26 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

>> iç içe geçmiş birden fazla hikâye anlatıyor: Ölen bir dostumuzun hikâyesi; Necatigil’le hayali ilişkim; Ayşe’yle dostluğumun hikâyesi; onun babasına duyduğu sevginin ve çevresine onu nasıl sevdirdiğinin hikâyesi... Bir de bunların bileşkesi olan ana hikâye var; yani “çok sevdiği bir arkadaşının genç yaşta ölümüyle baş etmekte zorlanan bir yazarın, ‘baba figürünü’ temsil eden bu diyardan göçmüş bir şaire düşünde sığınarak teselli aramasının, çözümü onun dizelerinde bulmasının” hikâyesi... Metni katmanlarına bu şekilde ayrıştırarak anlatınca karmaşık geliyor olabilir ama sanırım okurken öyle olmasa gerek... Yani umarım değildir! n Pek çok ustaya da selam var... Aynı şekilde bunlar da yaşanmışlıklar dahilinde metinlere sızıyor. Başta babanız Erhan Bener, amcanız Vüsat O. Bener, Behçet Necatigil; pek çok! Sizdeki yerleri özel elbet ama edebiyatınıza, yazınıza katkıları neler? n Ayrıntılara yer var mı ki? Özetle şu kadarını söyleyeyim: Sevdiğim tüm yazarların, örneğin bu kitapta dizelerini ödünç alıp alıntı yaptığım tüm şairlerin, tabii Necatigil’in de, dil ve üslubumun, anlatım tekniklerimin ve edebiyata bakışımın gelişmesine çeşitli düzeylerde katkıları var. Metinlerimiz üzerine birlikte çalışma/yorum yapma ayrıcalığını yaşayabildiğim yazar dostlarım söz konusu olduğunda ise (babam ve amcam dahil), katkının ötesinde birbirimize verdiğimiz emekten söz edebiliriz. Babam ve amcamın yeri daha özel elbette. Ustalarım olarak çocukluğumdan itibaren kişiliğimin, düşüncelerimin, entelektüel ilgi alanlarımın ve edebi zevklerimin gelişimine doğrudan etkileri oldu. ‘Merasime Buyurmaz mıydınız?’ öyküm, tıpkı ‘Şair’e Mektup’ gibi çok katmanlı bir metin ama esas olarak amcamla ilişkimin ve ona duyduğum özlemin öyküsüdür diyebilirim. Çok farklı bir biçimle babamla ilişkimizi anlatan bir metin ise onun Böcek romanına yazdığım önsözdür.Yokluklarında bana düşen, anılarını yaşatmak ve böylece “tüket ve unut” kuyusuna sürüklenmelerine izin vermemektir. “HÂLÂ İTİBARI İADE EDİLMEMİŞ BİR KUŞAĞIN MENSUBUYUM” n Yiğit Bener öyküleri okuyoruz tabii ki kitapta ancak Yiğit Bener bir ‘kuşak’ diliyle konuşuyor metinlerde; özellikle de siyasi konularda. Bu kuşağın edebiyatımıza ve Yiğit Bener edebiyatına kattıklarını da merak ediyorum doğrusu... n Haklısınız: Siyasetle ve köktenci ideolojilerle yoğrulmuş; bir düşü, ütopyası, bir derdi olan; bu uğurda kendini ateşe atmış, mücadele etmiş, bu arada korkunç hatalar ve bağnazlıklar da yapmış, sonunda yenilmiş, ağır çok ağır bedeller ödemiş, susturulmuş, anısı dahi silinmek istenmiş; nadiren anıldığında ise toptan “terörist” olarak damgalanıp hakarete uğrayan, asla kendini savunamamış, geçmişini sorgulama fırsatına bile sahip olamamış, hâlâ itibarı iade edilmemiş bir kuşağın mensubuyum. Kendi kuşağından ve çevresinden on binlerce insanın dile getirilmesi bile zor, inanılması daha zor ve korkunç Düş gücünün sınırları... ayşe sarısayın Y iğit Bener, böcekler metaforundan hareketle farklılıkları, ötekileşmeyi ve ötekileştirmeyi irdeleyen, farkında olmadan hepimizi kuşatan nefrete, şiddete ve iktidar diline dikkat çeken öykü kitabı Öteki Kâbuslar’dan sonra Öteki Düşler adlı öyküler toplamını yayımladı ilk öykü kitabında olduğu gibi, yine ‘yolculuk arkadaşı’ Funda Bener’in çizimleriyle. Bener’in 2012 Orhan Kemal Ödülü’ne değer bulunan Heyulanın Dönüşü romanının anlatıcısı Heyula, her türlü iktidarla mücadele eden ve asla iktidar olmayı hedeflemeyen bu kendine has karakter, deyiş yerindeyse ‘yaşam sürgünü’, her ne kadar Heyulanın Dönüşü’yle ete kemiğe bürünmüş olsa da ilk romanı Eksik Taşlar’dan başlayarak Kırılma Noktası’ndan Öteki Kâbuslar’a, denemelerini topladığı Kusursuz Gezinti’den Simültane Cinnet’e (Enis Batur’la birlikte), hatta çocuklar için kaleme aldığı tüm kitaplarına eşlik ediyor. Kiminde apaçık başrolde, kiminde geri planda figüran, hep aynı derin ironiyle göz kırpıyor okurlarına; ötekileştirme tehlikesine karşı uyarırken, ötekileşmeyi de göze alarak... Her kavramın, her durumun öteki yüzüne de bakmayı görev edinen, inancın neye dair olduğundan bağımsız, bağnazlık tuzağına düşme tehlikesinden kendisini de, roman ve öykü kahramanlarını da korumaya çalışan bir yazarın, her şeyden önce ismiyle Öteki Kâbuslar’ın tam tersi çağrışımlara açık olan Öteki Düşler’i yazması kaçınılmazdı belki de. “Önsöz niyetine” altbaşlıklı giriş metninde “Yas¸amak, bir yönüyle, kayıplarla bas¸ etme sanatı degˆil midir?” sorusunu soran Bener, yaşam sürdükçe devamı gelecek olan kayıpların karşısına düşlerle çıkıyor: “Kaybı kaçınılmaz olmayan, en azından son nefesimize kadar teslim etmememizde yarar olan tek bir kazanımımız varsa egˆer bu dünyada, o da düs¸lerimiz olsa gerek, düs¸ gücümüz...” Kayıpların üstesinden gelebilmek, kabulleri de gerektiriyor kuşkusuz: “I·lk ve son nefesimiz arasında geçen yolda sürekli bir s¸eyler yitirmenin yas¸am yolculugˆunun ayrılmaz bir parçası oldugˆunu kavrayamayanların is¸i daha zordur bu hayatta.” Ortak izlekleri ‘kayıp’ çevresinde birleşerek birbirini bütünleyen öyküler, sadece düşlerin değil düş gücünün de peşine düşmek gerektiği gerçeğini hatırlatıyor okura. Bir vazgeçiş olmamakla birlikte, kayıpların acısını, sonrasındaki boşluğu teninde, yüreğinde duymanın yarattığı ruh hâli: Yolun başındayken kendiliğinden çağıldayan sular durulmuştur kayıpların ardından, bir zamanlar dizginlenmesi gereken düş gücünün ivmeye ihtiyacı vardır artık; yaşama yorgunluğu düşlerin içeriğini değiştirmekle kalmaz, durgun sular böyle harekete geçebilir ancak. Kayıplarla gelinen yer, Bener’in mükemmel dil oyunlarında kendini gösteren ve üslubunun vazgeçilmez bir özelliği olan ironiyi de az çok etkilemiş bu öykülerde. İçerikte saklı yoğun hüzün, suya atılan bir taşın çevresinde azalarak yayılan halkalar gibi anlatımı ve dili de şekillendirmiş sanki. İlk öykü ‘Seçilmek’, Bener’in gerek yaşam gerekse edebiyat yolculuğunun temel meselesiyle ilişkileniyor. Öykünün sonunda yer alan ve tüm öyküler okunduktan sonra farklı bir anlam kazanan “Seçmek mi? O kolay... Ya seçilmeyi beklemek?” cümlesi, “seçmek” ve seçilmek” kavramları, bu öykünün kitabın girişine alınmasının bir nedenini de açımlıyor: Tek bir bakış açısında kalmama, öteki tarafı göz ardı etmeme çabasını... “BIKMIŞIM ÖLÜMLERDEN, ÖLMEYİN BENDEN ÖNCE” Öteki Düşler’i, altından kalkmakta güçlük çektiğimiz ortak bir kaybımızın derin acısını yeniden yaşamanın, öykülerde kaleme getirilen kimi ölümlere tanıklık etmenin de etkisiyle belki, Bener’de izleri kalmış bir ‘kayıplar toplamı’ olarak okudum yazma ateşini körükleyen de hayatımızda iz bırakanlar değil mi zaten? İthaflarda geçen isimler, yazarını yakından tanımanın ayrıcalığıyla, anıları da getiriyor beraberinde. “Öykülerin anıları mı, anıların öyküleri mi?” soruları iç içe geçiyor; sıkça karşımıza çıkan göndermelerin, çoğu yıllar önce yazılmış şiirlerin, metinlerin açtığı kapılar ise edebiyatın birbirinden doğan ve birbirine eklemlenerek sonsuza yol alan bir zincirin halkaları olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.Kayıpların anıları, bugün yaşanmışçasına canlı ve renkli saklanırken bellekte, bugünün bakışında parlak renkler, ışıltılar azalıyor. Kayıpların ardından gitgide yalnızlaşarak süregiden hayata, şimdiye bir anlam yükleyebilmek için düşlere belki de en çok ihtiyaç duyulan zamanlara geliniyor. Kolay olmasa gerek, düş gücünün sınırlarını zorlamak, nice kabullerden geçerek son öykü ‘Randevu’daki gibi, sonsuzluğa karışmanın hayallerini kurmak herkesi, hatta kendini de bağışladıktan sonra... Öteki Düşler, ortak ruh hallerimizi yansıtan bir Necatigil dizesinin açılımı âdeta: “Bıkmışım ölümlerden, ölmeyin benden önce.” n acılar çektiğini biliyor olmak insana farklı bir sorumluluk duygusu aşılıyor, kendinden çıkıp dışarıyı görmeye zorluyor. Bu ağır yükün benim ya da aynı kuşaktan diğer yazar dostlarımın kalemini yer yer sivriltmesi, mürekkebini koyulaştırması, duyularını keskinleştirmesi doğal. Öte yandan, bu kolektif yaşanmışlığın ve ardından gelen denklem dışına çıkarılmış olmanın bu kuşağın yazarlarına kattığı ilginç bir mesafe var bence: Bir olgunluk ola ki ya da genel bir farkındalık ve duyarlılık, dahası bir tür kalenderlik... Kendini daha az önemseme... n Peki bugünler ya da yakın zamanlarda yaşananlar nasıl etkiliyor yazdıklarınızı? Öykülere yer yer dönem siyasetinin ve toplumsal kırılmalarının izleri de sinmiş çünkü... n Ülkemizde ya da bölgemizde maruz kaldıklarımız bir tarafa, dünyanın gerisinde yaşananlara da bakılırsa korkarım bir kez daha insanlığın karanlık tünellerinden birine girmekteyiz ya da aslında çoktan girdik de yeni yeni dank ediyor. Kuşak diyordunuz... Biz yirmili yaşlarımızda da şiddeti, cinayetleri, ardından OHAL’leri, sıkıyönetimleri, darbeleri, faşizan/totaliter rejimleri yaşadık, şimdi altmışımıza merdiven dayadık yine/ hâlâ aynı şey! El insaf yahu! İnsan bıkıyor sonunda. Bunca şiddet, bunca adaletsizlik, bunca akılsızlık ve görünürde bunca çaresizlik varken yazmak, yazdıklarını yayımlamak, tartışmak, her şey bazen çok anlamsız geliyor. Düşünsenize, örneğin dostlarım Turhan Günay ya da Kadri Gürsel hâlâ abes suçlamalarla hapisteyken, benim bir değil on kitabım yayımlansa ne olur, yayımlanmasa ne olur? Onca insan burnumuzun dibinde pisi pisine ölürken yeni bir kitap daha yazsam kaç yazar, yazmasam kaç yazmaz? Koca insanlık intihar ederken, üstüne bir de gezegeni batırırken benim kitaplarım tüm dünya dillerine çevrilse ve bana yaldızlı Nobel ödülü ya da ödüllü Mabel sakızı verilse kime ne ifade eder? Bu duygular yazdıklarıma da siniyor kuşkusuz, özellikle son öykü ‘Randevu’, büyük ölçüde bu ruh halini yansıtıyor. Öte yandan, edebiyat biraz da süzgeç görevini görüyor: Kapkaranlık ve karamsar bir ruh hâli bile öyküye yan sırken başkalaşabiliyor, doğa belgeseli tadında bir kara mizaha dönüşebiliyor. Öte yandan, başka sesler de çarpmıyor mu kulaklarımıza? Örneğin geçen hafta başka ABD’de olmak üzere tüm dünyada sokaklara dökülen yüz binlerce kadının sesini duymazdan gelebilir miyiz? Onlar böyle mücadele ederken oturduğumuz yerden mızmızlanmaya ve karamsarlık yaymaya hakkımız olabilir mi? Çıkmadık candan umut kesilmez misali, insanlıktan umudu kesmek için de erken bence. Eğer ille iş işten geçti diye direteceksek, o zaman da madem olan olmuş, bari kalan sınırlı süreyi iyi geçirmeye bakalım, en iyi bildiğimiz şeyi yapalım, yaşayalım... Ağlaşmanın faydası var mı? Ne de olsa, temel düsturu “yaşasın ölüm” olan her türlü faşizmin tek panzehri yaşamın kendisidir. Ne demiş şair? “Yaşıyorsunuz işte, başka cehennem yok...” Edebiyat ve kara mizah olmadan bu dünyada nasıl yaşanır! n Öteki Düşler / Yiğit Bener / Can Yayınları / 176 s. KItap 139 Şubat 2017
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle