Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
ÖYKÜDENLİK... msaslankara@hotmail.com www.sadikaslankara.com Şiddete karşı savaşmak, barışla bayramlaşmak... İnsan kaynaklı şiddet, doğanın zoruna denk neredeyse. Nitekim türdeşlerine olduğu kadar canlı cansız her varlığa karşı yaydığı şiddet, insanı dünyanın “Şeytan”ı yapmaya yetiyor. Bayramda bile şiddet sürerken barış bunca mı zor peki, bu kadar mı uzakta? K adınlar sapır sapır öldürülüp çocuklar yitiriliyor, bu arada gençerişkin her yaştan, boydan insan hemcins şiddetine karşı kendini savunmaya çabalıyor. Kimileri de bu cendereden kurtuluşu başka diyarlara göçmekte görüyor. Oysa ülkemizdeki şiddet dünyadan kopuk değil. Öyle ki insana, topluma, doğaya dönük insan şiddeti, artık hem dizgeli hâle gelmiş durumda hem de artan bir ivmeyle yükseliyor. Bu şiddet taşkını karşısında kişi, bırakalım bununla hesaplaşmayı günübirlik çözüm üretmede bile yeterlik gösteremiyor. Böyle bir olguyla içli dışlı yaşarken barışa dönük adımlarımızsa ürkeklik, isteksizlik sergiliyor apaçık. Şimdi yeni bir bayramdayız, kurbandan çocuğa uzanan halkada, daha pek çok gerilim yaşanacağı kestirilebilir o hâlde… Bütün bunlar yazınımızda da karşılığını buluyor. Özellikle devletin bireye reva gördüğü şiddet üzerine ilk dönemlerden bu yana örnek olarak pek çok yapıttan söz edilebilir. Hele 12 Eylül sonrasında devletin insana uyguladığı şiddet, edebiyat tarihimizde ciddi ürün dağarına sahip konumda. 12 EYLÜL’LE BİRLİKTE YAŞAMIMIZA SİNEN SİSTEMLİ ŞİDDET Son olarak Mehmet Atilla’dan okuduğumuz Paramparça (Delidolu, 2017) adlı roman, yaşadığımız şiddet üzerinden sergilediği evrenle, yansıttığı açılımla dikkati çekiyor. Mehmet, özellikle öyküleri, romanlarıyla yazınımızın üretken adlarından biri. 12 Eylül’ün beş altı ay sonrasına yoğunlaşıyor bu son yapıtında yazar. Darbeyle yaşanan şiddetin insanda, toplumda kırılmaya nasıl yol açtığı gerçeğini kendine özgü biçemle roman kurgusu içinde okurla buluşturuyor. Şiddetin, yüksek duyarlığa sahip bireyden sürü niteliği gösteren kitle insanına, yelpazenin solundan sağına farklı dünyaların kişilerinde yol açtığı etkiye yumuşak ancak doğrudan bakışla, üstelik öznelliğe dayalı sorgulamayla yaklaşıyor yazar. Böylece şiddet karşısında insanların davranışlarındaki farklı nedenlere dönük açılımla okurda düşünme olanakları yaratıyor bir biçimde. Demek ki devletle şiddet, giderek özdeşleşiyor, bu da toplumda yeni bir kırılmanın önüne getiriyor bizi. Romana biraz da bu açıdan bakalım şimdi. MEHMET ATİLLA; “PARAMPARÇA” Roman, kolluk güçlerince aranan solcu oğulları nedeniyle evleri basılmış, incitilip onurları kırılmış bir ailenin yaşadığı açık şiddetle başlıyor. Apartmanın yöneticisi de olan baba, anneyle kız kardeşin gözleri önünde tekme tokat, yaka paça sürüklenerek gözaltına alınıyor. Tek başına kalan anne, yaşadıklarına ek, gördüğü bu vahşetin de etkisiyle kaçak oğlun artık ülkede yaşayamayacağına karar verip onu, yurtdışına geçirebileceği umuduyla Bodrum’a yerleşmiş çocukluk arkadaşına gönderiyor. Bodrum’da yeni bir perde açılıyor romanda. Kaçak oğul Uzay, buradaki adıyla Yavuzay, yaşıtı, tutuklu sağcı gençle karşıtlık oluştururken annenin, sonradan duygusal bağı olduğunu öğrendiğimiz arkadaşı aracılığıyla âdeta yeni bir yaşamın da içine itiliyor. Bu arada devlet şiddetinin yanında yıllar önce yaşanan bir intihar olgusu ışığında kasaba şiddetine de açılıyor roman. Sağsol dinlemeyen şiddetin, dal budak salarak Bodrum’da nasıl geliştiğini, nelere mal olduğunu da gözlemliyoruz. Kasabanın, insanı insanla ezip öğüten şiddeti bulaşmıştır buna. Gerçekten de şiddet, bireysel ilişkilere dek yayılmıştır. Yaşananlar kadar geçmişteki aşklara da sinmiştir artık bu. 12 Eylül romanlarının, öncesinde cılız birkaç örnek hâlinde 12 Mart dönemi yapıtlarının 1940’lar, 1950’lerde yaşanan devlet şiddeti odaklı anlatıların neredeyse tümünde karşılaştığımız bir kurgu, hikâye etme biçiminin, Paramparça’da bir kez daha önümüze geldiği söylenebilir. Ancak romanı, ötekilerden ayırıp önemli kılan yanı, Mehmet’in elöyküsel veya özöyküsel olsa da anlatısına içirdiği, neredeyse her yerine sızdırdığı, okur olarak her birimizi bütün bu yaşananlar için tanık sandalyesine oturtan “biz” bakışıyla kurduğu aktarılar. Böylece roman boyunca anlatıya bir “kamusal bilinç/vicdan” eşlik ediyor denebilir. “Dış” değil “iç” sestir bu. Ancak roman kişileriyle birlikte bu ses de durmadan değişir. Örneğin yer yar tanıktır, yer yar arabulucu, yatıştırıcı, yer yer açıklayıcı, rahatlatıcı, kimi de suflör, yardımcı. Roman bu yanıyla farklı bir düzleme yükselirken özgünleşiyor da enikonu. Yıllar önce Erdal Öz, Yaralısın (1974) adlı romanında bütün karakterlerini “Nuri” adıyla, şiddetin altında yok edilmeye çalışılan tek bir Nuri karakteriyle yapılandırıp çarpıcı bir özgünlüğe imza atmıştı anlatısında. İyi bir anlatıcı olan Atilla da bununla örtüşen tutum sergileyip romanda hava koridorları açıyor. Sonuçta Mehmet Atilla, Paramparça adlı yapıtında şiddete karşı savaşırken bayramlarda barışmak yerine barışla bayramlaşmayı öneriyor bize. Dupduru bir dil, ustalıklı kurgu eşliğinde. n Abdullah Ataşçı; ‘Kimse Bilmesin’… A bdullah Ataşçı, geniş oylumlu “Toplu Öyküler” cildi aracılığıyla öykü yelpazesini buluşturuyor okurla: Kimse Bilmesin (Everest, 2017). Abdullah’ın öyküleri aşka, hüzne, vedaa, göçe, sürgüne, ötekileştirmeye, yoksunluğa özgülenmiş görünüyor. Ama o, anlatısında, bunların hiçbirini de melodramatik sapmaya gitmeden, olanca yalınlıkla, ötesinde şiirsellikle yansıtmayı başarıyor. Sonuçta iyi bir anlatıcı olarak koyuyor kendisini öykülerinde. Hasan Ali Toptaş çağrışımlı söyleyiş biçimleriyle karşılaşılmıyor değil. Sözgelimi Kemal Varol’da da böyle örtüşmelere rastlanabiliyor. Daha başka yazarlarda da. Ancak bundan sıyrılan bir yanı da var Ataşçı’nın. Pek çok öyküsünü âdeta fısıltıyla kuruyor yazar. Alçakgönüllü bir öyküleme üstelik bu. Onun anlatısından dışa sızan en önemli özellik, yerel bir evrene yasladığı hâlde öykülerine kazandırdığı evrensel derinlik, etkileyici atmosfer, bununla ulaştığı yükseklik. Nitekim içlilik, duyarlılık yoluyla sağladığı yakıcılığı da okurda yeniden kurabiliyor Abdullah. Hüznü öykülerine içirmeyi de iyi biliyor. Bu arada soyutlayımla, masalla sarmaş dolaş sıçramalı geçişlerle de alabildiğine kamçılıyor anlatısını. Sıçramalar kadar kaydırmalarla da buna apayrı bir kıvraklık, canlılık katıp eylemlilik kazandırıyor metne. Anlatı yufkasını, şiirle tavlıyor diyebilirim Abdullah Ataşçı için. Şiddete karşı savaşmak mı diyordunuz, barışla bayramlaşmak mı? Alın işte iki kitap size… Mehmet Atilla’dan Paramparça, Abdullah Ataşçı’dan Kimse Bilmesin. n www.sadikaslankara.com, her perşembe öyküroman, tiyatro, belgesel alanlarında güncellenerek sürüyor. 14 23 Ağustos 2018 KITAP