23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SÖYLEŞİ 9 5 NİSAN 2021 PAZARTESİ NEDEN PROF. DR. MUSTAFA ÖZTÜRK? İlahiyatçı Prof. Dr. Mustafa Öztürk, akademik çalışmalarını yürütmek için Almanya’ya giderken veda mesajında “Yerli ve milli tımarhanede herkese ruh sağlığı dilerim. Doktora tez danışmanlıklarımı Cübbeli ile Sakarya’daki tacizci Nurullah’a devrettim” demişti. Türkiye şu günlerde yoğun olarak tarikatçı amirali, kokain çekerken görüntülenen AKP çalışanını, harp okullarına öğrenci alırken kaldırılan “irticai faaliyete karışmamış olma şartı”nı konuşuyor. Tartışmalar 104 emekli amiralin bildirisine de yansıdı. Bize de dini referanslı cemaatlerin etkinliğini en sert dille eleştiren, siyasal İslamcı çevrelerin, dini yapılanmanın hedefindeki Prof. Dr. Öztürk’e sormak kaldı. Kurumsal din itibarını yitirecek sekülerizmin baharı olacak 4 Dindarlık profesyonelleşince ikiyüzlülük oluyor. Bezirgânlık oluyor. Din üzerinden rant, iktidar devşirmek oluyor. Din üzerinden her türlü melaneti yapıp din ile onun üzerini örtme girişimi oluyor. 4 Tarikat ve cemaatlerin en son derdi din. Onların derdi, kolundan, bacağından, parmağından, etkili bir uzvundan devlete kene gibi yapışmak. 4 Milletçe bu pisliği temizlemekten bıktık. Artık devlet seçim pazarlığı için bir milyon oyluk potansiyele iştah kabartıp ivaz garaz ilişkisine girmesin. Maliyetini 15 Temmuz’da gördünüz. 4 Ayasofya imamına, muhafazakâr, dindar İslamcı çevreleri coşturacak tweet’ler attırıyorlar. Yarın “Hilafet istiyoruz” derlerse şaşmayın. 4 Muhafazakâr kitleler hayatın zevklerini yeni öğrendiler. Yarın mesela, dindarlaşma yönünde bir pratik olarak “zina haramdır” diye yasa çıkarsalar, o alışkanlıklarından vazgeçemedikleri için, “çokeşliliğe de izin ver” noktasına geleceklerdir. 4 İslamcı, milliyetçi siyasi iktidarın, Türkiye’nin geleceğini sekülerizme teslim edeceğine inanıyorum. n “Yerli ve milli tımarhane” diyerek ülkeyi terk ediverdiniz; nasılsınız? Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir sözü var: 1961 yılının 21 Ağustosu’nun günlüğünde yazar: “Türkiye beni yedi. Onun için kendisinden istediğim gibi söz edemiyorum” der. Bir de meşhur başka bir sözü var: “Türkiye, evlatlarına kendisiyle meşgul olmaktan başka imkân vermiyor.” Buraya böyle bir atmosferde geldim. “Tımarhane” sözünü bütün topluma demedim. Spesifik olarak kendimle ilgili söylemiştim, çünkü paylaşımımda “Yerli ve milli tımarhanede herkese ruh sağlığı dilerim” dedikten sonra bir not düşmüştüm. “Doktora tezi danışmanlıklarımı Cübbeli Ahmet’e falan devrediyorum, çünkü artık ilahiyat işleri onlara teslim” diye. Bu da aslında tımarhanenin ne anlama geldiğini, benim dünyam açısından gösteriyor. Sabah gazetesinde yazan, ATV’nin kanallarından senelerdir Sultanahmet Meydanı’nda ajitasyon yaparak nutuk atan, din adına tepeden tırnağa hurafe anlatan bir şahsın Bilim ve Teknoloji Üniversitesi’ne rektör olması, benim ilahiyat dünyam açısından ortalığın tımarhaneye döndüğünün kanıtıdır. Burada huzurluyum, sakinim, fakat sükunetimi buraya ayak basar basmaz bozdular. Komisyondaki konuşmam AKP’lilerin hoşuna gitmedi n Bozanlar? 10’uncu köye geldim, rahat ederim zannetmiştim ama beni geçmişten beri kendileriyle kan davalısı olarak gören “FETÖ’cü kalemşörler” var. Bakın FETÖ lafını her gelenin birbirine yapıştırdığı bir etiket olarak söylemiyorum. Kimlikleri o kadar meşhur isimler ki bunlar, mesela Adem Yavuzaslan, Cevheri Güven... Buraya ayak basar basmaz “Turkish minute” gibi bazı internet mecralarında, gazetelerde yıllar önce antisemitik söylemler ürettiğim yönünde makaleler yazdılar. Aynı zamanda üniversiteyi ve Alman hükümetini kışkırttılar, çünkü burada başka yerden tutturamazsınız. n Ortada bir kan davası mı var? Paralel devlet yapılanması (PDY) denen çatı iddianamesinin bilirkişi raporunu yazmıştım. Yaklaşık 200 sayfa. Keza bu 1725 Aralık sürecinde “haşhaşi” tanımlaması da dahil, çok ağır sözler ettim. Meclis Darbe Komisyonu’ndaki rapor heyetindeydim. Fakat o komisyondaki konuşmam dönemin AKP’li milletvekillerinin pek hoşuna gitmedi. Oradaki görevim, konuştuktan sonra son buldu. n Çok mu ağır konuştunuz? “Devlet ve siyaset, dini grup ve yapılarla kapalı kapılar arkasında seçim üzerine kirli pazarlıklar ve alışverişe girme huyundan lütfen vazgeçsin” demiştim. Birini yakamızdan güç bela silkiyoruz, öbürü çok geçmeden paçamızdan asılıyor. Yani biz milletçe bu pisliği temizlemekten bıktık. Artık devlet seçim pazarlığı için oracıkta hazır duran bir milyon oyluk potansiyele iştah kabartıp bunlarla ivaz garaz ilişkisine girmesin. Bunun maliyetini 15 Temmuz’da gördünüz. Bu yapılarla alışverişi sürdürmek zorunda n Tam da ana gündem konusuydu. Bir amiralin makam arabasıyla gittiği tarikat evinde, askeri üniforması üzerindeki sarık ve cüppe ile fotoğrafları ortaya çıktı... Bugünkü tablo hiç akıllanmadığımızı gösteriyor. Öyle görünüyor ki siyaset, işine yaradığı, bunları sevk ve idare ettiği sürece siyasi pragmatizmin icaplarına uyarak bu yapılarla alışverişini hâlâ sürdürüyor, sürdürmek durumunda. n Neden? Bugünkü siyasi oy dengelerine bakıldığında tabiri caizse 51’lik bir mengeneye sıkışmış siyasi iktidarın havadan geçen kuşa, yüzde 0.5’lik oya bile acil ihtiyacı var. Bu yapıların karakteristik özelliğine göre başlarındaki kişiyi razı ettiğinizde, arkadaki kitleye bir tavsiye kâfidir. Dolayısıyla tek tek insanları ikna etmeye çabalamak yerine bir kişiyi, amiyane tabirle kafaladığınızda on binlerce kişiyi sandığın başına aynı istikamette yönlendirebiliyorsunuz. n Harp okullarına öğrenci alırken irticai faaliyete karışmamış olma şartı kaldırıldı. AKP döneminde tarihinin en büyük darbesini alan silahlı kuvvetlerde yeniden tarikatlara kapı mı açılıyor? Bu bir facia. Bunu kaçınılmaz bir gidişatın yine kaçınılmaz bir icraatı olarak görüyorum. Demokrasi dediniz, özgürlük dediniz, açılım yapacağız dediniz; baktınız toplumda yaprak kımıldamadı, kimse oralı olmadı, çünkü insanlar inanmıyor. İktidarın küçük ortağı MHP kanadını düşünelim. Cumhurbaşkanı açılım adımı atacak bir söylem ürettiğinde, arka taraftan “HDP kapatılsın” diye bir ses geliyor. Dolayısıyla atacağınız adımı aşağı çekiyor. O iş bitti mi, bitti. Konsolide edilecek neresi kaldı? İşte orası İstanbul İl Başkanı’nı getirdiğiniz mecra... Yani Milli Görüş tabanı. Efendim, Milli Görüş’ün temsil ettiği partinin kapısından giremiyorsanız Oğuzhan Asiltürk bacasından giriyorsunuz. İstanbul İl Başkanı’nı eski Milli Görüş tandansından seçiyorsunuz. Ayasofya imamına “Tavşan kaç, tazı tut” misali, “Sen konuş” diyerek muhafazakâr, dindar İslamcı çevrelerin tabiri caizse içini coşturacak tweet’ler attırıyorsun. E, orayı bir tür gayri resmi şeyhülislamlık makamı SAADET ZİNCİRİ GİBİ MENFAAT İLİŞKİSİ n Tarikat ve cemaatlerin derdi ne? Onların ilgili oldukları en son, en ehemmiyetsiz konu din ve milletin dindarlığı. Onların derdi, kolundan, bacağından, parmağından, etkili bir uzvundan devlete kene gibi yapışmak, devlet içinde devletçikler kurmak. Her insanda, her grupta olduğu gibi bir iktidar hırsıyla oraya abanmak. Bu noktada din, cumhuriyet ve laiklik karşıtlığı kitleleri o hedefe yöneltmede, kışkırtmada bitmez tükenmek, sembolik bir sermaye. Bizim halkın da okumak, sorgulamak gibi bir derdi olmadığı, sükseli retoriklerle coşmaya yatkın olduğu için arkaları sıra sürüklüyorlar. Devlet, bu yapıların resmi olarak tanınması koşuluyla pazarlığa girişse bile kabul etmeyecekler, çünkü resmiyet demek, şeffaflaşmak demek. Şimdi öyle değil ki! Her yerde varlar, etkililer ama sorumluluk söz konusu olduğunda hiçbir yerde yoklar. Maliyet doğuran hiçbir hasarı kabul etmiyorlar. Şu anda her biri sermaye toplama sektörü gibi çalışıyor. Dolayısıyla kendi tabanlarını da dinle, imanla tutmuyorlar, saadet zinciri şeklinde oluşturdukları menfaat ilişkisi içinde tutuyorlar. n Yani kazan kazan dedikleri.. Bu ilişki iki türlü oluyor: Birincisi maddi menfaat. Yani işadamıysanız o cemaatin hinterlandı içinde iş kurup işinizi büyütebiliyorsunuz; ihaleler alabiliyorsunuz. Devletin bir bakanlığına çöküp, o bakanlığın bütçesini de istediğiniz şekilde yönlendirebiliyorsunuz. Sonuçta kazankazan oluşuyor. Devlette tasallut da mali iktidar arzusuyla oluşan bir şey. n Ya ikincisi? O da bürokrasiye atanmalarda, akademik kadrolarda, rektör, dekanlık atamalarında akreditasyon mercii oluşturmak. Mesela bugün neredeyse yükseköğretim kurumunun tüm birimlerinde belli bir cemaate aidiyet, akreditasyon belgesidir. Bunlar benim bilirkişi raporu olarak yazdığım, sonra “Din Sermayesinden İktidar Devşirmek” diye kitaba dönüştürdüğüm FETÖ yapılanmasının tıpkısı. AYLARCA SUSTU, ŞIMDI KÜKRÜYOR n Marmara İlahiyat’ın eski dekanı Prof. Ali Köse’nin itirazı çok önemliydi. Ama genel olarak ilahiyatçı akademisyenlerin sesi çıkmıyor, neden? Ali Hocam ne der bilmiyorum ama o da o sözü söyledikten sonra ödülünü aldı. Ben emeklilikle ayrıldım, Ali Bey’in de “Bir FETÖ gider bin FETÖ gelir” dedikten sonra dekanlık görevi sonlandırıldı. Böyle çıkışlar ödüllü oluyor, herkes ödül almak istemiyor. İlahiyat fakültelerindeki hocalarımızın genel düşünce yapıları “Bana değmeyen yılan bin yaşasın” yapısıdır. Çok ahlaki bir şey değil. FETÖ ile kavga başladığında siz hiç ilahiyatçı sesi duydunuz mu? Bugünkü Diyanet İşleri Başkanı 1725 Aralık’tan darbeye kadar geçen sürede ne kadar konuşmuştur, bakın... Ama şimdi kükrer. gibi konumlandırıyorsun, sonra cemaatlerin önünü açıyorsun falan... Bütün bunların sebebi, dindarmuhafazakâr kitleleri konsolide etmek... Yarın bir gün “Hilafet de istiyoruz” derlerse şaşmayın. n Kaldı ki dile getirenler de oldu... Bunlar, bir zümreyi elde avuçta tutmak için onların üst üste gelen taleplerine boyun eğmek demek. Boyun eğmenin yanı sıra isteyerek yapma iradesi de var mı, vallahi ondan tam emin değilim! Necip Fazıl’ın hararetli takipçilerinin kadrosu n “Aslında ‘din devleti’ kurma ideali yok, her şey oy için” mi diyorsunuz? Bugünkü siyasi iktidar elitlerinin dünya görüşünün arka planını büyük ölçüde bir kişi dolduruyor: Necip Fazıl Kısakürek. Milli Türk talebe birliklerine nutuk çektiği dönemlerinde onun en hararetli takipçilerinden oluşan bir kadroyla karşı karşıyayız. Necip Fazıl, 1930’larda Atatürk ve Cumhuriyet hayranıdır. Gene o yıllarda Kubilay olayı üzerine Ankara Türk Ocakları’nda verdiği bir konferansta “Bu yobazların, mürtecilerin yeşil kanları bu ülkenin nüfus kâğıdından silinmedikçe bu devrim ağacı yeşermez...” der. 1940’larda CHP’den milletvekili adaylığı oluyor. İsmet İnönü reddediyor. 1946’ya doğru CHP düşmanlığına evriliyor dili. Menderes’e “Köleniz olmayı kabul buyurun efendim” diyor. 19541960 arası borç batağına düştükçe, parası bittikçe ajitasyonlu mektuplar yazarak Menderes’ten tam 147 bin liralık örtülü ödenek almış ve bunun karşılığında Atatürk’e, Cumhuriyet’e, devrimlere karşı pozisyon almıştır. Sonra Erbakan’a yaslanıyor. Erbakan CHP’yle iktidar ortağı olunca bu kez milliyetçi kanattan Erbakan’a sövüyor; hem de ne sövme! 1975’te, Atatürk’ün olur da benim olmaz mı dediği bir gençliğe hitabesi var. Orada “Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, evinin, kininin, öcünün davacısı bir gençlik...” diyor. n “Kindar ve dindar gençlik” yani... Aynen... Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’ten o güne kadarki serencamını ahlaksızlık, kokuşmuşluk, fuhuş, kumar, içki ile tanımlayan, bunun mutlaka rövanşının alınması gerektiğini gençliğe vasiyet olarak dikte eden bir hitabe... Bu Necip Fazıl zihniyeti, bu faşizan dil, İslamcılığın 1970’lerden sonraki dünya görüşünü büyük ölçüde şekillendirmiştir. Buradan baktığınızda bir rövanş alma iradesi var mı yok mu, bunu artık siz takdir edin... Kürşat Ayvatoğlu HAYATIN ZEVKLERINI ÖĞRENDILER, BIRAKMAZLAR n Din/para ilişkisine gelirsek: Bir AKP çalışanının lüks arabada kokain çekerken ya da bir lüks otelde sefa sürerken fotoğrafları yansıdı... Şaşırdınız mı? Beni şaşırtmadı, küçük bir şey gördük. Bu gençliğe o kadar abanılıyor da “Niye dindarlaşmıyor, niye ahlaki bir hassasiyetleri yok” sorusunun cevabı burada... “Pudraşeker çekiyordum” diyen apolitik sandığınız bu gençlik, bin bir çeşit haksızlık, vicdansızlık manzarasına tanık oluyor. Muhafazakâr kitleler, o çocuk örneğinde olduğu gibi yaşam standartlarında birkaç eşik atladı. Son 15 senedir alıştıkları yaşam tarzları dindarlaşma yönündeki siyasi icraatlara müsaade etmeye ya da bundan hoşnut olmaya izin vermiyor. Onlar şu anda seküler hayatın bütün zevklerini adeta soğurtarak yaşıyorlar. Dolayısıyla toplumun dışına yansıyan “Türkiye giderek teokratik bir yere doğru mu sürükleniyor” sorusundan bizatihi siyasi iktidarın alt kadrolarındaki insanlar hiç hoşnut değiller. Hayatın zevklerini yeni öğrendiler, hiç de bırakacaklarını zannetmiyorum. Yarın mesela, dindarlaşma yönünde bir pratik olarak “zina haramdır” diye yasa çıkarsalar, o alışkanlıklarından vazgeçemedikleri iş, “çokeşliliğe de izin ver” noktasına gelecektir. n Siz “Tarikat profesyonel dindarlıktır” dersiniz... Dindarlık profesyonelleşince, karşımıza nasıl bir tablo çıkıyor? İkiyüzlülük oluyor. Bezirgânlık oluyor. Din üzerinden rant, iktidar devşirmek oluyor. Her türlü melaneti yapıp dinle onun üzerini örtme girişimi oluyor. n Çocuklarımız tarikatların pençesinde... Onları nasıl bir tehlike bekliyor, aslında Türkiye’yi nasıl bir tehlike bekliyor? Ben bu İslamcı, milliyetçi, mukaddesatçı, muhafazakâr, siyasi iktidarın Türkiye’nin geleceğini sekülerizme teslim edeceğine inanıyorum. İstediğiniz kadar “Dindar nesil yetiştireceğiz” diye bağırın, istediğiniz kadar imam hatip açın, istediğiniz kadar televizyonlarda Nihat Hatipoğlu gibilerine vaaz ettirin, gelinen yer öyle bir yer ki doğanın akışında Türkiye sekülerizmi keşfedecek. sekülerizmin baharı olacak. Kurumsal din, büyük ölçüde itibarını yitirecek ve o itibarı kısa sürede tamamlayamayacak. n Peki, böyle düşündürten argüman? Din toplumsal alana en çok ahlak olarak yansıtılır. Ahlakın da pratik çıktıları, atıyorum bu toplumun daha merhametli, daha şefkatli olması... Dolayısıyla dindarlığın sürekli empoze edildiği bir ülkede, çalmasından çırpmasına, kadına şiddette gözle görünür şekilde eskiye oranla bir iyileşmenin sonuç vermesi gerekir. İstatistikler elinizde. Bundan 25 yıl önce sorun teşkil eden problemler kadın cinayetleri, aile yapısında çözülmeler, adi suç oranlarına bakın, bir de bugüne... Bu tablo insanlarda dindarlıktan yana bıkkınlık üretti, tırnak içinde kurumsallaşmış yapılardan yaka silkmelerine neden oldu. n Nereden anlıyoruz? Ateizme, deizme kayıyor diye bir hikâye var ya, bu çocuklar felsefi olarak deizmi, ateizmi okuyup ben bunda karar kıldım demiyor ki. Şu andaki mevcut yapılara ilgisizliğin adını öyle koydular. Bugün bıktıkları için, soğudukları için uzaklaştılar, adını da böyle koydular. Protest bir tavır olarak okuyorum. Bu yüzden, dönemin dindarlık üzerinden yaptığı yıkımın doğal neticesi olarak sekülerliğin keşfedilmesi ve bir bahar olarak yaşayacağına dair öngörüm var.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle