24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kültür Lidersiz devrim mi? Türkiye’de çağdaş cehalet bir Ortaçağ vebası gibi, anti entelektüel odaklar tarafından toplum düşüncesini sararak ciddi boyutlar kazanıyor. Toplumun azokumuşlarının ve gençlerin beyinlerini kemiriyor. Okumuşların bir bölümünün entelektüel yetersizlikle ilişkili bir vurdumduymazlıkları var. Doğan Kuban T ürkiye’nin aydın damgalı politik eksperleri yepyeni tarihi ve sosyolojik bir kuram için çöp kutularından malzeme toplayarak tarihi senaryolar kuruyorlar. Bunların en yamu u son zamanlarda vurgulanan lidersiz Türk Devrimi. Castro’suz bir Küba devrimi, Lenin’siz bir Komünist devrimi, Gandi’siz Hint devrimi düşünebilirseniz Mustafa Kemal’siz bir Türk Devrimi’ ni uydurabilirsiniz. Samsun’a Atatürk çıkmadı, asker elbisesini de çıkarmadı. Erzurum Kongresi’ ne, Sivas Kongresi’ne de o başkanlık etmedi. Mustafa Kemal, kimi gazeteciye göre Yunan savaşları yapılırken Çankaya’daki evinde titriyor olabilir. Afyon’da da yoktu. 19191923 arasında, bir hayal, Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’nı idare etti ve Cumhuriyeti ilan etti. Sonra Mustafa Kemal titrediği köşeden çıkarak Cumhurbaşkanı oldu. Bu soytar söylemi ima eden laflar, Türk kamuoyunu işgal edebiliyor. Dünyanın bütün ülkelerinde fakirler çöp tenekelerini karıştırıp artık toplarlar. Fakat çöp kutusundan topladıklarıyla tarih yazan düşünce fakirlerini biz icat ettik. Doğrusu istenirse Osmanlı’nın Cumhuriyet’le hesaplaşması, doğal olarak Cumhuriyetle başladı ve devam etti. 1950’lerden sonra güçlenerek geldi. Dünya kültür tarihinde bir ilk yaratarak, entelektüel (bu Türkiye’nin aydın dediği şey değil) sınıf, toplum yönetimi ve aydınlanmasında, giderek kadro dışı bırakıldı. Onların yerine ‘Ersatz’ entelektüeller orta oyunu senaryoları uydurmaya pseudoOsmanlı bir düşünce geliştirmeye koyuldular. Roma İmparatorları halkı uyutmak için eğlence üzerine eğlence düzenlerlerdi. Biz kente göçmüş köylüyü, köylü bırakmak için elinden geleni yapan bir yazar çizer takımı yarattık. Bu toplumda hâlâ düşünebilen, Türkiye Cumhuriyeti diye bir devletin vatandaşı olmaktan onur duyanların bir görevi var: Kumandansız bir savaş, lidersiz bir devrim olamayacağını, hele Müslüman ve yüzde 90’ı okuma yazma bilmeyen bir ülkede, çok güçlü bir lider olmadan, laik bir Cumhuriyet kurulamayacağını halka anlatmak. bu denli yüzeysel olamaz. Bütün Cumhuriyet düşmanları aynı entelektüel kısırlığın semptomlarını göstermektedir. Bunun okumuş olup olmamakla da ilişkisi yoktur. Sevr muahedesini imzalayanlar da okumuş insanlardı. Örneğin R za Tevfik’i Sevr’i imzaladığı için suçlayamıyorum. Adı feylosofa çıkmış olsa da şiirlerini çocukluğumdan bu yana okuyorum. Ama o ve arkadaşları 1918 sonrasının düşünce ve psikolojisi içinde tam kavrayamadığımız bir şeyleri yitirmiş olarak yaşıyorlardı. Bu geçici bir semptom da olabilir. Bizdeki milliyet, bayrak, Cumhuriyet, Atatürk düşmanları da geçici bir ‘Amerika’ya arzı ubudiyet’ sendromuna başkalarıyla birlikte yakalanmış olabilirler. Fakat kanımca ulusun yarısından çoğu zaten öyle düşünmüyor. Kaldı ki AKP’nin daha aydın, daha milliyetçi daha vatansever katları da olabilir. Onlar da Türk ve Müslüman olarak sömürgelik perspektiflerini reddediyor olmalılar. Herhalde Cumhuriyeti de Hıristiyanlara peşkeş çekmiyorlardır. Çanakkale’yi ve Kurtuluş Savaşı’nı gerçekten bir ‘diriliş’ olarak yapan Osmanlı komutanları, bizim babalarımızdı ve Cumhuriyeti kurdular. O dönemden bize, kötü genetik bir miras kalmış olamaz. Bugünkü ahlaks z dü ümü çözmek zorunday z. HAKARETLER SÖYLEM Kurtuluş Savaşı sonrasını yeniden anımsayalım. Bu toplumun insanları İslam dünyasının tek sömürge olmayan ülkesinde köyde, kasabada, kentte okuyup yetiştiler. yüzde 90’ı köylü halktan oluşan toplum, yolu fab rikası olmayan bir ülkede, yıkılmış imparatorluğun borçlarını ödeyen, saygın ve onurlu bir ülkenin vatandaşları oldular. İkinci Dünya Savaşı’ ndan sonra Türkiye yüzde 70’i kentlerde oturan, yarı sanayileşen bir devlet oldu. Toprak dam imgesi, apartman ve gökdelenle yer değiştirdi. Otomobil, kamyon trenlerin, gemilerin yerini aldı. Sonra birtakım adamlar bu ülkenin kurtarıcısı olarak bütün dünyaca tanınmış, adı özgür devletle birlikte anılan ulusal kahramanı küçük düşüren, ona hakaret eden söylemler üretmeye başladılar. Bunu son yıllar öyle yoğunlaştırdılar ki bu tek özgür ve laik İslam ülkesi, bazı yurttaşların neredeyse bırakıp gideceği bir ortam haline geldi. Böyle adamlara Türkçede verilecek çok sıfat var. Kendileri de sözlüklere bakıp bulabilirler. 1922 yılında Time Dergisi’nin kapağında ulusal lider Mustafa Kemal’in güven dolu, gözleri pırıl pırıl parlayan kalpaklı bir portresi vardı. O sadece bütün Hıristiyan dünyasına kafa tutan tek Müslüman devletin simgesi değil, bütün İslam dünyasına cesaret veren tek evrensel kahramandı. Devrimler yeni düzenler kursalar da toplumları bugünden yarına değiştirmezler. Toplumda köyden çıkamamış kentliler, düşünmesini öğrenememiş üniversite mezunları, iradesini ve aklını tarikat şeyhine ya da aşiret reisine teslim edenler, kocasının beş adım peşinden giden kadınlar var. Bunlar Devrimlerin kurgusu ne kadar mantıklı ve tutarlı olsa da çağdaş bir toplum kurmakta zorlanıyorlar. Fakat tarihte bir yer değiştirince bir daha ayni yere dönmek yok. Başka platformlar, örneğin ABD’nin dayattığı Il ml slam markalı sömürge kimilerinin hoşuna gidebilir. Ama gerçekle mesini engelleyecek kadar uyan k Türk var. Halka, güzel sesle dokunmak Doç Dr. Yelda Özsunar Dayanır, Adnan Menderes Üni., Radyoloji, yeldaozsunar@gmail.com YARANMANIN YOLU Bu ülkede kimileri bütün Müslüman ülkelerin sömürge olduğu emperyalist bir dönemde, İslam dünyasının en güçlü ve bağımsız devletini kuran bir evrensel lidere sald rarak geçim sa l yorlar. Kendilerine karşı olanları, ulusal marş söyleyeni, Türk bayrağına sahip çıkanı milliyetçi diye hor görüyorlar. Ellerine yanlış yol gösteren pusulalar verilmiş. Kürtler bağımsızlık savaşı yapan milliyetçiler oluyor. Ama İranlılar, Iraklılar, Filistinliler Amerikan izni olmadan bu sıfatı kazanamıyorlar. Biz ise anlaşılan dünya vatandaşıyız. Bu trajikomik görüntü toplumdaki ciddi entelektüel yetersizliğin açık göstergesidir. Bu söylemi yaratanlar ve ona alkış tutanlar Türkiye’nin en cahil sınıfı ile özdeşleşip aydın cilasını yitirmiş insanlar olmalı. Türkiye’de iktidara yaranmanın yöntemi geçmişi karalama oldu. Bu söylem küfür, yalan, sadizm ve Freud’un ‘Günlük yaşamın psikopatolojisi’ verilerini içeren olağanüstü bir mantık deformasyonu sergiliyor. Bu söylemin yaratıcılarına satın alınmış, ajan gibi sıfatlar takmak doğru değil. Çünkü karın doyurmanın ötesinde gerçek ajan ve hain insanların ürettikleri söylem S CBT 1132/15 28 Kasım 2008 es, duvarları aşıp, kapıları devirip geniş meydanlara yayılıyor. Güneşin altında gezinip duran rüzgâr, çimler ve fidanlarla oyun oynayıp insanların yanağını ve saçını okşayarak taşıdığı ses taneciklerini kulaklardan içeri boşaltıyor. Rüzgârın veya sesin etkisiyle havuzun suyu titreyip duruyor. Bir tarafta ise büyük alışveriş merkezinin pürüzsüz duvarlarına kocaman küp şeklinde siyah bir elek asılmış, meydana iri ses taneleri yolluyor. Ses taneleri öylesine iri ve saldırgan ki, meydanı doldurup masaların üstüne zıplıyor. Gözler, ses tanelerinin arasından birbirlerine uzanacak delikler arıyor. Bağıran duygusuz bir melodi, kulakların deliklerini tıkıyor. Kelimeler kulaklardan içeri akamıyor. İnsanlar ses tanelerini sinek kovalar gibi kovalamaya çalışsalar da yok edemiyorlar. Tek başına kitap okuyan biri sinirlenerek kalkıyor. Diğer insanlar kayıtsız... Ülkemizde ses en çok müzik ve satış için kullanılıyor. Arada bir de, gün içinde tekrar tekrar aynı şeyi anlatan haberleri iletmek için. Aydınlar ve bilim insanları, bir yerlerde yazdıkları veya etrafındakilere anlattıkları için sorumluluklarını yerine getirdiklerini düşünüyorlar. Oysa ülkemizdeki insanların pek azı bu yazılanları okuyor; birçoğu alışkın olmadığından, diğerleri de ekmek parası kazanma telaşıyla zaman veya kitap bulamamaktan. Oysa, okumayla barışık olmasalar da, sese, meselâ radyolara her insanın kulağı açık! O kulaklardan içeriye duygu dolu melodiler, anlamlı sözler, yararlı bilgiler, şaşırtıcı hikâyeler gönderip düşündürmek, beyinleri uyandırmak mümkün. Ses daha yaratıcı, bilgili, bilimle barışık nesiller yaratmak için kullanılabilir. Bu amaçla kolay ve ucuz bir iletişim yöntemi olan sihirli kutu radyo, bir ayakkabı tamircisinin dükkânına, bir fabrikaya, evinden çıkamayan veya kitap okuyamayan bir kadının mutfağına, canı sıkılan küçük bir çocuğun dünyasına veya herkezin cebindeki telefona girebilir; ruhuna, aklına dokunabilir, dünyasını değiştirebilir. Hem de televizyon gibi esir almadan, üretkenliği baltalamadan. Amacına uygun kullanılırsa radyo, kütüphane veya okul olabilir. Öğrencilerle, aydınlarla halkın buluştuğu küçük bir ses sahnesine dönüşebilir. Üniversiteler veya eğitici gönüllüleri, öğrencileriyle kol kola, etkileşim içinde oldukları şehir halklarını eğiterek de geliştirebilirler. Bu anlamda özellikle yeterince kaliteli radyo yayıncılığının yapılmadığı küçük illerde, yerleşik üniversitelere ve öğretim üyelerine büyük rol düşüyor. Akdeniz Üniversitesi ve ODTÜ başarılı örnekler. Ancak 2000 kadar radyo veya televizyonun yer aldığı ülkemizde yine de üniversite radyolarının sayısı sınırlı. Üniversiteler veya sosyal örgütler; vakıflar, ortalığı bol bol reklam dağıtan küçük patronlara bırakmış durumda. Peki ama neden hâlâ insanlarımızın okumadığından, bilimden uzak olduğundan yakınıyoruz? Neden daha çok üniversite radyosu kurmuyoruz? Neden bir ayakkabı tamircisine onun anlayacağı veya seveceği dilden düşünce veya bilim programları hazırlamıyoruz? Bizi tutan ne?
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle