26 Nisan 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Romanda ilgimi çeken konulardan biri, haksız zenginleşmenin kaynaklarından birine; komşularının mallarına göz diken Namık karakteriyle sembolize ettiğiniz fırsatçılara dikkat çekmeniz oldu. Olmasaydı, roman için eksiklik olurdu bence. Bunun için de araştırmalarınız olmuştur sanırım? Her değişim, her yenilik parayı, kapitali, malı mülkü kendi çemberi içine alır. Hatta bunun için yapılır o yenilik, o değişim. Ancak insanlık bunu ulusal ve uluslararası normlara oturtarak yapar. Bir de bunun yanında bunları bile hiçe sayarak yağmalayanlar çıkar ortaya. O değişimi dönüşümü fırsatçılığa dönüştürenler… Kurulmaya çalışılan o yeni ahlak çemberinin içinde yeşermeye başlayan ilk kurtçuklar ki onlar aynı zamanda o yeninin eskimesini sağlayacak ilk dinamiklerini oluştururlar. Yeninin ilk virüslerini… Zira yeni dönemin ahlakı, doğrularıyla birlikte o döneme ait ahlaksızlığın öncüleri de harekete geçer. Bu anlamda ahlakla ahlaksızlık her daim yan yana olur. Ancak önemli olan hangisinin ağırlık kazandığıdır. Ahlaksızlığın serpilip ağırlık kazanmasıyla o yeni artık çürümüştür. Eski bir “yeni”dir. Ama hangi dönem olursa olsun hangi “yeni”yi temsil ederse etsin birbirlerine çok benzerler. Tarihteki devrimleri okuduğunuz zaman da hemen göze çarpar. Bizim ülke yakın tarihte buna dair birkaç fotoğraf görmüştür maalesef. Her savaş bir cinayettir, denir. Bu savaşın sonunda oturulan Lozan ismindeki barış masasında alınan mübadele kararı için, yaşanılan acılar göz önüne alındığında, cinayetten de beter diyebilir miyiz? Elbette. Mübadele emperyal bir suçtu. Zira Birinci Dünya Savaşı’yla paylaşılan topraklar paylaşılmış ve çeşitli anlaşmalarla bu onaylanmıştı. Lozan da bu anlaşmalardan biriydi. Ancak emperyalistler artık hızla bu yeni pazarlarına mal satmak istiyorlardı. Bu nedenle savaş boyunca kışkırttıkları YunanTürk düşmanlığı artık ayaklarına dolanıyordu. Bu düşmanlığı kontrol altına alamayacaklarından korkuyorlardı. Bu nedenle işin en kolayına kaçtılar. Gerek Yunanistan’da gerekse Türkiye’de halkların birliği ilkesi üzerinden gelişen bir demokrasiyi kurma anlayışı yerine çok ilkel bir yöntem kullandılar. Yunanistan’daki Türkleri Türkiye’ye, Türkiye’deki Rumları da Yunanistan’daki Türklerle değiştirmeye karar verdiler. Bir anda milyonlarca insana “Hadi hiç bilmediğin topraklara git ve malını mülkünü de yine senin gibi gelecek olanlara bırak” dedirttiler. “DİNDAR BİR HAYATI SEÇECEKSEN BELLİ ŞEYLERDEN DE FEDAKÂRLIK YAPACAKSIN” İzmir İktisat Kongresi ve mübadele sonrasında el değiştiren para ‘sayesinde’ oluşan haksız zenginleşmenin, beraberinde, ahlaki yozlaşmayı da getirdiğini “Dinine, milletine, geleneğine bağlı tüccar ve esnaf zümresi, eski gelenek ve görenekleri bir yana bırakıp, yeni keyifleri keşfetmeye yelken açmıştı” (s. 458) tespitiyle belirtmişsiniz. “Minnoş” denilen Rus kızlarını “kapatma” olarak kullanmak örneğinde somutlaştırdığınız bu C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I yozlaşmayı, son yılların Türkiyesi’nde de görüyor musunuz? Minnoş’ların yerine Nataşa’ların ikame ettiğini görmemek mümkün mü? Çocukluğumuzun model dindarlarının, din, hedonizm, kariyer ve para üzerine oturtulmuş yeni ve tuhaf bir ahlaka doğru hızla devşirildiği günlerdeyiz. Kim ne derse desin gerek arkaik Müslümanlık gerekse Kuranı kerim dindarı özverileriyle tanımlar. Yani bunun anlamı şu, eğer dindar bir hayatı seçeceksen belli şeylerden de fedakârlık yapacaksın. Bunun başında da dünya nimetleri ve zevkleri gelir. Hepsi bir arada olmaz. Olursa da zahid olur, dindar değil! İra’nın, ölen çocuk Murat’ın kimliğine büründüğünde yaşadığı sayfalar, Binbir Gece Masalları’nı ve Reşad Ekrem Koçu’nun romanlarını çağrıştırdı bana. Bir yazar olarak beslendiğiniz edebi kaynaklar ve yazarlar nelerdir? Klasiklerle ortaokulda, modern edebiyatla lisede, postmodern edebiyatla da üniversite de tanıştım diyebilirim. Hangi eserimi kimin belirlediğine dair bir iç takibim yok. Bütün okumalarım, gömdüğüm karanlık derin kuyularımda kendine göre bir yol buluyor diyelim. “İYİ Kİ ELİMİ SERBEST BIRAKMIŞIM” Romanlarınızı kafanızda mı inşa edersiniz, yoksa yolda mı belli olur ne olacağı? Örneğin, 600 sayfa yazıp da bunu okutabilmeyi başarı sayarım. Bence başarmışsınız. Peki, siz bu hacmi çok gördünüz mü sonradan? Yoksa olması geren buydu mu diyorsunuz? Bana daha önce 600 sayfalık bir roman yazacağım söylenseydi inanmazdım. Ama bu romanda meselenin iki yanını da anlatmak istedim. Hem ülkemizden Yunanistan’a gidenlerin hem de Yunanistan’dan gelenlerin trajedilerini… Objektif olarak iki tarafı da anlatmaya kalkışınca sonuç bu oldu. Kitabı elime ilk aldığımda ürkmedim değil. Bu kadar kalın kitabı kaç kişi okur diye… Ama okuyanlardan çok akıcı olduğuna dair ve şimdi utandığımdan detaylarına girmeyeceğim övgüleri alınca iyi ki elimi serbest bırakmışım diyorum. Aynı zamanda yönetmen olmanızın, romandaki sahnelerin görselliği ve üslubun akıcılığı için avantaj teşkil ettiğini düşünüyorum. Yanılıyor muyum? Açıkçası ben görerek yazanlardanım. Ben de önce görüntü oluşur, kelimeler anlatı onu takip eder. Görüntüler hatta beni içine alır. Boyut değiştirerek romanın ya da senaryonun dünyasına geçerim. Trans hali yani… Yazarken karakterlere zorluklar yaşatmak ve onları zorluklardan çıkarmak keyifli gibi görünebilir dışarıdan. Hiç, “Ben onlardan birinin yerinde olsam nasıl tepki verirdim? Acaba aşkıma bu kadar bağlı kalabilir miydim?” diye sorduğunuz oldu mu? Az önceki soruya bağlı olarak yanıtlarsam zaten İra’nın, küllerinden her defasında Anka Kuşu gibi doğan o muhteşem kadının dünyasına gittim ve onun yaşadığı her şeyi yaşadım. Başta İra olmak üzere romandaki kahramanlarımın duygularına da yolculuğuna da birlikte karar verdik. n Mübadil/ Handan Öztürk/ Artemis Yayınları/ 610 s. 1302 2 9 O C A K 2 0 1 5 n S A Y F A 1 7
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle