23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 5 MART 2020 PERŞEMBE gorus@cumhuriyet.com.tr EDİTÖR: ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR TASARIM: SERPİL ÜNAY olaylar ve görüşler Hukuk, yalan ve yüzleşme üzerine BEYHAN GÜLER Yargıç Hukuk, kurumlar arası konumu gereği, toplumu tümüyle etkileyen sorunları ancak kural koyucuların bireysel ve sosyal dinamiklerden oluşmuş düşünce dünyalarından süzerek var ettikleri normlar bütünü içinde algılar ve çözüm getirmeye çalışır. Fakat hukuksal metinlerin yapımında etken olan sebep, güdü ve siyasal düşünüş biçiminin, sert bir yapıya sahip olması, hukuk adına sorunların yeniden anlamlandırılmasını ve doğru bir düzlemde tartışılmasını engeller. Üstün hukukun evrensel ilkelerine uzak duran hukuksal yapı, toplumsal sorunların önce üzerini örter. Daha sonra toplumu, örtünün altında kalan her şeyin kendi egemenliğinde çözüme kavuşacağına inandırmak üzere farklı bir mekanizma yaratır. Tam da burada, yüzyıllar önce birbirleri ile bağlantısı ortaya konulan hukuk ahlak ve siyasetahlak ilişkisinin anımsanması gerekmektedir. Ahlak ile hukuk ilişkisi Yazılı olmasa da ahlak kuralları, hukuk kurallarının önceli olmakla, bu kuralların oluşumunda önemli bir rol oynamıştır. Toplumsal koşullara ve çağa göre değişkenlik gösterse de iyikötü, doğruyanlış ve gerçekgerçek olmayan çekişmesine kaynaklık etmiştir. Özgürlükçü ve akılcı ahlak anlayışının geliştirildiği dönemde ahlakın ve ahlaksal değerlerin, aklın ilkeleri üzerine temellendirilmiş, koşulsuz buyruklara dayalı, evrensel yasaya uyarlı olması gerekliliği savunulmuştur. Kant, bu dönemde “Öyle davranmalıyım ki seçimim bir evrensel yasa olsun” diyerek ahlak düşüncesinde çığır açmışsa da bütünsellik kavranarak bakıldığında, siyasetin/ devletin ahlak üzerinde belirleyici olduğu, ekonomik ve toplumsal ilişkilerin ahlaksal değerleri dönüştürücü bir etkiye sahip olduğu kısa bir süre son Gerçeklik için hukukun adaletle buluşmasından korkmamak, aksine evrensel ilkeler ile olan bağlantısını daha da güçlendirerek buradan, sağlıklı bir şekilde beslenmesini temin etmek gerekir. ra ahlak düşüncesine eklenmiştir. Giderek üretim ilişkilerini ve paylaşımı belirleyen siyaset/otorite, davranış biçim ve değerlerini de yeniden tanımlamıştır. Oluşan kirlenme, süreç içinde bastırma ve gizlemenin de ötesinde olguların, modern kitlesel propaganda teknikleri ile aslının bozulması sonucu dokunulmazlık kazanan “modern yalan”ı dünyaya getirmiştir. Derrida, bu bozulmaya ve sonuçlarına “Devlet her yalan söylediğinde, evrensel aklı ve genel iradeyi değil, sınırlı bir çıkar grubunu temsil ediyor, bir sosyal gruba karşı diğerini savunuyor demektir” sözleriyle işaret etmişti. Gizleme, bastırma ve yalan döngüsü içinde üretilen hukuksal kalıplar bütünü de siyasetekonomi ilişkisine ait böyle bir anlayışın eseri olmuştur. Dolayısıyla bu hukuksal yapı, tercih ettiği denetim araçlarını bünyesinde barındırsa da üstün hukuk ile arasına koyduğu mesafeyi koruması nedeniyle genlerinden getirdiği bozuk yapıyı onaracak gerçek anlamda bir mekanizmaya sahip olamamıştır. Algı sorunu yaratıldı Yalanın temellendirdiği bu yapay düzlemde, görünürde hukuksal düzenin ve bu yapı içerisindeki aktörlerin gerçekliğe uygun görev yapabilme yeteneği bulunmadığından, bireysel ve toplumsal yargılar açısından idealize edilebilecek fazla bir şey kalmamış, ahlak için bitkisel hayat başlamıştır. Toplumu sarsan gerçek problemlerin önce üzerlerinin örtülmesi, eylemsizlikle örtünün altında mayalanan problemlerin bu kez de aslının bozulmasını, kitlelerin olay ve olguları, doğru algılayamamalarına hatta unutmalarına yol açmıştır. Böylesi bir ortamda siyaset / otorite, her türden eleştiriyi reddetme tepkesini göstermiş, bu da sorunların kökleri ile doğru bağlantının kurulmasını önlediği gibi ahlak ile hukuk arasındaki irtibatı tamamen keserek yalanın büyümesine neden olmuştur. Adaletten korkmamalı Oysa sorunlar üzerindeki sisi dağıtıp yalan ile gerçeği birbirinden ayırt edebilme fırsatını, sadece evrensel değerlere üstünlük tanınmış bir hukuksal düzende yakalamak mümkündür. Zira böyle bir sistemde hak ve özgürlükler tam güvencede olacağı gibi, şeffaflığın doğuracağı etki ve sonuçlar yoluyla kısırdöngüde oluşan hukuk kalıplarının doğuştan getirdikleri sakatlıkları gidermek olanaklı hale gelecektir. Ancak öncelikle toplumun var gücüyle, siyaset/otorite tarafından kesilen ahlakhukuk irtibatının yeniden tesisi için uğraş vermesi, hukuksal yapı içerisindeki aktörlerin ise ahlaki ödevlerini anımsamakta gecikmemesi gerekir. Siyasi hedef ve idealler uğruna evrensel değerlerden verilecek her ödünün, hukuku aşındırarak hiçleştirdiği akılda tutulmalıdır. Bu nedenle, gerçeklik için hukukun adaletle buluşmasından korkmamak, aksine, evrensel ilkeler ile olan bağlantısını daha da güçlendirerek buradan, sağlıklı bir şekilde beslenmesini temin etmek gerekir. Bu yönde atılacak her adım, iletişim kanallarını açmaya hizmet edeceği gibi koşulsuz konuşabilme kültürüne de katkı sağlayacaktır. Vicdanlar soluk alıp verirken, gerçeklerle yüzleşmek adına yaratılacak her fırsat değerlendirilmelidir. Unutulmamalıdır ki erdem, sosyal değerler ve moral kurallarına dayalı önemli bir ahlak projesi olan demokrasiye, yeşerme ve kendini var etme şansı tanınmazsa, hukukun, geçmişe, bugüne ve geleceğe dair beklentileri de boşa çıkacaktır. Bize sığınanlar silah değildir! “Sığınmacı” demiyorum, “Mülteci” ya da bozuk Türkçe ile “İlticacı” hiç demiyorum; çünkü değiller: Bize sığınan Kürtler, Suriyeliler, Afganlar, Pakistanlılar, “Geçici Koruma Statüsü” altında bulunan, ülkelerinden kaçmış olan Ortadoğululardır. HHH Önce kavramları netleştirelim: Mülteci: Irkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönmeyen veya dönmek istemeyen kişiye mülteci denir. Türkiye, Avrupa ülkeleri dışından gelenleri “mülteci” olarak kabul etmemektedir. Sığınmacı: Sığınmacı, mültecilik başvurusunda bulunmuş ama başvurusu sonuçlanmamış kişidir. Türkiye “Sığınmacı” kavramını önce kabul etmiş, ama sonradan onu kaldırarak yerine “Şartlı Mülteci” kavramını koymuştur. Şartlı Mülteci: Şartlı mülteci, üçüncü bir ülkeye yerleştirilmek üzere bekleyen kişidir. İkincil Koruma: Şahsına yönelik ciddi tehditle karşılaşacak olması nedeniyle ülkesinin korumasından yararlanamayan veya söz konusu tehdit nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancı ya da vatansız kişiye, statü belirleme işlemleri sonrasında ikincil koruma statüsü verilir. Suriyeliler bu kapsama da girmemektedir. Geçici Koruma: Kitlesel akım durumlarında, uluslararası korumaya ihtiyaç duyduğu kabul edilen insanlara sığınma sağlamak için, en azından başlangıçta, bireysel mülteci statüsünü vermeksizin başvurulan bir araçtır. Geçici koruma altında olan Suriyelilerin tabi olduğu Kanun ve Yönetmelik maddeleri hiçbir koşul altında Türk vatandaşlarına sağlanan hak ve imkânlardan fazla olacak şekilde yorumla namaz. (Bu tanımları Prof. Dr. Er san Şen ile Stj. Av. Filiz Demirbüker’in makalesinden özetledim.) HHH Bu tanımlardan sonra sevgili okurlarımı 1989’a götürmek istiyorum... Saddam’ın Halepçe katliamından kaçan Kürtlere Türkiye’nin sınırlarını açtığı yıllara: Saddam Hüseyin iktidarı tarafından 16 Mart 1988’de Halepçe’de binlerce Kürt’ün öldürülmesinden sonra yaklaşık 500 bin Kürt Türkiye’ye sığındı. Diyarbakır, Muş ve Mardin’de oluşturulan kamplara yerleştirilen Kürtler, Irak’taki yeni yapılanma üzerine 1992 yılında Kuzey Irak’a geri döndü. Ben de bu sırada sınırların açılmasını ve Kürt kardeşlerimize sığınma hakkı tanınmasını savunuyordum. Türkiye’nin Kürtleri içeri almasıyla övündüm. Fakat daha sonra buradaki kampların, Türkiye’nin Kürtlere yaptığı zulümlerin kanıtı olarak kullanıldığını, Avrupa’da olumsuz propaganda malzemesi yapıldığını da gördüm ve çok üzüldüm. “Bize sığınan Kürtler her şeyden önce insan; insanları siyasal silah olarak kullanmak yanlıştır” diye düşündüğümü anımsıyorum. Bu girişten sonra, bugün “Geçici Koruma Statüsü” altında olan Suriyeliler üzerinden AB ile Türkiye arasında yapılan karşılıklı pazarlıkların ve bu “insanların”, her iki taraf açısından da, siyasal silah gibi kullanılmalarının çok yanlış olduğunu belirtmek istiyorum: Unutmayın, Sovyetler’in çöküşünden sonra, “Tarihin Sonu” diye kitap yazan Francis Fukuyama, ortaya çıkan yeni çatışmaları görünce fikrini değiştirmiş ve Küreselleşmenin başa çıkamadığı sorunlar olarak, Terör, Yoksulluk, Beyaz Zehir ve İnsan Kaçakçılığı olarak üç alan belirlemişti! HHH GEREK YURTTA GEREK CİHANDA BARIŞTAN YANA OLDUĞUMU, BİR KEZ DAHA İLAN EDİYORUM! Av. Erol Ertuğrul Mustafa Kemal,1923 yılında henüz Kurtuluş Savaşı yeni kazanılmışken Adana’da “Ulusun geleceği tehlikeye düşmedikçe savaş bir cinayettir” demişti. Yaşamı vatan için savaş alanlarında geçmiş büyük bir komutan vatan savunması dışındaki savaşları bir cinayet olarak görüyordu. Cumhuriyet kurulduktan sonra 20 Nisan 1931 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk, seçim nedeni ile ulusa sunduğu yazılı açıklamada ise “Cumhuriyet Halk Fırkası’nın genel siyasetini şu kısa tümce ile anlatmak yeterlidir: Yurtta barış, dünyada barış” diyordu. Atatürk’ün büyük devlet adamlığının ve tüm dünyada onu saygın yapan özelliklerinin başında bu ilke gelmektedir. Yargı bağımsızlığı Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana da bu ilkeye bağlı kalınmıştır. O nedenle tüm komşularla dostluk içerisinde yaşamaya çalışılmıştır. Yurtta barış nasıl sağlanacaktır? Hiç kuşkusuz hukuk devleti ile, demokrasi ile, bağımsız yargı ile, eşitlik ile, adalet ile... Ne acı ki yaşadığımız günlerde ‘Yurtta barış, dünyada barış’ bunların hiçbirisi yok. Öncelikle partili Cumhurbaşkanı kimliği bunları baştan yok ediyor. Parlamenter sistemin kaldırılması ile, Cumhurbaşkanının partili olması ile, Cumhurbaşkanının göreve başlarken ettiği yemin havada kalmaktadır. Cumhurbaşkanının tarafsızlığı yok olmuştur. Bu durumda Cumhurbaşkanı yalnızca kendi partililerinin Cumhurbaşkanı olmaktadır. Vatandaşlar bölünmüştür. Yönetimi eleştirenler cezaevindedir. Yargı bağımsızlığı olmayınca adalet de yok olmuştur. Mahkemeler, yönetimin istemediği kararlar verince bu kararlar yok edilmekte; bu kararları veren savcı ve yargıçlar görevlerinden alınmakta, haklarında soruşturmalar açılmaktadır. Gezi davası kararları bunun açık örnekleridir. Böyle bir durumda bağımsız yargı ve yurtta barış olabilir mi? Yönetim, Cumhuriyete ve Türk devrimine açıkça savaş açmıştır. Bazı bakanlıklara Atatürk’ün değil de 2. Abdülhamit’in resimleri asılmaktadır. Bu padişahın gerici ve baskıcı birisi olduğu bilindiğine göre belli ki yönetim bu kişiye özenmektedir. Hesap soran Meclis Dünyada barış sözü de ne yazık ki havada kalmaktadır. Ulusumuzun bir Suriye sorunu olmadığı halde, Bay Erdoğan’ın ve AKP’nin bir Suriye sorunu vardır. Suriye toprakları vatan toprağımız değil. İdlib’de Türkiye’nin hiçbir çıkarı yoktur. Belki Bay Erdoğan’ın ve AKP’nin dini ve mezhebi çıkarları bulunmuş olabilir. Ancak orada şehitler veriyoruz. Çocuklarımız neden orada şehit oluyorlar? Türk ordusu, ulusumuzun ordusudur. Bu ordu Bay Erdoğan’ın ordusu değildir. Erdoğan bu uğurda ölmekten söz ediyor. Vatanımız dışında neden ölelim? “İdlib’de mücadeleye mecbur değil, mahkumuz” diyor. Suriye’deki ve Libya’daki şehitler için de “Birkaç şehidimiz var, Şehitler Tepesi boş kalmayacak” diyor. İdlib’de 33 şehidimiz var. Neden? Bunun hesabını kim verecek? Beş milyon Suriyeli yurdumuza girmiş ve düzenimizi bozmuştur. İki milyon Suriyeli de sınırlarımıza dayanmıştır. Bay Erdoğan, bu yanlış politikaları eleştirenlere kızıyor. Yaşamı vatan savunması için savaş alanlarında geçmiş, bu yolda olağanüstü deneyimli büyük bir komutan ve devlet adamı “Yurtta barış, dünyada barış” diyorsa onun tırnağı kadar bile olamayacak olan yöneticilerin savaş çığlıkları ne anlama geliyor ve ciddiye alınabilir mi? Kurtuluş Savaşı sürerken, Başkomutan Mustafa Kemal, TBMM’de ağır eleştirilere uğruyor ve kendisinden hesap soruluyordu. Mustafa Kemal gibi büyük bir komutandan hesap soran Meclis belli ki herkesten hesap sorabilir. Ayrılıkçı terör örgütü ile savaşırken, Doğu Akdeniz’de çıkarlarımız için savaş noktasına gelmişken, Ege’de 18 adamız antlaşmalara aykırı olarak Yunanistan tarafından ele geçirilip silah landırılmışken, Libya’da ve Suriye’de savaş durumuna gelmek ancak ülkemize, ulusumuza zarar verir, gücümüzü azaltır. Diplomasi ile çözülmesi gereken konular Cumhuriyetin ordusuna havale edilmiştir. Çünkü diplomasi, diplomasiden anlamayan ellere bırakılmıştır. Dört önemli büyükelçiliğimize başka ülke vatandaşlığını taşıyan kişiler atanmıştır. Prag Büyükelçimiz hakkında rüşvet savları, Viyana Büyükelçimiz hakkında katil savları vardır. Bugünler gelip geçici Güzel yurdumuz bu noktaya nasıl getirildi? 12 Eylül faşist yönetimi sırasında imam hatip çıkışlılara üniversite kapıları aralanırken, onların yarın savcı, yargıç, vali, kaymakam olacakları dile getirilmişti. O günler gerçekleşti. Vatanseverlere kumpas davalarının nasıl kurulduğunu ve vatanseverlerin yıllarca cezaevlerinde nasıl tutulduklarını unutmadık. Günümüzde eğitimin nasıl dinselleştirilmeye çalışıldığını ve tarikatlara bırakıldığını da acı ile görüyoruz. Ancak ulusumuz aydınlanmaya inanmıştır, Atatürk devrimine inanmıştır. Bugünler gelip geçecektir. EverGuard TPO Membran Sistemi Dünya çapında 300 milyon m2 üzerinde satışla performansı kanıtlanmış, uzun ömürlü ve güvenli TPO membran sistemi. Birbiriyle tam uyumlu detay çözümleri ve geniş ürün gamı. Sosyal, ticari, kamu yapıları ve sanayi, lojistik tesislerinin çatıları için. bmigroup.com/tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle