Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
‘ETEM TEM’İN HATIRALARI’ Kurtuluş Savaşı’nın fotoğrafçısı Prof. Dr. Tülay Âlim Baran’ın yayına hazırladığı Tarihe Tanıklık Eden Bir Objektiften Kurtuluş Savaşı: Etem Tem’in Hatıraları (Yeditepe Üniversitesi Yayınevi), Türk Kurtuluş Savaşı’nın simge fotoğraflarını çeken Etem Tem’in öyküsünü anlatıyor. BARIŞ DOSTER KURTULUŞ ABİDESİ Bazı fotoğraflar vardır, belleklerden silinmez. Bazı fotoğraflar vardır, milyonlarca sayfa yazıyla anlatılamayanı anlatır. Bazı fotoğraflar vardır, tarihe tanıklık eder. Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü, öncülük ettiği ve tarihin akışını değiştiren Büyük Taarruz sırasında, Kocatepe’de, başparmağı dudaklarının arasında gördüğümüz fotoğraf, işte böyle bir fotoğraftır. Türk Kurtuluş Savaşı’nın simgelerinden biridir. Emperyalizme karşı savaşan bir milletin tarihi zaferine tanıklık etmiştir. Fakat bu fotoğrafı kimin çektiğini çoğumuz bilmeyiz. Tarihe Tanıklık Eden Bir Objektiften Kurtuluş Savaşı: Etem Tem’in Hatıraları (Yeditepe Üniversitesi Yayınları), hem bu fotoğrafın hem de fotoğrafı çeken Etem Tem’in öyküsünü anlatıyor. Yetkin, üretken bir Cumhuriyet tarihçisi olan Prof. Dr. Tülay Âlim Baran Tarihe Tanıklık Eden Bir Objektiften Kurtuluş Savaşı: Etem Tem’in Hatıraları’nı, kılı kırk yaran bir titizlikle yayına hazırlamış. Etem Tem’in Osmanlıca tuttuğu notları anılarını, emperyalizme karşı savaşan bir milletin tarihi zaferine tanıklık ettiği Kurtuluş Savaşı’nda çektiği simge fotoğrafları başarıyla toplamış ve kitaplaştırmış. Kitabı basan Yeditepe Üniversitesi Yayınevi de iyi bir iş çıkarmış. İlginç bir öyküsü var Etem Tem’in. Milli Mücadele’nin başlarında, Atatürk’ün yanındaki yedek subaylar arasında fotoğraf makinesi olan tek kişi. 1921’den 10 Kasım 1938’e dek tarihi ve yeri belli 700 dolayında fotoğraf, bir kısmı Kurtuluş Savaşı’na ait 800 metre sinema filmi çekmiş. Tem kendi sözleriyle “Elli yıl, yüz yıl ve daha ileride dünyaya gelecek Türk çocuğu, bu devletin kurucusu Atatürk işte budur diyebilsin diye” fotoğraflarından ve notlarından bir arşiv oluşturmuş. Tem’in büyük fotoğraf arşivi, Kurtuluş Savaşı’nda çektiği fotoğrafların bir kısmıyla birlikte, İzmir yangınında, fotoğrafları baskı için bıraktığı dükkânın yanması sonucu kül olmuş. Geride kalanlar ise Tem’in eşi tarafından korunmuş. Kocatepe’de Atatürk’ü fotoğraflayan Tem ve fotoğrafla birlikte anılarına şu notu düşmüş: “Sade bir asker esvabı, teklifsiz bir tavır, çevik bir vücut çizgisi, sonra bütün vukuatı içinde doğurup, içinde yoğuran o baş, o harikulade insan kafası… Resme bir defa daha bakınız. Hiçbir milletin bu alelade fotoğrafından daha güzel kurtuluş abidesi yoktur…” n ÉDOUARD LOUIS’DEN ‘BABAMI KİM ÖLDÜRDÜ’ Zorbalığa karşı bir iç döküş! Erkek egemenliğin, homofobiye, ırkçılığa, şiddete ve zorbalığa, “ötekiler” üzerinde tahakküm kuran sınıflara karşı kalemini sivrilten Édouard Louis, Babamı Kim Öldürdü (Can Yayınları / Çeviren: Ayberk Erkay) ile cesur bir anlatıya imza atıyor. BATUHAN SARICAN ATAERKİL ANLAYIŞA TEPKİ Édouard Louis, Xavier Dolan’a ithaf ettiği kitabı Babamı Kim Öldürdü’ye “Bu bir tiyatro metni olsaydı” diye başlayarak adeta yaşamının sergilendiği bir oyunda bizi seyirci koltuğuna oturtur. Aralarında birkaç metre mesafe olmasına rağmen birbirinin yüzüne bakmayan baba ve oğlu karşımıza çıkarır. Yazar, ana karakterin ta kendisi (oğul) olarak monolog halinde içini döker, baba ise sadece dinler. Daha doğrusu oğul, babasına söz veya savunma hakkı vermez. Bu, homofobik babasından aldığı intikam olarak da düşünülebilir. “Bütün çocukluğum senin yokluğunu ümit etmekle geçti”... Louis’nin bu iç döküşü için evde babanın egemenliğini temel alan ataerkil anlayışa bir karşı koyuş da denilebilir. Zira Louis’nin kendisinden olmayana nefret söylemini reva gören herkese söyleyecek sözü vardır. Yokluğu ümit edilen şey, toplumdaki erkek egemen düşüncenin ta kendisidir. Keza “Senin hayatından bahsederken insanın kullanabileceği tek şey, dildeki olumsuzluk yapıları” (s.25) derken de babasının yerine ataerkinin koyduğunu ve bu suçlayıcı havanın metne hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Ruth Gilmore’un “Irkçılık, bazı toplulukların erken ölüme maruz bırakılmasıdır” ifadelerine yer veren Louis, buradaki “ırkçılık” kelimesinin yerine erkek egemenliği LGBT bireylere duyulan nefreti, her türlü sınıfsal, toplumsal ve siyasi baskıyı da koyarak bu tanımlamayı genele yayar; ötekiyseniz erken ölüme, yaşarken ölmeye maruz kalacağınızı anımsatır. ÖTEKİLERE SES OLAN BİR YAZAR Édouard Louis’nin babasının arkasında durduğu tek konu ise metnin son bölümünü oluşturan egemen sınıflara karşı çıktığı kısımdır. Önce kapitalizmin fabrikada babasının “belini nasıl büktüğünü” anlatır. Ardından Fransa’da başa geçen hükümetlerin sosyal yardımları keserek babası gibi “engellenmiş” insanları angarya işlere ve her gün nasıl daha fazla çalışmaya ittiğini ama karşılığında bir lokma veya borç dışında hiçbir şey vermemesini hedef tahtasına koyar. Babamı Kim Öldürdü’de edebi kaygılardan çok ideolojik karşı çıkışların, ötekileştirilenlerin sesi, manifestosu niteliğine ulaşan bir iç ses önplandadır. Zaten kendisi de “Yazdıklarımın ve söylediklerimin edebiyatın gereklerini karşılamadığını fakat yaşamanın, bu yangının mecburiyetine, aciliyetine yanıt verdiğini biliyorum” (s.19) diyerek bu savı güçlendirir. 2012’de tecavüze uğramadan önce Eddy Bellegueule olan ismini Édouard Louis olarak değiştiren yazar, The Guardian’a verdiği söyleşide “Saldırıya uğradıktan sonra her türlü şiddete karşı aşırı duyarlı hale geldim” diyerek çocukluk ve ilkgençliğinde yaşadığı zorbalıkları, başına gelen tecavüz olayını ve sıklıkla karşılaştığı homofobi ve sınıfsal çatışmaları anlattığı yapıtlarının çıkış noktasının niçin şiddet olduğunu açıkça belirtir. Polislerin homofobik nefret söylemine maruz kalması, şiddetin ve ayrımcılığın kol gezdiği Fransa’nın kuzeyindeki bir komünde yoksul ve işçi sınıfı bir ailede, homofobik bir babanın korkusuyla büyümesi de Louis’nin “ötekilerin sesi” haline gelen biçemini derinden etkilemiştir. Erkekliğini nefret söylemi üzerine inşa edenlere karşı ayağa kalkan Louis, yalnız “baba figürü” tarafından şiddete maruz kalan bir ailenin hikâyesini başarıyla anlatmakla kalmayıp ataerki tarafından yalnızlaştırılan her “öteki” bireyin sesi haline gelir; maçoluğa, homofobiye, monopolburjuva sınıflara karşı kalemin kılıçtan üstün olduğunu ortaya koyar. #METOO Kitaplarında, feminist kuramdaki glass ceiling’i (cam tavan) kırma yolunda ötekileri ayağa kalkmaya ikna etme çabasına girişen Édouard Louis “kimsenin yardım edemeyeceği” insanların yalnız olmadıklarının güvenini, kendi hayat hikâyesiyle, kalemiyle vermektedir. Günümüzde Türkiye’de de karşılığını fazlasıyla bulan #MeToo ifşalarına cesaret verdiğini de söylemek olanaklı. Her ne kadar kendi kitabının edebi gereklilikleri karşılamadığı şüphesine düşse de yapıtlarının edebi gücü de işte tam olarak buradan gelir, ötekileştirilenleri harekete geçirme gücünden... n 6 25 Mart 2021