02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
HABER 9 22 ARALIK 2020 SALI Ahır Dağı ağlıyor 26 Aralık sabahı, kömür kokusuna kan, barut ve ölüm kokusu da karışmıştı artık Maraş’ta. O güneşsiz, soğuk kış sabahında insanlığın en vahşet dolu görüntülerine tanıklık etmiş olan Ahır Dağı, yurtlarını, yuvalarını, geçmişlerini bırakıp başka kentlere göçmekte olan Maraşlıların ardından sessizce ağlamaktaydı. OKAN TOYGAR Ailece geçirdikleri tedirgin gecenin ardından, 23 Aralık 1978 sabahı iç sıkıntısıyla uyandı Birgül. Hızlıca üstünü değiştirip ekmek ve çizgili kâğıt almak için erkenden dışarı çıktı. Kömür kokan, soğuk ve kasvetli bir cumartesi sabahıydı. Omuzlarını boynuna yaklaştırarak kabanına sıkıca sarındı. Bakkala doğru yürürken gergin geçen haftayı düşünüyordu. Dört gün önce Çiçek Sineması’na atılan ses bombasından bu yana Maraş’ta sular bir türlü durulmamıştı. (1) Gösterildiği her yerde ülkücülerin ilgiyle seyrettiği “Güneş Ne Zaman Doğacak” isimli filme ara verildiği sırada patlayan ve tahrip gücü olmayan bomba, Alevi ve solculara yönelik saldırıları artırmıştı. Patlamanın hemen sonrasında çok sayıda ülkücü “Komünistler Moskova’ya” ve “Müslüman Türkiye” sloganlarıyla Alevilere ve solculara ait birçok işyerini tahrip etmiş, CHP il binasına saldırmıştı. Ertesi gün, bu kez çoğunlukla Alevilerin gittiği “Akın Kıraathanesi”ne bomba atılmıştı. Bu saldırıda da iki kişi yaralanmıştı. Kentte bombaların yol açtığı gerginlik devam ederken perşembe günü Maraş, acı bir haberle sarsılmıştı. Öğrencilerin ve velilerin çok sevdiği, endüstri meslek lisesinin sol görüşlü gencecik iki öğretmeni okul çıkışı evlerine giderken öldürülmüştü. (2) Cuma günü yapılan cenaze töreninde olaylar çıkmış, bu nedenle babası Süleyman Bey eve çok geç gelmişti. Annesi çok endişelenip ağlamıştı. Çünkü cenaze törenine katılıp dönenlerden Ulu Camii civarında toplanan gericilerin “Komünistlerin, Alevilerin cenaze namazı kılınmaz”, “Kanımız aksa da zafer İslamın” diye slogan attıklarını, ellerindeki taş, sopa, kiremit ve patlayıcı maddelerle cenaze kortejine saldırdıklarını duymuş ve Süleyman Bey’den bir türlü haber alamamıştı. Gece 23.00 civarı eve geldiğinde oldukça tedirgindi babası. Ülkücülerin ve diğer sağcı çevrelerin cenaze töreni öncesinde hem kent merkezinde hem de Sünni köylerde “Cenaze töreninde Alevilerin Sünnilere karşı baskın hazırlığında oldukları, camileri yakacakları, Müslümanları katledecekleri” gibi gerçek olmayan söylentileri yayarak yandaş topladıklarını anlatmıştı. Cuma namazı vaazında Bağlarbaşı Camisi imamı “Bir Alevi öldüren, beş defa hacca gitmiş gibi sevap kazanır. Çevremizde bulunan Alevileri, CHP’lileri ve imansız Sünnileri temizleyeceğiz” demişti. Bu grupların kışkırtmasıyla saat 15.00 civarında Ulu Camii civarında başlamış olan olaylar gece yarısına kadar devam etmiş, sayıları binleri bulan gerici güruh, ellerinde silah, balta ve sopalarla Alevilere ve solculara yönelik ölüm sloganları atarak sokaklarda korku salmıştı. Bu nedenle Maraş’taki Alevi ve solcuların gözüne uyku girmemişti gece. Evin erkekleri kapılarda, pencerelerde endişeyle beklemişlerdi. YSE Müdürü ve Milli Eğitim Müdürü gece evlerine gelmiş, onları ve üst katta oturan ev sahipleri Suna ailesini kentin dışına çıkarmayı teklif etmiş ancak Musa Suna ve babası, Antep ve Kayseri’den askeri birliklerin gelip müdahale edebileceğini, korkulacak bir şey olmadığını söylemişlerdi. “Benim kimseye bir zararım olmadı. Hep dost edindim. Ben kendime korkak dedirtmem” demişti babası. Ekmeğe ihtiyacınız olmayacak Bakkala varmıştı Birgül. Hep aynı yerden alışveriş yapıyorlardı. Aslında karşısında her şeyin bulunduğu daha büyük ve temiz bir başka bakkal daha vardı ama babası ısrarla bakkal Cuma’dan alışveriş yapmalarını isterdi. Ne siyasi olarak onların görüşündeydi bu bakkal ne de onların inancındandı ama babası “Diğer bakkal zaten yeteri kadar kazanıyor. Onun müşterisi yeter de artar. Toplumun eşit ve refah yaşaması için bizim de bir şeyler yapmamız gerekir” diyordu. Fakirden, ezilenden yanaydı Köy Enstitüsü mezunu ilköğretim müfettişi Süleyman Metin. Birgül, alışverişini yapıp bakkaldan çıkıyordu ki bakkal Cuma yüzüne bakıp “Ekmeği ne yapacaksınız? Senin birazdan olacaklardan haberin var mı?” dedi sırıtarak. Dışarıda toplanmış bir grup da yüksek sesle gülünce Birgül’ün siniri iyice bozuldu. Yürüyerek geldiği yolu koşarak döndü. Eve gelince heSayıları binleri bulan güruh, ellerinde sopalar, silahlar ve baltalarla onlarca insanı katletti. yecanla olanları babasına anlattı. Kızının bakışlarından ve titreyen sesinden onun çok tedirgin olduğunu anlayan Süleyman Bey, Birgül’ün saçını okşayarak “Endişelenecek bir şey yok kızım, seni korkutmaya çalışmışlar” dedi. Cellat, elinde Kuran’la geldi Cumartesi banyo günleriydi. Kahvaltıdan sonra annesi banyoya girmelerini istedi. Önce Birgül ve ablası Nursel girdi. Birgül, ablasına bakkalda olanları anlatıyordu ki banyonun penceresinden büyük bir taş şiddetli bir şangırtı sonrası ikisinin arasına düştü. Tam o sırada annesinin “Hemen çıkın banyodan, üzerinizi giyinin, evin etrafını kuşatmışlar” diyen sesini duydular ve apar topar kurulanmadan, ne buldularsa giyip çıktılar. Öylesine yoğun taş atılıyordu ki evin sallandığını düşündü Birgül. Perdenin arasından baktıklarında ellerinde satır, silah, meşale, taş ve sopa olan büyük bir kalabalık gördüler. Bir yandan da “Maraş, Alevilere ve komünistlere mezar olacak. Kızılbaşlara ölüm” diyerek slogan atıyorlardı. Pencerelerin camları tamamen kırılmış, evin içi taş dolmuştu. Perde bir içeri bir dışarı sallanırken kalabalık arasında biraz önce ekmek aldığı, babasının “Yazıktır, fakiri kalkındıralım” dediği bakkal Cuma’yı gördü Birgül. Bir elinde satır, diğerinde Kuran ile onları kesmek için çırpınıyordu. Orhan Kemal’in romanlarından alınmış bir sahneydi sanki o anda gördükleri. Bir yanda ırk, din, mezhep gözetmeksizin insanlara ve olaylara sınıf bilinciyle bakan öğretmen Süleyman Metin, diğer yanda sadece Alevi olduğu için din adına onu öldürmeye can atan bakkal Cuma... Saat 11.30 olmuştu. Dışarıdan atılan meşalelerle perde, divan, kilim ne varsa yanmaya başlamıştı. Ortalık dumandan görülmüyordu. Birgül annesi ve kardeşleriyle birlikte içeride odunluk olarak kullanılan penceresiz odada iken babası geldi ve hepsine sarılıp öptükten sonra tekrar salona dönerek dışarıya doğru “Teslim oluyorum. Çocuklarıma, eşime dokunmayın, namusuma dokunmayın. Ben size kendi canımı vermeye hazırım” dedi. Babasının Birgül’ü kahreden bu son sözlerinden sonra evin içi bir anda gözü dönmüş saldırganlarla doldu. Bunun üzerine dört kız kardeş ve anne Gülnaz Hanım da bulundukları yerden çıkarak salona geldiler. Saldırganlar sopalarla babasının sırtına, kafasına vuruyorlardı. O sırada iki el silah sesi duyuldu. Süleyman Metin kalbinden aldığı yara ile çocuklarının ve eşinin gözü önünde kanlar içinde yere yığıldı. Annesi, “Süleyman! Süleyman!” diye bağırarak babasının üzerine kendisini atmıştı ama babası hiç tepki vermiyordu. İyi bir insanı, deneyimli ve idealist bir öğretmeni öldürmüştü yobazlar. Bu arada yangın her yeri sardı. Büyük bir gürültüyle mutfaktaki tüp patladı. Saldırganların “Bırakın yansın, o Kızılbaşı toprak bile kabul etmez” bağırtıları arasında annesi ve kardeşleriyle birlikte babasını çeke çeke dışarı çıkardılar. Henüz yedi yaşına bile basmamış olan evin en küçüğü Hürriyet, dizleri üzerine çökmüş, elleriyle babasının saçlarını düzeltiyor, onunla konuşuyor, ağlıyordu. Saldırganlardan birisi Hürriyet’i kollarından tutarak havaya kaldırdı ve “Ne dersiniz bunu da babasının yanına yollayalım mı” diye sordu. Meydanda toplananlar kahkaha ile gülerek “Yolla, yolla” diye bağırıyordu. Örgütlü bir katliamdı 23 Aralık 1978 Cumartesi günü Alevilerin yaşadığı hemen her mahallede, her evde benzer olaylar yaşanıyordu. Gözü dönmüş güruh, tekbir getirerek insanları çocuk, kadın, hamile, yaşlı demeden silahlarla, keserlerle, satırlarla hunharca katlediyor, evleri yakıyor, taş üstünde taş bırakmıyordu. Tam bir vahşet yaşanıyordu. Saldırganlardan bazıları bir yandan elindeki Kuran’ı sallayarak “Müslüman Türkiye” diye bağırırken bir yandan da evlerdeki eşyaları yağmalayıp bileziklerini almak için kadınların kollarını kesiyordu. O korkunç gün, silah sesleri sabaha kadar devam etmiş, yanan evlerden yükselen alevler gökyüzünü kızıllaştırmıştı. İki gün daha sokaklarda kol gezen kıyıma güvenlik güçleri hiçbir müdahalede bulunmamıştı. Yaşanan ne AleviSünni çatışması, ne de sağsol çatışmasıydı. Yaşanan örgütlü ve planlı bir katliamdı. Alevi, solcu yüzlerce masum insan göz göre göre vahşice katledilmiş, yüzlerce insan yaralanmıştı. Bir de görünmez yaralılar bırakmıştı bu katliam geride. Gözleri önünde babası linç edilen ilkokul birinci sınıf öğrencisi Hürriyet, “Mahmut bunlar bizi sağ komazlar, çocuklarıma yapacakları kötülükleri görmektense beni sen öldür yalvarırım” diye haykırdıktan kısa süre sonra oğlunun kurşuna dizilmesini gören, kendisi de aldığı kurşunlarla felç olan Ümmühan Duman, kesilmiş kolları ve bacakları ile birlikte kazanda kaynatılmış olan oğlu Ali’yi dört gün sonra elleriyle kazandan çıkaran anne Döne Tıraş ve yüreği hâlâ kanayan, yaşamı boyunca acısının etrafında dönüp duran daha nice ana, baba, kardeş, evlat... 26 Aralık sabahı, kömür kokusuna kan, barut ve ölüm kokusu da karışmıştı artık Maraş’ta. O güneşsiz, soğuk kış sabahında insanlığın en vahşet dolu görüntülerine tanıklık etmiş olan Ahır Dağı, yurtlarını, yuvalarını, geçmişlerini bırakıp başka kentlere göçmekte olan Maraşlıların ardından sessizce ağlamaktaydı. Kaynakça: (1) 19 Aralık 1978 akşamı Çiçek Sineması’na bombayı koyanların ülkücüler olduğu sonradan ortaya çıkmıştır. a. Orhan Tüleylioğlu Kahramanmaraş Katliamı. um:ag Vakfı Yayınları 2013;33 ve 166. b. https://www.youtube.com/watch?v=JZ7b9JQ5jM&t=4414s (Bu videonun 25.40 – 26.20 dakikaları arasında ETKO sanığı İsmet Çalışır’ın itirafı yer almaktadır). (2) Öğretmenler 21 Aralık 1978 tarihinde öldürüldüler. Cenaze töreninin Cuma günü yapılması için katledilmeleri özellikle Perşembe gününe denk getirilmişti. a. https://www.youtube.com/watch?v=JZ7b9JQ5jM&t=4414s (Bu videonun 27.00 – 27.54 dakikaları arası). Yolsuzluk kurumu! Geçmişte yolsuzluk yapmak için hayali ihracat işine girenlere acıyorum. O kadar emek harcıyorlardı ki! Yurtdışından bir adres ayarla... Türkiye’de bir üretim yeri göster... Göstermelik de olsa bir miktar ihraç ürününü limana taşı... Bir gemi yol çıkar... Bütün bunların belgesini hazırla... Resmi makamlara onaylat... Sonra devletten bu ihracat karşılığı gelecek parayı bekle... Meslekte 70. yılını kutlayan Altan Öymen Ağabeyimizle Uğur Mumcu, aylarca uğraşıp hayali mobilya ihracatını ortaya çıkarıp bu işe girenlerin tekerine çomak sokmuşlardı. 1970’li yıllardaki bu girişimci ruh, 1980’li yıllarda çağ atladı. Bu kez hayali ihracatı yapılacak ürün için önce vergi iadesinin yükselmesini sağladılar, ardından işe giriştiler ki birazcık bereketi olsun... HHH Bugün işler çok daha gelişti. Yolsuzluk, yasalaştı... Yolsuzluk, kurumlaştı... Yolsuzluk, yerli ve milli bir faaliyet haline geldi... Yolsuzluk, mutasyona uğradı, önceki benzerleriyle karşılaştırılamaz şekilde başkalaştı... Artık buna yolsuzluk da denemez. Başka bir tanım bulmak gerek... Eskiden, bir kişi ikinci yerden, örneğin bir kamu kurumunun yönetim kurulu üyeliğinden maaş alıyorsa, oraya “arpalık” denirdi. Şimdi beş yerden alıyor. İş arpayı geçti! Eskiden, bir müteahhide ihale bedelinin biraz üstünde ödeme yapılırsa “soygun” denirdi. Şimdi bin kat üstünde yapılıyor. Bunu başarana “soyguncu” demek hakaret olur! Eskiden, örtülü ödeneğin küçük bir bölümü bile anlatılamaz olursa buna “örtülü götürme” denirdi. Rahmetli Selçuk Parsadan, 1995’te dönemin başbakanı Tansu Çiller’i, emekli general sesi taklidi yaparak kandırıp örtülü ödenekten bugünün parasıyla 5 bin 500 lira aldığı için hapse atılmıştı. Çiller de ağır eleştirilerle karşı karşıya kalmıştı. AKP’den önceki 4 hükümet, 15 yılda 200 milyon lira örtülü ödenek harcadı. Şimdi bir ayda örtülü ödenekten 280 milyon harcanıyor, nereye gittiğini bilen yok. Buna “örtülü götürme” denmez ki hakaret olur! Eskiden ihaleye fesat karıştırma diye yolsuzluk kapsamında değerlendirilen bir suç vardı. İhalenin kurallarıyla oynuyorlardı. Şimdi ihaleye fırsat karıştırma var. O işi kamu ihale yasası kapsamından çıkarıyorlar, oldubitti. Uyulacak yasa yok ki yasadışı iş olsun. İş, yasanın dışında, niye yasadışı olsun! HHH Eskiden bir de Sayıştay vardı. Yani mali yüksek mahkeme. Raporlar hazırlar, TBMM’ye yollardı. Önümüzdeki yılın bütçesi görüşülürken, geçmiş yılın bütçesinin yerinde harcanıp harcanmadığı bu raporlar zemininde konuşulurdu. Şimdi bu raporlar yok ki geçmiş yıl denetlensin. Rapor yoksa demek ki yolsuzluk da yok. Bütün önlemlere karşın rapor yazan Sayıştay denetçisi varsa, onu da değil Meclis’e getirmek, sitesinden bile kaldırtırsın, olur biter! Kamuya ait her işi yapma kapasitesine sahip müteahhitlere verilen milyarlarla ilgili de soru işaretleri var. Toplumda yolsuzlukların fazla bir karşılığı kalmadığı için havaya soralım: Eyy bulutlar, siz o paraların tümünün o müteahhitlere gittiğine inanıyor musunuz, bu iktidarda o göz var mı? İyi ki eski Türkiye gerilerde kaldı... Baksanıza yeni Türkiye’ye; yolsuzluk bile kurumlaştı! VEFAT VE BAŞSAĞLIĞI Çok sevgili sınıf arkadaşımız FERIDUN NEVŞEHIR’I kaybetmenin derin üzüntüsü içindeyiz. Merhuma Tanrı’dan rahmet kederli ailesine başsağlığı dileriz. I.Ü. IKTISAT FAKÜLTESI 71 MEZUNLARI
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle