Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
• KÜLTÜR • DOĞAN KUBAN Genç Mimarlara Tavsiyeler Türkiye hızlı büyümenin ve toplumun kentlere göçünün baskısıyla, hiç hazmetmeden dışarıdan ne varsa alıyor. Otomobil ya da çamaşır makinesi söz konusu olduğu zaman bu biraz çaresiz gibi görünür. Çünkü yeni teknolojiler neredeyse elektronik hızlarla dünyada dolaşıyor. Fakat kent ve yapı ölçeğinde kopya, toplumu yabancılaştırıyor. Bilgi Ağacı İnsan Anlayışının Biyolojik Temelleri Metis Yayınları, Bilim serisinden ilginç bir kitap yayımladı: Şilili bilim insanları Humberto R. Maturana, Francisco G. Varela’nın, insanın bilişsel yeteneklerini araştırdıkları ve bu alanda genel kabul gören tezlere aykırı yeni bir kuram ortaya attıkları Bilgi Ağacı’nı yayımladı. “Şilili iki bilimadamı, Maturana ve Varela’nın 1984 yılında yazdığı Bilgi Ağacı, insanın bilişsel yetileri hakkındaki çığır açıcı kitaplardan biri oldu. Günümüzde sinirbilim, evrimci psikoloji, karmaşıklık ve bilinç alanındaki bilimsel gelişmelerin çoğu bu kitapta anlatılan “bilişsel inşacılık” kuramı tarafından öngörülmüş, dile getirilmişti. Geçen yıllar içinde Amerika’da üniversite, Şili’de lise seviyesinde ders programlarına dahil edilen Bilgi Ağacı‘nın temel tezi şu: “Yapmak bilmektir, bilmek yapmaktır.” Yüzyıllardır filozofları, dış dünyanın zihinde temsil edilmesine dayanan bir ikiciliğin ya da tekbenciliğin kafesine girmeye mecbur bırakmış olan bilme problemidir bu. Maturana ile Varela, insan zihnini ve bilme fenomenini esasen bir doğa olayı olarak anlamlandırabileceğimizi savunuyorlar. Geliştirdikleri etkileşime dayalı “kendi kendini var etme” (autopoiesis) kavramıyla, bilmenin “dışarıdaki” dünyanın temsili değil, bizzat yaşama süreci içerisinde bir dünya ortaya koymak demek olduğunu gösteriyorlar. Büyük Patlama’dan tekhücreli canlıların oluşumuna, oradan da dil ve dolayısıyla bilinç sahibi varlıklar olarak insana kadar uzanan ufuk açıcı bir yolculuğa çıkarıyorlar bizi. Bu yeni bilgi anlayışının bireysel, toplumsal ve ahlaki içerimlerine de değinen yazarlar, yolculuğun sonunda şöyle diyor: Yaptığımız her şey ortak yaşam koreografisi içinde yapısal bir danstır. İşte bu yüzden bu kitapta anlattıklarımız sadece bilimsel araştırma kaynağı değil, aynı zamanda insanlığımızı anlamak için bir kaynaktır.” K CBT 1242/2 7 Ocak 2011 ent ve yapı, basit araçlar değildir. Toplumla birlikte değişirler. Gökdeleni otomobil gibi ithal ederseniz, kentin altyapısı ona uygun aynı hızla gelişemez. Önüne gelen otomobil alırsa ona yetecek yol yapmaya toplumun parası yetmez. Ulaşım programını yapacak adam bile yetişmez. Kaldı ki toplum yeni durumu değerlendirecek kadar deneyimli de olmaz. O zaman şimdiki kargaşalık ortaya çıkar. Kargaşalık sürer gider. Bu eski kenti çökertir. Yenisinin de sağlıklı büyümesini engeller. Bu, tıptaki raşitizm hastalığına benzer. Çocukluğu sağlıklı olmayan çocuk, büyüklüğünde de hep az gelişmiş ve hastalıklıdır. Kentin hastalıkları mimariye ve içinde oturanlara da geçer. Bu mekanizma tarih boyunca böyle çalışmıştır. Geçmişte ve bugün büyük mimarlar ve iyi mimarlar ne geçmişi, ne bugünü taklit eder. Ne de kendilerini yineler. Tarih boyunca sanatın altın kuralı her yapıtta yeniyi yaratmak, kendini aşmaya çalışmaktır. Resmin, heykelin, mimarinin, her tür sanat yapıtının en önemli özelliği budur. Hürremşahı, Sinan’ı, Michelangelo’yu, Rembrandt’ı, Beethoven’i ve Şarlo’yu büyük yapan, özgünlükleridir. Büyük sanat yapıtının ilginç bir özelliği de taklit edilemez oluşudur. Çünkü sanat yapıtının adeta koruyucu bir şifresi vardır. Ve taklit etmeye kalkan biri, yaratıcılığın bu şifresini çözecek yeteneklerle donatılmamıştır. Bir sanatçıya yapılacak en kötü hakaret, bir taklitçi oluşudur. Bu yakalandığı zaman başarısız olan kopyacı öğrencinin durumudur. Kuşkusuz gelenekler sürüp gider. Toplumlar yapılarını, teknoloji değişmedikçe, bilinen şemalar içinde yaparlar. Fakat her yapılan kendinden öncekine bir şey ekler. Her insan, ne kadar yeteneksiz olursa olsun, yeni bir şey kurgulamaya çalışır. Homo Faber, ne kadar yeteneksiz olsa bile, akılla donatılan bir yaratıktır. Bu insanı hayvanlardan ayıran özelliktir. Akıl, her durumda, yeniden düşünen ve değişiklik getiren bir araçtır. Bu değiştirme eğilimi, kuşkusuz, hataların ortaya çıkmasını da birlikte getirir. Ne var ki insan yaşamında her şey deneyle değişir ve gelişir. Sanat da bu insani eğiliminin dışında kalmaz. Taklidin kültür ve sanatta ne kadar hor görüldüğünü anlamak için, Türklere, Süleymaniye’nin Ayasofya’nın kopyası olduğunu söylemek öğreticidir. Göçer olan Türkler her fethettikleri ülkede oranın teknolojilerini almak, yerleşmişliğin deneyimlerini öğrenmek zorunda idiler. Fakat bu Türk toplumunun İranlılardan, Bizanslılardan ve 18. yüzyıldan sonra, Avrupa’dan öğrendiklerini kendisine göre yorumlamasına ve özgün yapıtlar yaratmasına engel olmamıştır. Büyük mimarlar da geçmişin anılarından yararlanırlar. İnsanoğlu kendinden önce gelenlerin sırtlarına basarak yükselir. Geçmişi bilmek, onu merdiven gibi kullanmak için yararlıdır. Gelişen toplum kendinden önce gelenin sırtında yükselir. Ama ayaklarının altına yatmaz. İnşaat tarihi her biçimin deneyle geliştiğini kanıtlar. İlk demir köprüde dökme demir öğeleri kemer taşları gibi biçimlendirmişlerdi. İlk betonarme inşaatlarda, ahşap inşaata benzer strüktürler kuruluyordu. Sonra kirişsiz döşeme yaptılar. Selimiye’nin kubbesi 75 cm. kalınlığındadır; mesnetlere doğru kalınlaşır. Oysa Candela, 35 cm’e kadar inen betonarme kabuklar yaptı. Gökdelenler en yük sek kârgir minarenin (Delhi’de Kuvvetul Islam) üç katından daha yüksek yapılabiliyor. İlk otomobiller atların çektiği faytonlara benzerdi. Bugün her yıl model değiştiren ve Türk zenginlerinin Avrupalı ve Amerikalılardan daha hızlı değiştirdiği modellere bakın. Bilgi dağarcığı bir ilköğretim mezunu kadar olan tüccar Mercedes’in en yeni modelini kullanamazsa kendini küçülmüş görüyor. Bu tüccarın, büyük olasılıkla, KubbetEsSahra’nın, ya da Tac Mahal’in kendilerine özgü karakter ve güzelliklerini anlaması olanaksız bir estetik yoksulu olduğunu düşündürüyor. Sevgili mimar meslektaşlar, Lütfen gökdelenleri, üniversiteleri, hastaneleri, okulları, apartmanları kitap ve dergilerden kopya etmeyin, Amerika’dan ithal etmeyin. Siz kendinizde yeterli güç bulamıyorsanız, daha yetenekli mimar meslektaşlarınızdan öğrenin. Sultan Olcaytu’nun Türbesi, Timur’un Türbesi, Kanuni’nin Türbesi, Tac Mahal, Kahire’de Sultan Hasan’ın Türbesi, Kayıtbay’ın Türbesi, Divriği Ulucamisi, Edirne’de Selimiye, Isfahan’da Şah Abbasın Camisi, Lahor Ulucamisi birbirlerine benzemez. Tek kubbeli ve tek minareli mescitler bile birbirlerine benzemez. Osmanlı sultanlarının camileri birbirlerine benzemez. Sinan her camisinde, türbesinde değişik bir tipoloji kullanmıştır. Eğer herkes aynı tip yapıyı yaptırsaydı, mimara gerek kalmazdı. Bugünkü gibi yaratıcı mimar yerine yapı kalfası ve müteahhit işimiz görür, mimarlar da hazır mal satarlardı. Mimari, kutular içinde satılan standart mallar düzeyine düşerdi. Bugünkü Türk şehirlerinin çirkinliği bundan kaynaklanıyor. Yeniyi de tekrarlarsanız, eskiyi de tekrarlasanız yöntem bitpazarı yöntemidir. Eğer geçmişten örnek alacaksanız, Sinan’ın kendini hiç tekrarlamadığını örnek alın. Eğer çağınızı örnek alacaksanız Frank Lloyd Wright, Le Corbusier, Mies, ya da daha yeniler Niemeyer, Norman Foster, Renzo Piano, Tadao Ando, Calatrava gibi mimarlara bakın. Türkiye 1950’den sonra yüz bin cam yaptı. Ve dünyanın en güzel mimari geleneklerinden birini Kapalıçarşı’da ve Mahmutpaşa’da satılan Tayfun Akgül ucuz ayakkabılar gibi pejmürde biçimlere soktu. Nasıl yeni otomobil, yeni telefon, yeni moda peşindeyseniz, toplum nasıl marka yaratmak için savaşıyorsa siz de binalarınızı kendi yeteneğinizle planlayın. Kuşkusuz herkes yaratıcı olmaz. Ama sanata karşı namuslu olmak mimarın birincil görevidir. Bitpazarındaki işportacı gibi olmayın. Gücünüz kadar yaratıcı olun. Yetenek eşit dağıtılmamıştır. Ne var ki her yapı sadece kendine özgü koşullara sahiptir. Yapıldığı arsa dünya yüzünde sadece ona aittir. Yapı çevresi sadece kendine özgüdür. Öyle olduğu için Bruno Taut ‘Selimiye Edirne’nin Tacı’ derdi. Böyle olduğu için Ayasofyalı, Sultanahmetli, Beyazıtlı, Nuruosmaniyeli, Fatihli, Mihrimahlı, Sultanselimli bir Haliç silueti var. Sevgili genç meslektaşlar, emek sarf edin, sanat ve insan mutluluğu için bir şeyler üretmeye çalışın.