18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 28 ŞUBAT 2020 CUMA Editör: ÇAĞDAŞ BAyraktar TASARIM: ilknur filiz olaylar ve görüşler [email protected] Ki yüreğimdeki akıldır Muzaffer İlhan Erdost... ALİEKBER ATAŞ “Gülen bıyıklarıyla dudağımızın üstünde gülüşürken İlhan “herdost” ölümsüz yattığımız da oldu şiirin bahanesine hatta kaburgalarımızdan olduk “herdost”un ölümünde... durduk ve sorduk: bu morumsuluk da ne niye bu dalgınlık doğru ya senin kaburgaların kırık bizimki kalbimizde ilhan ömürcül bu ayrılığınıza Muzaffer İlhan nasıl ulansak...” Yukarıdaki şiirim, “Düşler Yanarken” kitabımdan. İmzalayıp gönderdiğimde 2011’in mayısıydı. Birkaç gün sonra telefonum çaldı. “Aliekber kitabın geldi. Okudum. İlhan için yazdığın ‘Türküleri Sarsarak’ ile ‘Kasım Zamanı’ şiirlerin için sağ ol. Duygulu şiirler. Temiz dilin, hüzün dolu. İlhan’la tanışmadığını söylemiştin sen bana anımsadığım kadarıyla. Şiirlerini, çok yakından tanıdığın biri gibi, hissederek yazmışsın. Eline, yüreğine sağlık. Kitabının adını sevdim. Sivas’a adanmış iyi bir kitap olmuş. Kutlarım. Adıyla, adanmışlığı da güzel bir örtüşme, anlam derinliği yakalamış...” Başka şeyler de söyledi. Onları da duyup yaşadığım o anın güzelliğiyle, zamanın sonsuz akışına bıraktım. Bana kalsın. Bilmem yeterli. Onun dupduru, “Düşmana inat daha fazla yaşamak” türküsünü dinleten sesinin dalgaları arasında, kardeş acısının tınıları çalınırdı. Bir kasım günü kapım çalındı. Kapıda, kargoyu getiren kişinin elinde ağırca bir paket. Üstünde “Muzaffer İlhan Erdost İlhan İlhan Ki tabevi” yazılı. Heyecanla açtım. Adıma imzalı gül demeti, çıkmış son kitapları ile İlhan Erdost’un, öldürümünün her yıldönümü için hazırlanmış yeni ve eski sayılarıyla kataloglar. Bana hep gelincik çiçeğini anımsatır, yalnızca fotoğraflardan görüp yazılanlardan öğrendiğim İlhan Erdost portresi. Heyecanla, sayfalarını çevirmeye başladım yeni kataloğun. “Türküleri Sarsarak” ile “Kasım Zamanı” şiirlerimi gördüm. Yalnızca benimkiler mi! Kardeşi İlhan adına ne söylenmiş, neler anlatılmış, yazılıp çizilmiş, yayımlanmış bir söz, şiir, yazı... Biriktirdiklerinden güzel bir İlhan Erdost Almanağı hazırlamış. “Söz uçar yazı kalır” dercesine... Üreterek çoğaldı Muzaffer Ağabey, sessiz derinliğiyle karşısındakine yansıttığı dinginliğinde, kardeş acısını bilince dönüştürmüş, üretkenliğini alçakgönüllülükle, ustalığını hoşgörüyle birleştirmiş devrimci kimliği, insancı kişiliğiyle aydınlanma adası olmuş bir düşünür, şair, aydın. 12 Eylül karanlığına yazarak direnen, üreterek çoğaltan, yaratarak başkalaştıran bir kişilik. İnanılmaz bir kararlıkla nice acı dolu ve karanlık dönemlerden ödün vermeden geçmiş insancı bir sosyalist, başöğretmenin Muzaffer Ağabey, kardeş acısını bilince dönüştürmüş, üretkenliğini alçakgönüllülükle, ustalığını hoşgörüyle birleştirmiş bir şair, aydın. devrimci bir öğretmeni olarak, topluma ışık tutan nice yapıtlar vermiş, Marksist yapıtları dilimize kazandırmış bir yayıncı. O, düşündüğü gibi yazdı, yazdığı gibi yaşadı. Muzaffer Ağabey düşündüğüm her an, aklıma Erasmus’un söylediklerini doğrulayan sıra dışı kimliği gelir. Der ki Erasmus: “Hayvan, hayvan olarak doğar; insan, insan olarak doğmaz, sonradan oluşturulur.” O kendinde, Erasmus’un “insanını oluşturan” az sayıdaki, Batılı anlamda bilge, Anadolulu (Doğulu) bir derviş bireşiminde kendini yaratan, İlhan Selçuk Ağabey’in de dediği gibi “Adam gibi adam!” Onun bu dünyada yaşıyor olduğunu bilmek bir umut, dağ başında çoban ateşi, gökyüzü sonsuzluğunda bir düşünce galaksisi, faşizmin karanlığında bir Çobanyıldızı. Cesaret, kararlılık, üretmek, yaratmak, paylaşmaktı. Şimdi, iki farklı duyguyu yaşıyor kalbim: Bir yanı kederli, derin, ince düşüncelerin sancıları; öbür yanı onu tanımış olmanın sevinciyle dopdolu. Düşün dünyamda yapıp ettikleriyle beni nasıl dönüştürdüyse, duygu dünyama da bütün acıları göğüsleyen direnciyle bilinç ekledi, öğretti. Ki, yüreğimdeki akıldır Muzaffer Ağabey... İktidar ve toplumsal saldırganlık Son zamanlarda hemen hemen herkes, toplumsal saldırganlık eğilimlerinin arttığından, insanların birbirlerine karşı daha kaba, daha öfkeli, daha hoşgörüsüz, daha terbiyesiz, daha kavgacı davrandığından şikâyet eder oldu. Gerçekten de adeta, herkesin öfkesi burnunda: Toplumda işbirliği ve dayanışma duygusu yerine, rekabet ve kavga eğilimi ağır basmaya başladı. Bu durumun birinci derecede sorumlusu hiç kuşkusuz siyasal iktidardır! HHH Siyasal iktidarlar, toplumsal tutum ve davranışları üç yolla etkiler. Bu yolların hepsi aynı doğrultuda etki yapıyorsa, (ki genellikle öyledir) o zaman toplum da tümüyle siyasal iktidarın çizgisinde davranmaya başlar. 1) İktidara gelmek ve iktidara geldikten sonra ülkeyi yönetmek için uyguladığı genel stratejiyle: İktidarın genel stratejisi, barış, dayanışma, sevgi eksenindeyse toplum daha sakin bir çizgide gelişir... Yok, iktidarın genel stratejisi, kavga, ayrıştırma, öfke eksenindeyse, toplum daha çatışmacı, daha öfkeli tutum ve davranışları benimser. 2) Liderin tutum ve davranışlarıyla: İnsanlar tutum ve davranışlarını, içgüdülerine, aldıkları aile ve okul eğitimine ek olarak, ünlülerin tutum ve davranışlarına özenerek de biçimlendirir. Ünlü sanatçıların, sporcuların giyim kuşamlarının taklit edilmesi buna en güzel örnektir. Siyasal iktidarın lideri, tutum ve davranışlar açısından bütün topluma bir örnektir: Lider, nazik, uzlaşmacı, barışçı ve sakin bir tavır içindeyse, toplum daha uzlaşmacı, sakin ve barışçı olur... Yok lider, çatışmacı, dışlayıcı, çatışmacı, kaba bir tutum ve davra nış biçimi sergiliyorsa, toplum da bundan derhal etkilenir, daha kavgacı, çatışmacı ve kaba olur. 3) Günlük yaşam sorunları açısından, devletin ve devlet görevlilerinin, özellikle de güvenlik ve adalet mensuplarının, halkla ilişkilerindeki tutum ve davranışlarıyla: Devletin kuralları ne kadar şeffafsa, ne kadar biliniyorsa, ne kadar adil ve ne kadar herkese eşitse, insanlar da o kadar sakin olur. Devletin kuralları ne kadar bilinmiyorsa, ne kadar eşitsizse, ne kadar adaletten uzaksa, ne kadar “adamına göre muamele” yapılıyorsa, insanlar o derece huysuz, kavgacı ve saldırgan olur. Elbette bu etki, güvenlik ve adalet mensupları açısından en üst derecede insanların tutum ve davranışlarını etkiler: Polisin, savcının, yargıcın, nazik, terbiyeli, kurallara uygun, herkese eşit ve adil davrandığı bir toplumda, insanlar da hem devlete hem de birbirlerine karşı, daha nazik, daha terbiyeli, yasalara ve kurallara daha uygun, daha barışçı ve daha sakin davranır. Devletin ve devleti temsil eden özellikle güvenlik ve adalet mensuplarının, halka nezaketsiz, kaba, kuralsız, eşitsiz ve adaletsiz davrandığı bir toplumda, insanların da hem devlete hem de birbirlerine karşı tutum ve davranışları saygısız, terbiyesiz, kaba, dışlayıcı, çatışmacı ve kavgacı olur. HHH Elbette, nezaketsiz, terbiyesiz, kaba, kavgacı, dışlayıcı, çatışmacı bir siyasal iktidarın bu üç yolla birden aynı doğrultuda biçimlendirdiği bir devlette ve “eğittiği”(!) bir toplumda bir insanın: Ne kadar eğitimli, ne kadar nazik ve terbiyeli olursa olsun... Kurallara, yasalara, eşitliğe, adalete ne kadar inanırsa inansın... Kendine ve sinirlerine ne kadar hâkim olursa olsun... Sükunetini, nezaketini ve terbiyesini koruması, kurallara ve yasalara uygun davranması çok zordur! Ama ben iflah olmaz romantik bir iyimser olarak: Bütün okurlarımın ve izleyenlerimin “zor işlerin insanları olduğuna”... Ve böyle ortamlarda bile, nezaketleri, terbiyeleri, sükunetleri ve kurallara uygun davranışları ile, en azından kendi aileleri içinde ve yakın çevrelerinde, örnek tutum ve davranışlar sergileyeceklerine inanıyorum! Şekibe Çelenk’in güzel sesi Korkut Boratav* Şekibe Çelenk ile ilk karşılaşmam altmış üç yıl önce, Kasım 1963’te oldu. “Karşılaşma” sözcüğü yanıltıcıdır. Kasım 1963’te Şekibe Hanım’ın ilk defa sesini duydum; ismini öğrendim. Yüz yüze tanışmamız daha sonra olacaktı. Belediye seçimleri vesilesiyle devlet radyosundan partilere ayrılan zaman diliminde propaganda konuşmaları yapılıyordu. Radyoyu tesadüfen açmış olabilirim. Aniden genç bir kadın sesi duydum: “İşçi, köylü, ırgat, zanaatkâr, esnaf, dar gelirli memur yurttaş! Gerçekçi aydın kardeşlerim, çileli bacılarım!...” Son bulunca konuşmacı tanıtıldı: Türkiye İşçi Partisi adına Şekibe Çelenk... Konuşmanın içeriği değil, başlangıcı, hitap tarzı beni etkiledi; o nedenle hâlâ aklımdadır. Şekibe Çelenk, o güzel, pürüzsüz gür sesi ile hemşerilerine, vatandaşlarına, seçmenlerine değil; bu kalabalık kimliksiz kitlenin sadece bir bölümüne hitap etmekteydi. Türkiye’nin halk sınıflarına ve kendisinin de dahil olduğu gerçek aydınlarına ve çileli kadınlarına bir çağrı... Bu konuşmaların ses kayıtları belki de bir yerlerde vardır. Bulunursa tekrar, tekrar dinlemek isterim. Zira, önce Şekibe Çelenk’in, sonra da tok, davudi sesiyle “işçiler, köylüler, murabalar...” diye başlayan Yaşar Kemal’in hitaplarını duyduktan sonra, “Türkiye’nin karanlık yılları artık son buluyor...” iyimserliğine savrulmuştum. Hissetmiştim ki Türkiye’nin milyonlarca emekçisi, yıllardan beri baskı, yalan ve hile ile gizlenmiş sınıfsal kimliklerini kendilerine açıkseçik hatırlatan bu iki güzel insanın çağrısı karşısında kayıtsız kalamayacaklardır. HHH Anlık, geçici ve elbette yanıltı Şekibe Hanım da Halit Çelenk ile birlikte TİP’in içinde ve dışında Türkiye’nin devrimci mücadelesinin çeşitli aşamalarını, kazanımlarını, yenilgilerini birlikte paylaşacaktı. Çelenk Boratav Şekibe Çelenk ve seçici kurul Başkanı Korkut Boratav ödül kazananlar ile birlikte. cı bir hissiyattan söz ediyorum. Bu iki güzel insanın, güzel seslerini dinlerken biliyordum ki, bu sınıfsal çağrı onlara özgü değildir. Radyoda temsil ettikleri parti (TİP) iki yıldan beri aynı mesajı, mahallelerde, kahvelerde, toplantı salonlarında Türkiye’nin emekçilerine taşımanın sancılı mücadelesini vermekteydi. Beni heyecanlandıran özgünlük, aynı çağrının Şekibe Çelenk, Yaşar Kemal ve diğerleri tarafından radyodan milyonlara ulaşmasıydı. Keza biliyordum ki, bu çağrı ilk de değildi. Daha öncesine, Cumhuriyetin ilk yıllarına gitmeliyim. TİP, İkinci Dünya Savaşı’nın korkulu yıllarında antifaşist mücadelenin öncülüğünü yapmış aydınların; savaş sonrasında iki parti ve sınıf mücadelesi platformuyla örgütlenen sosyalistlerin, sendikacıların on beş yıl boyunca baskı ve zulüm altında çiğnenen bayrağını, ayakta kalanların da katkısıyla devralan bir partiydi. Kurulmasına kapı aralayan 1961 Anayasası’nın Demokrat Parti’nin devrilmesi sayesinde mümkün olduğunu da bu sürecin parçası olan üniversiteler kalkışmasını, Ankara’da 29 Nisan, 555K 1960 aşamaları içinde yaşamış bir kişi olarak farkındaydım. Şekibe Hanımda Kasım 1963’teki radyo konuşmasına, TİP Ankara İl Teşkilatı içinden çetin, sancılı örgütlenme deneyimlerini yaşayarak gelmişti. Sonraki yıllarda ortaya çıkacaktı ki, sınıf bilincini Türkiye emekçilerine taşımayı hedefleyen, beni de erken iyimserliğe sürükleyen bu yeni adımlar, içteki ve dıştaki karanlık güç odakları tarafından ısrarla, zaman zaman kan dökülerek kösteklenecekti. Şekibe Hanım da Halit Çelenk ile birlikte TİP’in içinde ve dışında Türkiye’nin devrimci mücadelesinin çeşitli aşamalarını, kazanımlarını, yenilgilerini birlikte paylaşacaktı. Kasım 1963’te milyonlarca emekçiye hitap eden bu güzel insan yıllar sonra, “binlerce devrimcinin, Denizlerin Şekibe Ablası” olarak da tanınacaktı. *Korkut Boratav’ın 2016 yılında Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı’nda açılan özel arşiv dosyası için kaleme aldığı yazı.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle