyaya hem en büyük açıyla genel olarak bakan hem en ince ayrıntısına yoğunlaşıp dar ölçekle bunu ele alabilen, böylelikle her ne olursa olsun hiçbir anlatı gerecini atlamayan yaklaşıma sahip. “Eğin Üçlemesi” adıyla beş yılda tamamladığı, Özgünaydın yayını romanlar bir kez daha gösteriyor bunu. Birinci cilt Dönüş Zamanı (2016), ikinci cilt Sevda Zamanı (2019), üçüncü ciltse Gurbet Zamanı başlığını taşıyor. Üçleme, işgalin öngünleriyle İstanbul’da başlayıp, Kurtuluş Savaşı’ndan Cumhuriyetin kuruluşuna geçen, sonrasında 1950’lere uzanıp 60’lara varan süreçte İstanbulEğin (Kemaliye) arasında karşılıklı gidip gelen akordeon bir yapı üzerine kuruluyor. Lütfi Özgünaydın, Türkiye’nin yuvarlamayla son yüzyılına yoğunlaşıp dönem romanı havasında bir üçleme çıkarıyor. Nice önce Eğin’den İstanbul’a gelip yerleşmiş, işyeri açıp düzen kurmuş, ne ki babasının vasiyetine bağlanıp kaldığı için sonradan karısıyla oğlunu biraz da zorla yanına katıp yeniden Eğin’deki köyüne dönen adamla açılıyor roman, öteki aileleri, Eğin’i, Eğinlileri içine alarak gelişiyor. Yazar, köye dönen ailenin delikanlı oğluyla asıl olay örgüsünü aşk düzlemine yaslarken artalanda ekonomik, sınıfsal yapı, koşullar, ahlaksal, kültürel değerler yönünde akıyor anlatı. Ne ki barışa, aşka karşı kan dökücü bir vandallık insanoğlunun yakasını bırakmıyor hiç. Lütfi, geleneksel anlatının ardılı olarak aşkla cinayeti, barışla düşmanlığı işleyip anlatısını, bu yönde serdiği o yaratıcı yatakta yeniden kurarken Yaşar Kemal’in yaydığı kendine özgü havaya benzer büyü yaratıyor, bunu kavramsal insani özle, özgün anlatı diliyle harmanlıyor. Genel çerçevede söylensel bir dille yapılandırılan metne yaklaşıldığında ilk dikkati çeken, bunun görsel şölenle birlikte at başı ilerleyişindeki örtüşme oluyor belki, ancak bu, yazarın aynı zamanda fotoğraf sanatçısı oluşundan kaynaklanmıyor salt. Çünkü anlatıyla fotoğraf birbirine girişmiş metinsel gövde halinde akıp romanın bütün kılcal damarlarına yayılabiliyor. Böylece eksiksiz, bütünlüklü bir gövde çıkıyor ortaya. Atların “gülmeye başla(ması)”, “kocaman ayı”nın “köylülerle gez(ip) toz(ması)” (I, 97, 85) vb. örnekler bunu pekiştiriyor. Nitekim yazar, doğa anlatımını çark halinde döndürüp olayları böyle yaşatıyor. Anlatı yerlemi olarak zaman, yer, kişi öğelerinin yukarıdaki ölçüte uyan bütünlükle işlendiği yapıt, “dönem romanı” kavramını hak eden bir yapı gösterirken “belgesel roman” olmayı da başarıyor bana göre. Kaldı ki yazılanların gerçekliğinden önce içtenliği dikkati çekiyor. Yazınsal duruluğu, sergilediği yükseklik de eklenmeli buna. Her sayfasında barışı, aşkı, sevgiyi, dostluğu, doğayı tomur tomur işleyip dışa vuran “Eğin Üçlemesi”, Lütfi Özgünaydın’dan birer bayram armağanı bize. DÜNYA DAMLASI BadiouTruong söyleşisi: ‘Aşka Övgü’ “N icolas Truong’un Avignon Festivali kapsamında düzenlediği ‘Düşünce Sahnesi’ dizisi için, aşk üstüne” hem de 14 Şubat’ta (2008) “âşıkfelsefeci Alain Badiou”yla yaptığı söyleşi, bir solukta okunuyor. Nasıl okunmasın ki? Düşünün festival etkinliği olarak katılımcılar, adeta oyun izlercesine söyleşiye tanıklık ediyor, sonrasında oyun metni biçemiyle bu söyleşiler yayımlanıyor: Aşka Övgü (Çev. Orçun Türkay, Tellekt, 2021) Truong’un kışkırtıcı sorularına karşı Badiou’nun felsefi yanıtlarından oluşan karşılıklı konuşma örgüsüne de yaslansa düz metin değil çünkü bir öykü kıvraklığında okunup alımlanıyor yapıt. Alain Badiou, “Aşk yaşamın yeniden icat edilmesidir. Aşkı yeniden icat etmek demek, o yeniden icat etme işini yeniden icat etmek demektir” deyip ardından ekliyor: “Aşk özellikle de süre içinde arkadaşlığın tüm olumlu özelliklerini kazanır. Ama aşk ötekinin varlığının tümüyle ilgilidir, bedenin teslim edilmesi de bu bütünlüğün somut simgesidir. (…) Ama sevgililer en şiddetli coşkunlukta bile, sabah, uyanışta, aşk ilanını duyan bedenlerin üstüne bir huzur çöktüğünde, aşkın koruyucu bir melek gibi yanlarında olduğunu bilirler. İşte bu yüzden aşk cinsel arzunun basit bir süsü, türün üremesi için var olan karmaşık ve düşsel bir oyun olamaz…” (32, 33) Aşka dönük bir armağan da felsefi deneme olarak Aşka Övgü kuşkusuz. Şebnem Balevi’den: ‘Olmaz Diye Düşündüğümüz Şeyler’ Ö ykücülüğümüzün verim gücüne hayranlık duymamak elde değil. İşte çağla çiçek bir ilk öykü kitabı daha. Dergilerde görünmüş olsa da ben kendi payıma Şebnem Balevi adını ilk kez duyduğum gibi yazarın öykülerini de ilk kez okuyorum: Olmaz Diye Düşündüğümüz Şeyler (Alakarga, 2021). Şebnem, yaşamda, “inanılmaz” olarak algılanıp dillendirilen kimi olaylarla yüzleştiriyor bizi öykülerinde. Ancak bu niteleme, şaşırtıdan çok ürküntüye, irkintiye yol açan rastlantısallık, örtüşme vb. bağlam temelinde geliyor kurulan anlatı evreninde. Metin, korku, ürkü öyküsü olarak kurulmaya çalışıldığı için de kurgusal yanıyla öne çıkıyor daha çok. Ama biz, okur olarak kendi yaşantı denkliklerimiz, bağlarımız içinde yerli yerine oturtabiliyoruz hayatın bu “inanılmaz” diye nitelenen tuhaf hatta yer yer aykırı yanlarını. Yola yeni çıkan her yazarda görülebilecek sözcük dağarı darlığı, dil takırtısı, eksilti eksikliği türünde kimi çelimsizlikler olağan bu nedenle. Ama bir düz değiştirme gereci sayılabilecek “gibi” sözcüğünü azaltmalı yazar. Yine de ilgiyle izlemeyi sürdüreceğim Şebnem’i, ilkin alandaki kararlılığını görmek gerekiyor çünkü onun. Hadi bakalım, Şebnem’le hep birlikte öykü bayramına… www.sadikaslankara.com, her perşembe öyküroman, tiyatro, belgesel alanlarında güncellenerek sürüyor. 16 13 Mayıs 2021