25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Uğur Özakıncıdan "Siyah" Siyah'ın en koyu hali L'j>m ()/;tkııu ı AŞK'IN Z'Sİ "...bir köşede istem dışı sızıyor, bazen saatlerce, bazen günlerce baygın gibi uyuduğum oluyordu. çünkü yatağıma yatıp gözlerimi kendi karanlığıma kapayınca, beni çevreleyen hiçbir şeye güven duymadığımı rark ediyor ve hemen gözlerimi yeniden açıyordum... oysa eğer yatağtmda bana sarılmış olarak uyuyan ya da benim, uyumamı bekleyen güven duyduğum bir kadın varsa hiç sorunsuz, bebekler gibi derin ve deliksiz uyumanın zevkine de varabiliyordum." Bu vaat ile oyuna katılma cesareti de gösterebilirsiniz. Cesaretinizle kalabileceğiniz şüphesizdir. Zira size kurallan kimse öğretmemiştir. Ruhunuzun dişiyle tırnağıyla... Siz bir yaşama ustası gibi de görebilirsiniz kendinizi. Kurallar ezberinizdedir. Refleks gibi taşıyorsunuzdur onları. Lakin bilmediğiniz bir şey var: sizden habersiz kurallar değiştirilmiştir... Sonrasında hayat, devletin ve özel mülkiyetin duldasında, kilit ve anahtar oyununa katar bizi. Oysa mülkiyetsizlik, karanlıktan kaçma değil de bakma cesareti de vardır. "kalkıp anahtan yine kilide geçirdim." anahtar yine dönmedi tepem iyice armıştı. "eh ulan, bunu sen istedin" diyerek sağ tabanımı kilide yapıştırdım. kilit patlayıp kapı ardına kadar açıldı. botumun içinae tabanım sızlıyordu. yerde debelenen kilide eğilip "bunu neden yaptın..." dedim "nedenyaptın bunu." kilit inledi. "devrik cümle kurmana gerek yok..." dedi "...bir kerede anlıyorum sorunu." yutkundum. "neden peki" dedim. "hiçbir şey anlamadınmı" dedi. "neanl amalıydım" dedim. "anahtarsız her kilit böyle mutlaka kırılır..." dedi inleyerek, "ve sen de anahtarsız birkilitsin." Şöyle de denilemez mi; kendi çocukluğuna kaçarak beyaz'a düşenlerin ötesinde, DU hayatın hiçliğinden, yanılsamalı anlam bütünlüğünden, o bütünlüğun mülkiyet edinmeyi kışkırtan ve bireyi şeylestirerek hiçliğin kucağına bırakan etkinliğinden kurtulmaya çalışanlar yani, türün çocukluğuna, korkunun, karanlığın, hiçliğin şiddetini koyulaştırarak Siyah'a, bu canlıcı evrene düşenler de vardır. Siyasal iktisadın ünlendirdiği meşhur felsefi kavram 'şeyleşme'yi aşan t i r öz de vardır burada. Şeylesme, kişioğlunun kendi gerçekliğine yabancılaşması ve eşitlik karşıtı, aşırı uzmanlaşmacı, sınıfsal uçurumlara sahip günümüz toplumunda topfumsallığının nihai sonucunu nesneleşerek ödemesi ise Siyah'ın bu canlıcı evreninde, şeylerin kişiselleştirilmesi yoluyla varolan her şeye bir nefes içirilir ve ueyim yerindeyse şeylerle ortaklık kurularak, onlann mülk olmalarının önü tıkanarak ve özel mülkiyet üzerinde bina edilmiş hayatın hiçliğine hüküm verilerek insanın şeyleşmesine karşı çıkılır. Tüm karanlığına karşın bu karşı çıkış açık ya da gizü bir umudu taşır. Bir kere bakma cesareti vardır onda, Uğur Ozakıncı, Siyah adlı öykü kitabının başında Nietzsche'yi konuk ediyor: "sen karanlığın içine ne kadar bakabilirsen karanlık da senin içine o kadar bakabilir." Az cesaret mi! Sonrası?.. Türk öykücülüğünde bu cesareti selamlamak için... Siyah'ın koyulaştıkça artan ışığına herkes bir kez dalmalı...» (*) Psikiyatr Uğur Ozakıncı, Siyah adlı öykü kitabının başında Nietzsche'yi konuk ediyor "Sen karanlığın içine ne kadar bakabilirsen karanlık da senin içine o kadar bakabilir." (Bu yazının yazılışının ertesi günü sevgili Uğur özakıncıyı kaybettik. Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz.) • Cemal DİNDARC) ayat... siyah ve beyaz değildir. Bilcuk hikâye. Hayata hep dünyanın alacakaranlığmda, asu da içimizdeki alacakaranlıkta yakalanırız. Orada, kırgınlıklar, sevinçler, körebe oyıınları, mutluluklar, öteki ile temasımızda yaşadığımız tedirginlik ve iirperti, ilişkilerin nemen her daim üzerimize yığüan yükü ve nadiren bir rastlanrıdan fevkalade memnun olma hali, orada, hayatla yüzyüze kalma, onun talepleri; Sertab'ın çocuksu şarkısında olduğu gibi, "yeni bir iş... yeni bireş..." vebir çocuksu dilin umabileceği "yeni bir ben" naifliği ve asıl mesailer, dostlarla düzenli buluşmalar, gerekli mercilerle iyi ilişkiler, bedenin taleplerine ruhu amade kılmafar, saatler, randevular, dünya halinden kopmama gayreti vardır. Yeter mi? Yetmediği aşikâr. Lakin, hayatın asıl talebi de budıır; yanılsamalar edin veyaşamanabak... Hepimiz, öyleya da böyle, bu yanılsamaları ediniriz. Ve bazıları... beyazda diretirler ve onlar hiç büyümezler, hiç... ve sıklıkla dünyanın geride kalanı onların çevreninde döner, çocuksu gereksinimler ortaya çıkmadıkça, Kİ hep vardırlar, o çevrenden bihaber ve ona bigânedirler. Beyaz da kör eder insanı... kendine kör. Asıl kör nokta ise tartışmasız siyah'tır. Ve çok daha azımız, siyahın en koyu halinin peşine düşer. Niye?.. Niyesini bir anlam çerçevesine yerleştirmek güçtür. Yalnız bu halin en kesir özelliği içten içe hemen her şeye, kavim ilişkilerinden evdeki kediye, mahalledeki bakkaldan daldaki yaprağın sararan yüzüne, kapı girişindeki paspastan geçip giden trene... yönelmiş yeğin bir isyan ve öfke halidir. Dıştan nice yıkım riskini, nice karanlığı, nice körlüğü giyinmiş olsa da, öfkenin nesnesi, hem kendi düşlemimizde var kıldığımız hem de zaten varolmayı hak etmiş nerkes ve her şey olduğunda, onu artık bir koalisyon çabası olarak da anlamamız gerekir. Salondaki halıyla, radyoteypten gelen müzikle, bilgisayarın ekranına düşmüş narflerle, sokaktan eve dolan seyyar satıcının yoksulluğuyla, evde miskinliği arsızlığa çevirmiş kediyle, renkJerle, biçimlerle... Mağaranın karanlığıdır, bir de o kesiflik. Canlıcı bir evrenle mıluşur öykü... Neredeyse türün çocukluğuyla... SİYAHIN NESNELERİ Nesneler yaşar, Özakıncı'nın Siyah'ında. Hem de handiyse insan türüne yönelik tutumlar alarak. Günümüz psikanalizin nesne ilişkileri kuramını anımsatacak denli ilişki arzusuyla doludurlar. Onlar yerine göre en yakınlarımızdır da. "daktilomla sanldıkkoklaştık, ama ohâlâ kırgın ve üzgündü." "dünyada hiçbir şeyin aynısından bir tane daha olmadığını hatırlayabildin galiba" diye iç geçirdi daktilom. "Hatırlamadım, ama anladım" dedim, fısıldayarak." Çekildiğimiz odalarda, biraz iirkek, epey öfkeli, az sevgili davrandığımız sokaklardan kaçarak sığındığımız mekânlarda, onlar bir rakı muhabbetinin tadına varanlardır: "henüz yayınlanmamış son kitabımı tutuşturarak mangaluı içine bıraktım. alevler iyice harlanınca "balıklar buzkıkta" dedim masayla tabureye, sonra kendimi ıyice kırıp mangaldaki ateşe attım.masayla tabure şerefime kadeh kaldırdılar." Nesnelerin bu denli kişileştiği, keyif sürdiiğü bir dünyada insanın küle dönüşmesine şaşmamak gerekir. Kül olmak, o ateşten geçmek bir de tüm acılardan, kanatan duyarnlıklardan, üzerimize gelen her türlü etkiden muaf olmaktır da. "evimin bulunduğu siteye girdiğimde otoparktan çıkmakta olan bir araba bana çarpıyordu yere düşüyordum ama hiç duraklamadan kalkıp koşmaya devam ediyordum..."Dış etkenlerden muaf tutulma arzusu, ölüm arzusundan gayn nedir ki? Ama öyle sıradan bir ölüm değil. Pusula bellidir: "evime en yakın noktaya geldiğimde şoföre seslendim "müsait bir aşk'ta indirir misiniz şoför bey." Ya da, "...her yeni günün bir öncekini çöpe postaladığı bu teknolojik ve uygar dünyada, sadece sözcüklerin henüz söyTenmemiş ve kadınların henüz orospulaşmamış olanlarını aradım. her ikisini de henüz bulamamış olmam, belki yeteri kadar aramadığundan, belki e hiçbirini henüz hak etmediğimdendi." Böylesine geriye püskürtülmüş, kör noktaya savrulmuş bir 745 H hayatın sonunun sıradışılığı bir öç alma da olacaktır. Ötekiler vardır ve aslında hep birlikte bu zindanda yaşamaktayız. Ve ölüm, temelde bir aşk arayişına dönüştürdüöümüz bu hayatın sonundaki bir ölüm ötekiler için yanma, Isevi bir tat da taşıyacaktır. "ölümüm, diğer hücrelerden de duyulunca, diğer mahkumlar, hareket etmeyi reddeden adalelerinin isyanını siktir edip ayaklandılar, duvarlara vurula vurula bir isyan başladı." Önceo dehlize, belki zindana inmek ve sonra karanlık içinde ışığı ve çıkışı aramak... sunulmuş reçeteleri, tsiçiimiş kaftanları, geçilmiş yolları hiçleyerek... Sonunda edinilen rota: ilk taksiye atladım. "nereye abi" dedi şoför. "on dördüncü rüyaya" dedim. "pardon abi." dedi şoför"... ben karşının taksisiyim, tarif edermisin." içimden şoförün bütün sülalesini kalaylayıp "dümdüzdevamet..." dedim "ileridebirinci kapıdan gireceğiz. birinci nefesi içimize çekip, ikinci renkten sola sapacağız. üçüncü odadan geçeceğiz. üçuncü sayfayı çevireceğiz. dördüncü anahtarı bulacağız. beşinci ölümlekarşılaşacağız. altıncı pencereden bakacagız. birinci şiiri içeceğiz. yedinci korkudan korkmayacağız. ikinci şiiri unutacağız. sekizinci kilidi açacağız. dokuzuncu eşikten döneceğiz. onuncu şarkıyı söyleyeceğiz. on birinci gecede kararacağız. on ikinci hikâyeyi yazıp, on üçüncii yola girince tam karşıda," Üçüncü Oda'da şöyle sesleniyor kahraman: "hayatım boyunca hiçbir toprakta kök salamadım. hiçbir kadında, hiçbir evde, hiçbir işyerinde ve hiçbir kentte beni oraya bağlayacak vazgeçilmez nedenler oluşturamadım. mülkiyet edinme bilincim yoktu. bedenimi bile asla kendime ait göremiyor ve belki de bu yüzden hiçbir şeyin sahibi olamıyordum. kendimi bildim bileli, eğer hiçbir şeyin sahibi değilsem, o zaman her şey benimdir diye düşündüm ve hep mülkiyetsiz yaşadım." Şöyle de anlayabiliriz; gece dışarıyı aynılaştırır, günümüzün yollannda karanlık koyulaştıkça hem mekân hem de zaman silinir ve t i r mağaraya düşeriz. Orası ulaştığımız yerdir, lakin milyonlarca yıl önce tür olarak, ve kendi ömrümüzde bir olarak terk ettiğimiz ana rahmidir de. Terk etmişizdir. Terk edilmişizdir. Bazen o kayıp cennete yeniden kavuştuöumuz düşünü görebiliriz. Neyle? Elbette bir kadının vaat ettiği giivenle... Üçüncü Sayfa adlı öyküde, kahraman yazmakta olduğu öyküyü kedisiyle tartışıyor. 3 U M H U R İ Y E T K İ T A P S AYI SAYFA 19
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle