Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
ZÜMRÜTTEN AKİSLER A. M. Celal Şengör Son beşaltı yıldır bilmem dikkat ettiniz mi, Türkiye’de hemen tüm konularda tartışma her türlü akılcı temelin dışına taşınmış bir şekilde bir kavram kargaşasına dönüştü. Yobazın Büyük Zaferi: Kavram Kargaşası Örneğin, özgürlük kavramı, özgürlüğü kısıtlayan her türlü görüş ve davranışa da özgürlük şeklini aldı. Dürüstlük kavramında dürüstlüğü belirleyen kıstas yasalar oldu, dolayısıyla dürüstlük yasa yapıcıya bağlı bir kavram haline getirildi. Bilim kavramı, «ünivesite adı verilen kurumlarda yapılan her şey» olarak algılanmaya başladı ve her profesör, doçent, yardımcı doçent vs. bilim insanı olarak görülür oldu. Fethullahçılara destek bile TÜBİTAK’ça bilimsel addedilir olmuş! Herhangi bir mevkiye atanan, otomatikman o mevki gereği saygın oluvermeye başladı; buna karşı bir ifade hakaret olarak muamele görüyor artık. Bir toplumda, hatta yalnızca iki kişi arasında iletişimi mümkün kılabilmek, bazı temel kavramlarda aynı şeyi kabul etmekle mümkün olabilir. Bunun iki temeli var: 1) Dilbilimsel: Yani ben «bardak» dediğim zaman siz «avanak» anlıyorsanız, konuşma imkânını, dolayısıyla ortak herhangi bir iş yapma temelini kaybederiz; toplumda yalnızlaşırız, yaşamımız güçleşir, hattâ imkânsız olur. 2) Felsefi: Gerçek bir dünyada yaşadığımızı ve bu dünya ile temasın da yalnıca akıl ve beş duyumuzla mümkün olabileceğinin kabulü. Yani bardak gördüğümü size aktaramıyorsam, dünya konusunda hiçbir ortak fikir ve dolayısıyla ortak hareket imanımız kalmaz. Bu nedenle neyin hakikat, neyinse yalan olduğunu nasıl bilebileceğimiz konusunda da anlaşmak zorundayız. Mesela bizzat hakikat konusunda bile kavramlarımız karışmış durumda: Bana aklı başında olduğunu bildiğim pek çok iyi tahsilli dostum hakikat ile gerçeğin aynı şeyi ifade etmediklerini söylemişlerdir. Birinin gözlemciden bağımsız olarak var olanı, diğerinin ise gözlemcinin söylemiyle var olanın uygunluğunu ifade ettiği belirtilir. Böyle bir ayırıma buraya kadar itirazım yok. Ama hakikatın insan dışında bir söylemin gerçekle olan ilişkisi şeklinde ifadesinin kabulü mümkün değil, zira insan dışındaki söylem hakkında elimizde kontrol edebileceğimiz en küçük bir veri yoktur. Neyin hakikat olduğu,yani söylemle uygun olduğuna karar verebilmenin tek yolu, söylemin gerçekle ilgisini araştırmaktır. Bu iş, hakikatın içinde ifade edildiği bir dilin dışındaki bir dil içerisinde hakikatı dile getiren söylem ile gerçek dünya arasındaki ilişkinin ifadesiyle yapılabilir. Örneğin, ay taştan yapılmıştır ifadesi, bu konuda gözlemlerimizi yaptıktan sonra Almanca olarak «Der Mond besteht wirklich aus Stein» diyebiliyorsak veya bunu Türkçe olarak dile getirdiğimiz cümlenin kontrolu olarak herhangi bir başka dilde de söyleyebiliyorsak, doğru bir ifadedir (bu tartışmanın mantık temellerini, ünlü Polonyalı matematikçi Alfred Tarski yayımladı, gerçeğin mütekabiliyet kuramı olarak bilinir). Postmodernizmle birlikte gelen hakikat düşmanlığı bilhassa yobazlar tarafından büyük bir memnuniyetle karşılandı, zira bu onlara dinin zırvalıklarını bilime dayanarak göstermek isteyenlere karşı müthiş bir silah vermektedir: Denilmektedir ki, gerçeği görmenin ve ifade etmenin hiçbir yolu yoktur. Dolayısıyla din de en az bilim kadar gerçeği ifade eder. Buradan da aslında dinin ilâhî bir söylem olması nedeniyle (!) bilimden üstün olduğu iddiasına gidilir. Bilindiği gibi bu non sequitur (yani «ilgisiz sonuç») Gazzali’nin aklın üstünlüğüne karşı kullandığı temel tezidir. Gerçeği kontrol imkânının olmadığı bir kez ifade edilmiş olduğuna göre, artık kimsenin aklına dinin ilâhî olduğu iddia edilen temellerini sorgulamak gelmez. Bu şekilde düşünmeğe bir kez başlamayagörün. Herşeyi eğip bükmeniz mümkün olur. Örneğin yasa bir mevkiye «saygın bir bilim insanının» atanmasını mı öngörüyor: Siz hem saygın hem de bilim insanı terimlerinizi kendinize göre çevirip o mevkiye istediğiniz kişiyi atayabilirsiniz. Sıkıştırıldığınız zaman da kendinizi demokrasinin katı tanımlarla değil, çoğunluğun fikriyle çalıştığını söyleyerek kurtarabilirsiniz. Bu yolun sonu felâkettir. Hiçbir bilimsel düşünce geleneği olmayan Türkiye halkı birkaç yıldır bu felâketin kucağındadır. Çevrenizde muhtelif mevkilere gelenlere bakın, Mustafa filmi hakkında yazılıp çizilenlere bakın, üniversite «aflarına» bakın... temelde hep bu kavram kargaşasını ve onun ölümcül tuzaklarını bulacaksınız. Atatürk onun için dememiş miydi, «Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir ...»