27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

TümevarımTümdengelim Tartışması Dr. Yusuf Erkan Yenice, Aksaray Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi Sayın Bursalı, Bilim tarihi sezgisel yönBir genel kültür ansiklopedisinin önsözünde “B temleri gerekli olmadığı yerlerin dışında tutma uğraşının tarihidir. Ama bu son derece zor bir iştir, çünkü sezgisel yöntemler aynı zamanda yenilikçi fikirlerin de kaynağıdır” [1] tespiti yapılıyor. Tümevarımtümdengelim tartışması da esasen sezginin bilimdeki yerine ilişkin tartışmanın örtük olarak sürdürülmesinden ibarettir. “Sezgi” adı verilen yetiyle ilgili belirsizlikler giderilmedikçe de bu tartışma sürecektir. Sezgiye ilişkin daha önce CBT’de yazılar çıktığı için, sadece üzerinde çoğunluğun uzlaşabileceği nesnel bir tanım vermekle yetineceğim: “Sezgi bilinçdışı süreçler yoluyla algılamadır ve insanın, duygu ve düşüncelerinin ötesine giderek gerçeğin özüne ulaşabilmesini sağlar.” [2] Buna göre, tümevarım yöntemi, akla dayanıp sezgiyi (en azından görünürde) tamamen dışlarken tümdengelim yöntemi sezgiyi, aklın süzgecinden geçirmek şartıyla baş köşeye oturtur. Tabii ki, sorun parçalardan bütüne mi, yoksa bütünden parçalara mı ulaşılacağı değildir; yerine göre her ikisi de kullanılabilir, zaten kullanılıyor da. Ancak bütün, çoğu zaman kendini oluşturan parçaların toplamından daha fazla bir şeydir. Bilimsel araştırma sürecinin içinde sezgi olmazsa, bütünden parçalara veya parçalardan bütüne giderken o “fazlalığın” gözden kaçırılması, indirgemeci bir anlayışa düşülmesi kuvvetle muhtemel olur. Bu tür teorik tartışmaların yanında, bilim camiasındaki fiili duruma bakmak da yararlı olabilir. Görebildiğim kadarıyla fiili durum şöyle: Karl Popper’in formüle ettiği geçerli bilim yöntemi uyarınca, öncelikle ortaya yanlışlanabilir bir hipotez koyuluyor. Bu hipoteze nasıl ulaşıldığı hiçbir şekilde sorgulanmıyor, tam tersine herhangi bir bilgi verilmesi istenmiyor. Öyle ki, hipoteze araştırma sürecinin sonuna doğru ulaşılmış olsa bile, standart makale formatına uymak için araştırma süreci yeniden kurgulanarak sanki bir hipotezden yola çıkılmış gibi raporlaştırılıyor. Yine geçerli bilim yöntemine göre, yeni bilgi üretilebilmesi için, ortaya atılan yanlışlanabilir hipotezin doğrulanmaya değil yanlışlanmaya çalışılması gerekir çünkü doğrulama ancak başka doğrulardan yola çıkılarak yapılabilir. Dolayısıyla aslında bilimde mutlak doğru bilgi yoktur; henüz yanlışlanamadığı için doğru kabul edilen varsayımlar ve bunlardan türetilen, geçerliliği bunların doğru kalmasına bağlı olan izafi bilgiler vardır. Bilim camiasındaki fiili durumda ise yine gözlemleyebildiğim kadarıyla, çoğunlukla hipotezin halihazırda doğru kabul edilen varsayım ve bilgilerden oluşan külliyat ile uyumlu olduğunu, çelişmediğini göstermekle yetiniliyor. Hipotezin yanlış çıkma ihtimaline ilişkin değerlendirme makalenin sonuç bölümünde, o da editör ve hakemlerden çekinildiği için, birkaç cümleyle geçiştiriliyor; bu yönde gelen veya gelmesi muhtemel eleştirilere psikanalizdeki bilinçaltı savunma mekanizmalarının devrede olduğunu düşündüren türden yaklaşımlar getiriliyor. Yani, fiilen bilimcilerin emeğinin tamamına yakını yanlışlama değil, doğrulama yönünde harcanıyor. Bu gözlemler, teorik olarak baskın olan tümdengelim yönteminin, uygulamada kendine pek de yer bulamadığını düşündürüyor. Bilimin yüzde biri ilham (sezgi), yüzde doksandokuzu hamallıktır denir. Bu ünlü vecize, yaratıcı/özgün fikirlerin yeterli emek harcanmadıkça bilimsel bir değer kazanamayacağı şeklinde anlaşılabileceği gibi yaratıcı/özgün fikirlerin kaynağı sezgi olmadan bilimin çok sıradan bir etkinliğe dönüşeceği şeklinde de anlaşılabilir. Nitekim Yalçın Küçük, kantarın topuzunu biraz kaçırsa da, “artık üniversite sürüsünde hiçbir titreşim yoktur” [3] derken bu vecizeyi ikinci şekilde anlamış ve bir durum tespiti yapmış oluyor. Bilim camiasında “titreşim”, olması gerektiği gibi sezgiyi aklın süzgecinden geçirmek şartıyla baş köşeye oturtmakla sağlanır. Binlerce yıldan beri süregelen, geçmişte CBT sayfalarında da yer bulan [4] “Sezgi mi, akıl mı üstün?” tartışmasının sadece bilim camiasındaki metodoloji sorununu değil, tüm dünya düzenini etkileme potansiyelinin olması, sağlıklı bir tarışma zemini oluşmasının önündeki en büyük engel. Nurettin Topçu’nun “Sanatçının ilhamı ile vahiy arasında mahiyet farkı yoktur, derece farkı vardır” sözü bu potansiyele işaret etmeye yeter sanırım… [1] Alex Comfort, Gelişim Genel Kültür Ansiklopedisi, 1976. [2] Engin Geçtan, Çağdaş Yaşam ve Normaldışı Davranışlar, Remzi Kitabevi, 1989. [3] Yalçın Küçük, Gizli TarihI, Salyangoz, 2006. [4] Sezgi mi, akıl mı üstün?, CBT1033, 5 Ocak 2007. Umut dolu bir yönetim kongresi Prof. Dr. V. Doğan Sorguç T ürkiye’de en bozuk alanın Yönetim olduğunu eski Başbakan ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel otuz yıllık devlet yönetiminin sonunda dile getirmişti. Dünyada yönetim (management) alanının bu günkü anlamda kurucusu ABD’de 60’lı yıllarda yayımlanan Public Administration dergisinin üst başlığı, toplumsal gelişmede anahtarın kamu yönetiminin etkinliğine bağlı olduğunu vurguluyordu. Yönetim deyiminden ülkemizde halen padişah kafasıyla kurallar konularak bunların polis gücüyle uygulanması anlaşılırken insan niteliği ve kültürüne dayalı katılımcı bir yönetim biçimi göz ardı edilmektedir. Öte yandan, yönetimin üretim ve insan özellikleriyle en yoğun biçimde ortaya çıktığı alan inşaat sektörü’dür. Zira ülkede yatırımların gerçekleştirilmesinde %50%75 gibi bir paya sahip olan bu sektör, ekonominin pek çok üretim alanlarıyla yoğun etkileşim içinde bulunduğu gibi, en yüksek katma değer oranıyla ülke istihdam politikasının da en önemli aracıdır. İnşaat sektöründe (endüstrisinde) üretim, konsept oluşturma, fizibilite, tasarım, ihale, üretim, bakım ve onarım (güçlendirme) aşamalarından oluşurken Türkiye’de mühendislik eğitimi, 40’lı yılların anlayışı tasarım (boyutlandırma, hesaplama) öğretimi ötesine geçememiş, öğrencilerinin en az %80 oranının yöneldiği inşaat uygulama ve yönetimi alanına gereken yeri vermemiş, işin şantiye şefliği düzeyinde yürütülmesiyle yetinmiştir. Oysa, dünyanın ünlü inşaat mühendisliği hocası Prof. Dr. K. Terzaghi daha 50’li yılların ortasındaki jübilesinde, inşaat tasarım ve yönetim alanlarının eğitimde –tıpkı makine ve endüstri mühendisliğinde olduğu gibi biribirinden ayrılması gerektiğini belirtmiştir. Türkiye’deki direnmeyi, es ki mezunlar yaratmaktadır. Bu durumu dünyadaki örneklerine uygun olarak telafi etmek doğrultusunda, yazar tarafından 1968 yılında ODTÜ’de, 1990 yılında İTÜ’de açılıp yönetilen lisansüstü programların ardından, İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) da, inşaat yönetimi kongreleri düzenlemeye başladı. Bu bağlamda, 1997 yılında 200 katılımcı, 24 bildiri, 27 araştırmacı ile İzmir İMO’nun 1819 Ekim’de düzenlediği 1.Yapı İşletmesi Kongresi, İMO Bursa’nın 2527 Kasım 2011 tarihindeki 6. İnşaat Yönetimi Kongresi’nde, endüstrinin de ilgi ve desteği yanında gençlerle birlikte 500 katılımcı, 56 bildiri, 90 araştırmacı, 3er düzende12 oturum , 3 panel, üç poster sunumu yaşandı ve bu açılımda İnşaat Projelerinde Risk, Finansman, Hukuk, İnsan, Kültür, Eğitim, Yapı Denetiminden, Karar Teknikleri’ne kadar profesyonel tüm konularda sunulan bildiriler tartışıldı. Bu çalışmalarda odanın profesyonel bir kongre düzenleme kuruluşuyla gerçekleştirdiği toplantılar ağırlama dahil en seçkin kongrelere parmak ısırtacak mükemmeliyette oldu. Bu sonuç, gelişmekte olan ülkeler ve Türkiye için etkin organizasyon amili (kurmay) koordinatörlerin ülke ekonomisi ve yönetimindeki rollerinin inşaat sektöründe kendini hissettirdiğini gösterdi. Aynı konu, sosyolojinin kurucusu Auguste Comte’un 19. yüzyıl ortasında yazdığı eserinde XX. yüzyıldan başlayarak mühendislerin –sosyoloji bilmek şartıyla her yerde yönetici olacakları öngörüsünü gündeme getirdi ve Türkiye’de bugün açılan yeni inşaat bölümlerinin İnşaat Yönetimi’ne dönüştürülerek inşaat uygulama ve yönetim mühendisleri (Proje Yöneticisi), ayrıca siyasetin acilen gereksindiği toplum mühendisleri yetiştirilmesini düşündürdü. Bu bağlamda düzenleme ve acil yönetim sorunlarımızın çözümüne katkısı açısından, İMO Bursa’nın 6. İnşaat Yönetimi Kongresi tam “olumlu bir kongre” sayılıyor.. Kazabelanın öngörülebilirliği! Tınaz Titiz tinaz@tinaztitiz.com, www.tinaztitiz.com O CBT 1296/ 18 20 Ocak 2012 layları ne denli bilimin ışığında açıklayıp olası sonuçlarını öngörmeye çalışsak da “belirsizlik ilkesi” nedeniyle daima öngörülemez bir pay kalacağını kabul etmek zorundayız. Büyük doğal felaketler buna iyi birer örnektir. Birçok doğa olayı için giderek doğruluğu artan öngörülerde bulunabilsek de ileride doğrulukların artacağına kuşku yoktur öngörü alanımızın dışında kalan pay hâlâ çok yüksektir. Çok değişkenli, üstelik de değişkenlere ilişkin ölçülebilirliklerin düşük olduğu hallerde geçerli olan bu yargı, daha az sayıda ve de ölçülebilir değişkenli durumlarda tam tersi bir belirlilik sergiliyor. Bu nedenle de aklı başında insanlar, hızla giden iki otomobili kafa kafaya tokuşturarak ne olacağını denemeye çalışmıyor, bunu araç güvenilirliğini test eden uzmanlara bırakıyor. Daha da az değişkenli durumlara iyi örnek olabilecek alanlardan birisi yangınlar; bunların içinde de daha çok ilgilendirenler, “çadır yangınları”olarak adlandırılan ve özbeöz bizim insanımız tarafından başarılan az sayıdaki icattan(!) birisidir. Deprem bölgelerinde geçici barınak olarak kulla nılan ve dondurucu kış günlerinde tartışmasız bir zorunluk olarak soba kullanılan çadırlarda sık sık yangın çıkmakta ve içindeki insanlar yanarak ölmektedir. Bugün itibarıyla 2 ay içinde toplam 8 kişi bu yüzden hayatını kaybetmiştir. Bu ve benzeri belirlilik düzeyindeki olaylar için öngörülebilirlik neredeyse yüz üzerinden yüzdür. Şimdi soru, bu net öngörülebilirliğe karşın nasıl olup da ölümleri engelleyecek basit birkaç önlemin alınamadığıdır. Hemen herkesin aklına gelebilecek basitlikte, biri kısa diğeri orta vadeli iki önlemden birincisi her çadıra bir yangın söndürücüsü dağıtmak (ve bunu çadırların tamamlayıcı bir parçası haline getirerek bundan böyle öylece uygulanması); ikincisi ise çadır bezlerinin emprenye edilerek tutuşmasının geciktirilmesidir Hatta, kısa süreli bir araştırma ile ki belki de vardır kurulu çadırların iç yüzeylerine püstürtülerek tutuşma sıcaklığını arttırabilecek bir boya cinsi dahi bulunabilir. Merakım, bu önlemlerden en az birisinin uygulanmasını imkânsız ya da maliyetini insan yaşamından daha fazla kılan şeyin ne olduğudur. Birisi beni bu meraktan kurtaracak anlamlı bir açıklama yapabilir mi?
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle