24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 24 AĞUSTOS 2019 CUMARTESİ gorus@cumhuriyet.com.tr olaylar ve görüşler Kuvvetler ayrılığından kuvvetler birliğine Hukukçuların, hukuk kurumlarının ve baroların, siyasi güce karşı bireysel ve kurumsal bağımsızlıkları konusunda son derece titiz davranmaları gerekmektedir. Av. Hüseyin Özbek Türkiye Barolar Birliği Başkan Yardımcısı Hukuk sözcüğü, gücü sınırlayan kurallar dizgesi çağrışımı uyandırır. Yargı ise, hukuk kurallarına uygun, bağımsız ve tarafsız kamu kurumsallığını akla getirir. Yurttaşlar ve kurumlar arasındaki hukuki ihtilafların, kişilerle devlet organları arasındaki sorunların, bir suçun şüphelisi ya da mağdurlarının gideceği ya da götürüleceği yer mahkeme, yaşayacağı süreç muhakeme olacaktır. Mahkemelerin varlığı ve yargısal faaliyeti her ülke için maddi bir gerçekliktir. Yargının ve yargısal faaliyetin anlam kazanmasının önkoşulu siyasi gücün etki ve denetiminden uzak olmasıdır. Uygar ülkelerin, çağdaş toplumların hukuk ve yargı standardının gerisinde kalmamak, yurttaşların hukuk güvenliğini sağlamasının yanında, ülkenin itibarı ile de doğru orantılıdır. İlk anayasasını (Kanuni Esasi) 1876’da yapmış bir toplumun hukuk, yargı ve yargı kurum sallığı açısından olması gereken yer ile sürüklendiği yerin sorgulanması gerekmektedir. Yine yasama, yürütme ve yargı arasındaki pozitif denge için zorunlu olan kuvvetler ayrılığı açısından bulunduğumuz yerin ciddi bir sorgulanmaya ihtiyacı vardır. Hoyrat tasfiye 1982 Anayasası’nda 12 Eylül’ün izlerinin silinmesi ve demokratikleşme gerekçesiyle yapılan bir dizi değişikliğin ardından Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (yarı başkanlık sistemi) ile ortaya çıkan tablo son derece düşündürücüdür: Kişisel güç ve otoriteye dayalı bir sistem inşa edilirken, kuvvetler ayrılığına dayalı kurumsallık hoyratça tasfiye edilmiştir! Kişisel güç ve otoritenin devletleşmesi, devletin de kişiselleşmesi sonucunu doğuran yeni sistemin, kurumları oluşturulurken, Cumhuriyetle yaşıt, geleneksel kurumlar birer birer ortadan kaldırılmaktadır. Kurumsallığın yerini keyfiliğin aldığı yeni sistemle dengesi bozulan, hafızası yok edilen devletin yarattığı boşlukla birlikte birikimsiz liğin, ayaküstü verilen kararların ağır faturaları her geçen gün daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak atılan yanlış adımlar, içeride ve dışarıda çözümü ve telafisi giderek zorlaşan sorunlar yumağı olarak geri dönmektedir. İtibarın temeli Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere, Yargıtay, Danıştay ve diğer yüksek yargı organlarının, yakın geçmişte birer güven kurumu olmalarının nedenleri üzerinde düşünülmelidir. Bu itibar, kurumsallık, karar ve işleyişlerindeki bağımsızlıkla var olagelmiştir. Kurumsallaşma ve süreç içinde olgunlaşmanın sağladığı itibar ve güvenin, tek adamın inisiyatifine dayanan yeni dönemde sürdürülmesi olanaksızdır. Türkiye Cumhuriyeti’ni ayakta tutan ve çağdaş devletler ligine sokan hukuk konstrüksiyonu, devlet binasının taşıyıcı sistemi, kiriş ve kolonlarının esaslı biçimde zedelendiği inkâr edilemez bir gerçekliktir. İçeride güven ve istikrar, dışarıda itibarın ilk koşulu olan hukuk devleti, yargı bürokrasisinin siyasi etkiden uzak oluşu ve bağımsız yargı açısından asgari standardın çok gerisinde bulunduğumuz açıktır. Hukuk ve yargıdan beklenen, adalet arayanların savunma kalkanı ve sığınağı olmasıdır. Hukuk ve yargının, siyasi gücün saldırı mızrağına, kamçısına dönüşmesi halinde, tarihte çokça örneği görülen trajedilerin tekrar yaşanması kaçınılmazdır. Tarihi sorumluluk Tarih, her yurttaşın kendisini hukuk güvencesi altında hissedeceği çağdaş demokrasi ve hukuk devletinin, siyasi gücün bir lütfu olarak değil, bireysel ve kolektif çabaların sonucu gerçekleşebildiğini göstermektedir. Bu nedenle, hukukçuların, hukuk kurumlarının ve baroların, siyasi güce karşı bireysel ve kurumsal bağımsızlıkları konusunda son derece titiz davranmaları gerekmektedir. Hukuk kurumlarının, yasama, yürütme ve yargı üçgenindeki hassas dengenin korunması konusunda gösterecekleri duyarlılık, demokrasimizin geleceği ile doğrudan ilişkilidir. Kuvvetler ayrılığının önce fiilen, sonrasında hukuken ortadan kaldırılıp siyasi erke bağlı yapılara dönüştürülmesine doğrudan ya da dolaylı katkıda bulunmanın tarihsel sorumluluğunun taşınamayacak kadar ağır olduğunun akıldan çıkarılmaması gerekmektedir. Altın, Kaz Dağları ve insan Ülkün Tansel Maden Y. Mühendisi Yeryüzünde hiçbir hayvan doğayı, iklimi insan denli değiştirmez; yeryüzü şekillerini insan denli bozmaz; doğa kaynaklarını insan denli sömürmez. Çevrebilim (ekoloji), canlılar arası ilişkileri ve canlıların çevreleriyle olan ilişkilerini bilimsel olarak inceleyen araştırma alanıdır. Çevrebilim yalnızca bir biyoloji altdalı değil, aynı zamanda bir insan bilimidir. İnsanın çevresiyle ilişkilerini de inceleyen bilim dalıdır. Bütün ilişkilerin olduğu gibi insançevre ilişkisinin de bir ahlaksal boyutu vardır. Başka bir deyişle, doğayla ve öteki canlılarla ilişkilerimizde geçerli değer yargıları vardır. Doğayı etkileyen insan eylemlerinin doğruluğu ya da yanlışlığı, eylemin hangi değer yargısına göre belirlendiğine bağlı olarak değişir. Altın madenciliğinin uygulayıma ilişkin sorunlarını, doğa ve insan yaşamı üzerinde etkilerini eğer altın madenciliğinde çalışmamışsa bir maden mühendisinin bile düşlemesi zordur. Altın madenciliği ile ilgili yazılarda sıkça şu tümceye rastlanıyor: “...öncelikle kamuoyunda yaygın olarak yapılan bir yanlışı düzeltmeliyiz. Maden arama çalışmaları sırasında siyanür kullanılmamaktadır. Yani “siyanürlü altın aramacılığı” diye bir olgu yoktur. Siyanür, maden işletmeciliği sırasında altının cevherden ayrıştırılması için yapılan liç işleminde kullanılmaktadır.” LİÇ işlemi nedir? Bunu söylediğimizde kamuoyunu aydınlatmış oluyor muyuz? Kamuoyu, maden işletmeciliğinin arama, işletmeye hazırlık ve işletme evrelerini bilir mi? Daha da önemlisi, “liç” işleminin ne olduğunu bilir mi? Konunun teknik yönlerini hangi bilgi düzeyinde anlatmalı ve tartışmalıyız? Bu bir yana, kamuoyu açısından önemli olan ahlaksal boyutudur; bir başka deyişle tüm canlılara ve doğal yaşama karşı tavırdır konuşmamız gereken. Konuya önce şu “liç” işlemini anlatarak başlayalım. Sözlükte, maden cevherinin suda eriyen, çözülen kısımlarını topraktan ayırmak; çözeltiye almak; eritmek olarak açıklanıyor. Biz bu sözcük yerine “çözeltme” ya da “çözeltim” sözcüğünü önermek istiyoruz. Siyanür kullanan değerli metal madenciliğine karşı, gerçekleştirilebilir seçenekler bulunmaktadır; fakat maden sanayii tarafından benimsenmemektedir; çünkü, siyanür olası tehlikeleri çevre ve halkın üzerine yıkabildikleri sürece en “ucuz” seçenektir. Kaz Dağları’ndaki bizim de karşı olduğumuz ağaç kesimi, işletmeye hazırlık evresinin bir parçasıdır. Orada yapılan bir can kırımıdır. Ağaçlar seslerini çıkaramıyor, kaçamıyor diye onlar adına ses çıkarmayacak mıyız?... Sorun burada bitmiyor. Ağaçlar tıraşlandıktan sonraki aşamada, cevher yatağının üstündeki toprak örtüsü sıyrılacak ve ocak basamaklar halinde hazırlanarak üretime geçilecektir. 1 tonda 10 gram altın Genellikle altın içeriği düşük cevherlerde altın bir ton kaya başına on gramdan azdır. Basamaklardan patlatmayla sökülen kayalar, kırma ve öğütmeden geçirilir. Bundan sonra, öğütülmüş kaya yığınına seyreltik siyanür çözeltisi, püskürtme ya da damlalı yağmurlama yoluyla uygulanır ya da öğütülmüş cevher kapalı tanklara alınarak siyanür çözeltisiyle karıştırılır. Siyanür (CN), yığındaki minik altın parçacıklarına yapışarak suda çözülebilir bir siyanüraltın bileşiği oluşturur. İstenen metalleri çözerek içine alan “yüklü” siyanür çözeltisinden altın daha sonraki bir aşamada ayrılarak kazanılır. Siyanürle altın ayrıştırma işlemi sonunda, büyük miktarda “atık” ortaya çıkar. Patlatılıp kazılan cevher öğütülüp içinden istenen metaller elde edildikten sonra kalanlara “atık” denir. Eğer bir maden projesi birkaç yüz milyon metrik ton cevheri işlemden geçirecekse, sonuçta o proje yaklaşık aynı miktarda siyanürlü atık üretecektir. Bu atıklar atık barajlarında biriktirilmektedir. Günümüz iklim koşullarında olağan, şiddetli sağnak yağışlarda, dakikalar içinde derelerden sel geldiğini biliyoruz. Atık barajlarındaki olası taşmaların bir ekosistemi zehirli düzeyde siyanürlü sular altında bırakması olasılığı vardır. 19752000 yılları arasında Avrupa Birliği ülkelerinde, altın madenlerinde meydana gelen kazaların yüzde 14’ü siyanür taşıma sırasında, yüzde 14’ü boru aksamaları nedeniyle, yüzde 72’si ise atık barajlarında meydana gelmiş, binlerce insanın yaşamını etkilemiş, etkilediği bitey (flora) ve direyi (fauna) yok ederek milyarlarca Avro zarara yol açmıştır. Böylesi kazalardan sonra, ekosistemin toparlanması yıllar almakta ve temizliğin faturası vergi ödeyenlerin sırtına yüklenmekte, sorumlu şirket de iflas masasına başvurmaktadır. (Background Note on Cyanide in Gold Mining, Avrupa Parlamentosu, Çevre, Kamu sağlığı ve Beslenme Güvenliği Komitesi Sekreterliği, 5 Eylül, 2013) Avrupa’daki kazalar AB’nin çevre kirliliğini ve çevrenin bozuşmasını önlemeyi amaçlayan ince ayrıntılı yönetmelik ve denetimleri bulunmaktaysa da, belirli bir sanayi dalında ilgili yönetmeliklere tam tamına uyulsa bile, aralıklarla kazalar meydana gelmektedir: 1985 yılında İtalya’da (Stava’da), 1998’de İspanya’da (Los Frailes’de) olduğu gibi... En kötü kaza 2000 yılında, Romanya’da, Baia Borsa’daki altın madeninde meydana geldi. Yağan yağmur, kar ve buzun atık barajında açtığı yarıktan (gedikten) 100 bin metreküp siyanürlü atık çevredeki su havzasına aktı. Sonuçta, komşu Macaristan ve Sırbistan’da 2.5 milyon insan içme suyundan yoksun kaldı SzamosTiszaTuna nehir sistemindeki yüzlerce ton balık öldü. Talvivaara’daki korkunç kaza, Finlandiya gibi bir ülkede bile altın, bakır ya da nikel madencilik şirketlerinin, atık havuzlarındaki zehirli atıkların yönetiminde ciddi sorunlar yaşadıklarını göstermektedir. Siyanürün madencilikte kullanımının tehlikelerinin ve maden kazalarının çevre üzerindeki geri dönüşü olmayan sonuçlarının ayırdına varan bazı AB ülkeleri (Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Almanya) siyanür kullanımını yasakladılar. Başka yollar da var Siyanür kullanan değerli metal madenciliğine karşı, gerçekleştirilebilir seçenekler bulunmaktadır; fakat maden sanayii tarafından benimsenmemektedir; çünkü siyanür olası tehlikeleri çevre ve halkın üzerine yıkabildikleri sürece en “ucuz” seçenektir. Doğadan istediklerini aldıktan sonra, toprağı sonsuza dek cerahatli bir yara ile baş başa bırakıp gitmektedirler. Altı yıl önce (2013), yine Romanya’nın Batı Transilvanya dağlarındaki Roşia Montana’da“Kızıl Dağ”da bir Kanada şirketince (Gabriel Resources) Avrupa’daki en büyük altın madeninin açılmasına ramak kalmıştı. On binlerce insan aylarca, ara vermeksizin, her hafta gösterilerde bulunmayı sürdürerek sonunda hükümeti maden açma işini durdurmaya zorladı. 2015’e şirketin, Dünya Bankası Hakem Mahkemesi’nde (ICSID) Romanya aleyhine dava açarak kârdan zararına karşılık 4.4 milyar dolar (Gayrisafi Ulusal Gelirinin yüzde 2’si) tazminat istediği bildirildi. O güne gelinceye değin Gabriel Resources, Roşia Montana köyündeki mülklerin çoğunu satın almıştı; yalnızca savaşımda direnenler kalmıştı geride. Dava Washington’da kapalı kapılar ardında sürerken, Roşia’ya yeni insanlar eylemciler, mimarlar, sanatçılar taşınmaya başladı ve komşu dayanışması üzerine kurulu yeni bir toplum yarattılar. 2017 yılında, bir teknokratlar hükümeti, kamuoyundaki destekten güç alarak madenciliğin ta Romalılar döneminden bu yana, iki bin yıldır sürmekte olduğu Roşia Montana’yı Dünya Mirası listesine aldırmak için UNESCO’ya başvurdu; çünkü, bu köy Romalılardan kalma maden bacalarına, mimarlık yapılarına ev sahipliği yapmaktaydı. Köyün uluslararası korumaya kavuşacağını UNESCO belirtmişken, Romanya’nın yeni SosyalDemokrat hükümeti 2018 yılında başvuruyu geri çekti. Eylemciler, Romanya’nın şirketle yeni bir anlaşmaya yanaştığı korkusuna kapıldılar. Bugün Roşia Montana bir belirsizlik içinde bekliyor. Yine de yerel toplum etkinliğini sürdürüyor. Romanyalılar, Roşia Montana bölgesi için savaşımı canlı tutuyorlar. Bunu, ulusal ve uluslararası düzeyde eylemleriyle ve kitlesel katılımla sağlıyorlar. “Roşia Montana’yı Kurtar” kampanyasının internetteki www.rosiamontana.org bağlantısında yayılan bir dakikalık filmi şu sözlerle bitiyor: “İnsan, üstünde taşıdığı altından daha değerlidir, vatan toprağı da öyle...” Sokaktaki bakan Alp Kaan Sokaktaki vatandaşa yaşadığı ilin milletvekillerini tanıyıp tanımadığını veya isimlerini sorduğunuzda tam cevap almamız mucize. Elbet İstanbul, Ankara, İzmir gibi çok fazla sayıda milletvekili çıkaran iller değil kastımız. Orta halli, vekil sayısı 78, bilemediniz 910 olan iller. İlinin vekillerinden çoğu insan bihaber aslında. Peki, vekiller tanınmıyor ve bilinmiyor da bakanlarımızın durumu farklı mı? Bugün kaç bakanı tanıyoruz ismen? Açıklamalarıyla sık sık medyatik olan birkaç isim dışında kaçı bilinirlikte yüksek noktada? Hele hele artık o kadar sık değişiyor ki bakanlar da... Cumhuriyetin ilk bakanlarını halen hatırlarken... Hasan Fehmi, Kazım Özalp, Refik Saydam gibi... On yıl sonra bugünün kaç bakanını hatırlayacak insanımızın hafızası? Kuşkusuz çalışmalarıyla, kişiliği ile her daim saygıyla hatırlananlar olacaktır ve olmalıdır da... Sokağın gözünde ne mutludur ki bir yer edinebilen, hep şükranla anılan bakanlarımıza. Peki... Nereden bu konuya geldik? Malum, bizde siyasetin bir tarafı hep “yağlama” şeklinde gidiyor. Günümüzün yerel siyasetçileri bazen aşırıya kaçıp sınırsız komikliklere imza atıyorlar. İşte en sonuncusu. Gölpazarı Belediyesi, bir caddenin 18 yıllık adını değiştirerek caddeye “Bakan Fatih Dönmez” ismini vermiş. Bakanın ismi yetmemiş, caddenin adına “Bakan” sıfatı da girmiş. Hatta tabelayı bile devasa yapmışlar, fotoğraf ve biyografisi de cadde tabelasına eklenmiş. Bir bakanın ismi verilemez mi cadde veya sokağa? Verilir elbet. Ama bunu görevdeyken yaptınız mı, ne kadar hemşeriniz olursa olsun tuhaf kaçıyor. Gerek var mı? Bakanın buna ihtiyacı var mı? Her insan mutlu olur onore edilmekten fakat keşke şöy le deseydi bakan: “Ben görevimin başındayım, görevim biter, beni unutmazsanız eğer o zaman koyun ismimi.” Demiş mi? Dememiş. Fikrimiz o ki bu sonuç hiç de şık olmamış. Zira yeni bir sokak veya caddeye de verilmiyor isim, 18 yıllık bir cadde ismi değiştiriliyor. Yağcılık açısından gereksiz bir atak. Siyasiler, ne zaman bu tip hareketleri tasvip etmezler, gereksiz reklam, gereksiz şaşaa, gereksiz masrafın önüne geçerler; siyasete değil de mümkün olduğunca hizmete odaklanarak kendilerini vatandaşa adarlar, işte o zaman bazı hatalar düzeltilebilir hal alır. Demokrasilerde ve siyasi sahnede elbette unutulanlar çok fazla olsa da unutulmayacak isimler de vardır. Bu aynı neye benziyor biliyor musunuz? Öğretmen, doktor veya hâkim olmanıza... Nice emekli öğretmen vardır ki 50 yıl geçse de okul takviminin üzerinden unutulmaz. Nice hâkim vardır ki, 20 yıl önce emekli olmuştur, gördüğünüzde hâlâ önünüzü iliklersiniz. Nice doktor vardır ki hayat kurtaran dokunuşlarına bir ömür dua eder insan. Anılmak için tabelaya veya isme gerek yok. Yaptıklarınızla veya yapmadıklarınızla anılırsınız; iyi ya da kötü. Sayın Bakan, yerel belediyenin reklam ve yağcılığına prim vermiş, memnuniyetini dile getirmiş. Keşke tam aksini yapsaydı da “kaldırın kardeşim o tabelayı, caddenin ismini değiştirecek ne var” diye tepki gösterseydi de bu yazıda olumlu bir bakışa konu olsaydı. Yapmamış. Peki, üç gün sonra bir kararname ile görevden alınırsa o bakan veya herhangi bir bakan? Boşa düşen belediye veya yağcı belediyelerin hali komik olmayacak mı? Habire tabela mı değişecek? Başka iş kalmadı mı? Sokak, yani vatandaş, ilerleyen zamanda bir bakanı minnetle anıyorsa ve asıl gaye de bu olmalıyken daha ulvi bir amaç olabilir mi?
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle