18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
DİZİ EDİTÖR: ÖZGÜR ÖZKÜ TASARIM: ŞÜKRAN İŞCAN 921 MART 2019 PERŞEMBE Âşık Veysel’i ölümünün 46’ncı yılında saygıyla anıyoruz. 20’nci yüzyılın Yunus Emre’si diye de adlandırılan Veysel Şatıroğlu, yedi yaşında iki gözünü de kay SUNUŞ Doğduğu köye gidip geceledim. Hayattaki kızları ve oğlu ile yarenlik ettim. Güzel anılar dinledim. Adını Âşık Veysel’in koyduğu torunu betmesine karşın, gönül gözüyle her şeyi gördü ve birbi Lale’nin yıllardır gözü gibi sakladığı Âşık Veysel’in rinden güzel şiirler üretti. Aşktan doğaya, insan sevgisin Köy Enstitülerinde öğrencilerine yazdırdığı hatıra den eğitime, yurtseverlikten dünya vatandaşlığına kadar defterini elime alınca içimdeki duyguları anlatamam. yaşama dair her alanda dörtlükler yazdı. En güzel şiirleri Âşık Veysel’e dokunmuş gibi oldum. Âşık Veysel’e ni nerede yazdı? Köy Enstitülerinde. Okuma yazma bilmeyen bir öğretmen olarak öğrencileri sazla tanıştırdı. Onla atfen yazılan sayfalarda Köy Enstitülerinin ne kadar büyük bir eğitim kurumu olduğu bir kez daha orta Bayındırlı Yörük rın da üretmesini sağladı. O, Köy Enstitülerinde öğretirken öğrendi de. Ruhi Su’dan Bedri Rahmi Eyüboğlu’na onlarca ya çıkıyordu. Bu dizide Köy Enstitülerine ilişkin bölümde ağırlıklı olarak sözünü ettiğim araştırmadan Ali’nin Özbekistan’a dost edindi. Geçen sonbaharı ben de Âşık Veysel’le geçir bir kesit bulacaksınız. “Dostlar beni hatırlasın” diyen dim. Onun üzerine kitaplar okudum. Yaşamını araştırdım. Âşık Veysel’e sesleniyoruz, dostlar seni unutur mu? şık Veysel 21 Mart 1973’te, tam Âda gönlündeki gibi doğa uyan maya başladığında Sivas’ın Şarkış ‘Doğduğum yerlailçesiSivrialanköyündeyaşama tutunduğu onlarca gözünü, sabaha karşı 03.30 sıralarında yumdu. Vasiyeti üzerine ölümünden sonra bir tam gün evde bekletildi. “Azrail gelir gelmez hemen beni alıp toprağa götürmeyin. Bir gün evde kalayım” demişti. Ertesi gün köyün hemen mezarım olsun’ karşısındaki tatlı eğimli Ayıpınarı soğan seferi! Kamyon şoförü bir arkadaşım var. Ben ona Yörük Ali derim, o da bana “başkan” diye hitap eder. Arama saatleri değişir; kamyon şoförünün saati mi olur? Babamın mesleği olduğu için, kamyon şoförlerine ayrıca sevgi saygı duyarım. Zor iştir. Yörük Ali, çoğunlukla kamyoncu lokantalarında çevresi kalabalıkken arar. “Hoparlöre basıyorum” der, sonra sorusunu sorar. Bu, oradaki herkesin beni dinlemekte olduğu anlamına gelir. Yörük Ali İzmir’in Bayındır merasında toprağa verildi. ilçesinden. Küçük Menderes Türk bayrağına sarılı tabutunu ta havzasında iş bulup kalmak ister şıyanların hemen önünde oğlu Ah ama, zor. Koşullar onu bazen Irak’a met vardı. Elindeki irice dikdörtgen teypten Âşık Veysel’in sesi yükseliyordu: gönderiyor, Rusya’ya yük sardığı oluyor. Geçen gün aradı, “Özbekistan seferinden dönüyorum” dedi. Ben giderim adım kalır Dostlar beni hatırlasın Hayırdır! Çalıştığı TIR şirketi Özbekistan’dan soğan ithal etmiş, sarmış yükü Can kafeste durmaz uçar Mersin’e getiriyor. İran üzerinden 3 bin 500 kilometre gidiş, aynı yoldan Dünya bir han, konar göçer dönüş. Sınırlarda beklemek zorunda Ay dolanır, yıllar geçer kalmış, 14 gün sürmüş.  Dostlar beni hatırlasın HHH Yörük Ali’nin seferi tarımımızın Onun da önünde torunlarından biri tabutu taşıyanlara yön gösteriyordu. Toprak ıslaktı, kıştan bahara evriliyordu. Torun çok iyi ezberlemişti yolu. Ezberlemişti ama, yol da yol değildi. Köylüler gide gele iz bırakıp patika haline getirmişti, hepsi o geldiği noktanın özetidir.  Türkçemizde soğanla ilgili deyimlerin, türkü sözlerinin çoğu soğanın kolay bulunan, ucuz bir besin olduğu üzerinedir.  Türkülerdedir, “Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana...” Atasözlerindedir, “Günde gelen kadar. Nihayet taze kazılmış meza soğan gibi, yılda gelen sultan gibi rın başına geldiler. Âşık Veysel’i sa karşılanır...” zıyla birlikte mezara indirdiler. Sonra kendisinin dediği gibi yaptılar. Teypten kendi sesi yükseliyordu: Günlük dildedir, “Soğan ekmek yerim, kimseye dilenmem...” İşte o soğan yaban ellerden ithal ettiğimiz ürünler arasına katıldı. Ben gidersem sazım sen kal dünyada Gizli sırlarımı aşikâr etme... Üzerine, o çok sevdiği toprak kürek kürek atılırken sazı alıp dünyada bıraktılar. Âşık Veysel, vasiyetine tam uyu Kızları Zekine ve Hayriye ile Âşık Veysel’in mezarını ziyaret ettik. Işığın peşinde bir ömür Yılbaşında soğan ithalatında iki aylığına yüzde 49’luk gümrüğün kaldırıldığı açıklanmıştı. 28 Şubat’ta dolan süre 31 Mart’a kadar uzatıldı. Doğal olarak hemen bir sektör oluşmuş, soğan ithalatçılarına rehberlik eden aracılar devreye girmiş.  larak toprağa verilmişti. Orada, Ayıpınarı’nda toprağa kavuşmak istemesinin nedeni şuydu: Annesi Gülizar onu 79 yıl önce 1894’te, koyunların yaylada olduğu günlerde, eylül sonu ekim başında oracıkta doğurmuştu. Âşık Veysel, nasıl doğduğunu sormuştu annesine. Belki de sormadan anlatmıştı: “Koyunları sağmak için dağa gideyim dedim. Halime baktım, iyiydim. Daha doğmana vardı epey. Baban da evde yoktu. Çıktım evden, Ayıpınarı’na vardım. Birden sancılandım. Nasıl sancı, tarifi yok. Oracıkta çöktüm kaldım. Etrafıma bakındım, küçük bir çalılık var. Hemen oraya doğru yanaşıp çalının dibine yerleştim. Çok geçmedi, sen geldin. Çevreye bakındım, kimse yok. Göbeğini aldım, bir taşın üstüne koydum, öteki taşı üstüne vurdum da vurdum...” Âşık Veysel sanki o an doğmaktaymış gibi heyecanla dinlemişti annesini: “Göbeğinin tam kesildiğini gördükten sonra bir güzel önlüğüme sardım. İşte o sırada davara giden kadınlar geldi. Beni o halde görünce hemen yanıma koştular. Seni ağlar görünce rahatladılar. Demek ki, hayattaydın. Ee benim yüzüm de onları tedirgin edecek halde değildi de Âşık Veysel, tıpkı doğduğu yer gibi hep toprakla, ağaçla yaprakla, havayla suyla barışık yaşadı, iç içe yaşadı. On dokuzuncu yüzyılın sonu yirminci yüzyılın başı Anadolu’da doğumdan sonra hayatta kalmanın hiç de kolay olmadığı yıllardı. Bu yüzden de aileler “kaçı hayatta kalırsa” deyip, yapabildikleri kadar çocuk yapıyorlardı. Âşık Veysel’in babası Karaca lakaplı Ahmet 1894 sonbaharında bir oğlu olduğunu mahallenin çocuklarının muştusuyla öğrenince aklına ilk, daha önce doğumdan hemen sonra kaybettiği iki kız geldi. Âşık Veysel’den önce Ahmet baba ve Gülizar ananın üç çocuğu olmuştu. Onlardan bir tek Ali hayatta kalmıştı. İki kızı da çiçek hastalığından ölmüştü. Birer hafta bile yaşamamışlardı. Şimdi yaşama savaşı yeni doğan oğlundaydı. Adını Veysel koyacaktı. Arapça yoksulluk, muhtaçlık anlamına gelen Veysel’in tarihsel kökeni de vardı; Veysel, Hz. Muhammed’e çok yakın bir sahabeydi. Sıffin Savaşı’nda Hz. Ali’nin yanında savaşmış ve şehit düşmüştü. Aile AleviBektaşi’ydi; Ali’den sonra Veysel yakışırdı. İki kızdan biri yaşadı Âşık Veysel’den sonra Şatıroğullarının bir kızı oldu; o da çiçek hastalığından öldü. Bir kızı daha oldu; yaşadı. Adını Elif koydular. Bebek ölümleri o kadar yaygındı ki, aileler doğan çocuklarında bir süre ad bile Veysel, yeni giysisini kendisini çok seven komşuları Muhsine teyzeye göstermek istiyordu. Giydiği gibi sokağa fırladı. Yolun kıvrımları, taşı toprağı ona vız geliyordu. Koşarak gitti komşularına. Muhsine teyze onu sevdi, okşadı. Aynı hızla eve dönerken birden düştü, çamura bulandı. En son hatırladığı Kalktığını göremedi... Çiçek onu yedi yaşında yakalamıştı. Sol gözünü tümüyle kaybetti. Sağ gözü ışığı görüyordu ama ayrıntı seçemiyordu. Düştüğünde gözü kanlanmıştı; bu yüzden gözünün önünde en son kırmızıyı hatırlıyordu. Anne baba kahroldu... Tam da Veysel’i çiçek illetinden kurtardık derken, yedi yaşında onu da bulmuştu. Veysel’in sol gözünün feri tükenmişti. Bütün umut sağ gözündeki o beyaz ışıktaydı. Acaba o ışık genişler miydi? O yıl sağlık taraması yapan devlet görevlileri Veysel’in sağ gözünde perde olduğunu söylediler. Akdağmadeni’nde doktor vardı, ona götürürlerse o perdeyi alabilirdi. Eve bir sevinç yumağı düştü, herkese bir iyimserlik geldi. Tarla tokat işleri bitmezdi; bezle kapattı. Veysel, sanki kaldırınca görüverecekmiş gibi kahırlı bir umut içindeydi. Bezi kaldırdılar; gözde ışık yok... Odayı daha fazla aydınlattılar; gözde ışık yok... Yedi yaşına kadar her mevsimini ayrı sevdiği dünya artık karanlıktan ibaretti. Babası ilk aklına gelenleri söyledi: “Oğlum seni Beserek Dağı’na götüreceğim. Oraya Hızır gelecek. O senin gözüne elleriyle şöyle bir dokunacak, gözlerin pırıl pırıl görecek... Hatta eskisinden de güzel görecek... Beserek’e Hızır gelecek...” Doğuştan kör olsa, en azından o güzelim renkleri tanımamış olurdu, belki daha az kahrolurdu. Böyle olacağına keşke o da, öteki kardeşleri gibi bu karanlığı ta nımadan göçüp gitseydi. Böylesi düşünceler geçiyordu aklından. Kul Abdal’ım yalan dünya vefasız Alemde bir yâre düştüm devasız Sen bana yar olman behey vefasız Var kimin olursan ol şimden geri Gözleri görmüyordu ama gönül gözü binbir renkti. Bir yandan Yunus Emre’den, Pir Sultan’dan şiirler ezberliyor bir yandan sazıyla bedeninden bir parça gibi Türkiye’nin soğan üretimi 2 milyon tonun üstündeydi. Geçen yıl bu rakam 1 milyon 600 bine kadar düştü. Tarım editörü İrfan Donat’a göre, sadece önceki yıl para etmediği için üretici ekmedi, diye açıklanabilecek bir durum yok. Yanlış tohum, denetimsiz ekim, plansızlık, verimsiz hasat, kontrolsüz gübreilaç kullanımı... Bunlardan biri bile üretimi aksatmaya yeter, bizde hepsi var.  “YaTarım” Bakanı ne yapıyor? Arada demeç verip yan gelip yatmakla bu işler olur mu? HHH Yörük Ali soğanı Özbekistan’ın Maveraünnehir bölgesinden sardığını anımsıyor. Maveraünnehir, “iki nehir arasındaki toprak” demek. Seyhun ve Ceyhun ırmaklarının ortasında Kırgızistan ve Kazakistan’ın da ortak olduğu bereketli topraklar.  Oralardan Anadolu’ya göçüp yerleşince, Seyhun’u Seyhan diye, Ceyhun’u da Ceyhan diye Çukurova’da yaşatmışız. Şimdi seferi tersine yapıp oralardan soğan getiriyoruz. Yörük Ali’ye sordum; bizim soğanla fark var mı? Bizim soğan depodan çıktıktan sonra bir ay dayanıyormuş, Özbek soğanı 15 gün. İyi depolamak gerekiyormuş. O zaman da adın stokçuya çıkıyor, terörist oluyorsun! mek ki... Onları görünce ben de ra vermiyorlardı. Biraz canlanır, yaşama tu Karaca Ahmet, bütünleşiyordu. hatladım. Ben ayağa kalkmaya yö tunacağı anlaşılırsa ad veriliyordu. Çiçek oğlu Veysel’i nelince, hemen dibime çökmüş olanlar da sevinerek kalktılar...” Gülizar ana o günü ölümcül hastalıkların başında geliyordu. Kırmızı kabarcıklar irin doluyor, ateş yükseliyor, devamında kusma geliyor ve bebek eriyip gidiyordu. Bulaşıcı olduğu için alacaktı, ilk fırsatta Akdağmadeni’ne gidecekti. ELİF, ELİ AYAĞI OLMUŞTU unutmadı Âşık Veysel de doğrulur gibi oldu, annesini dinlerken. Devam etti Gülizar ana: “Kadınlarla birlikte usul usul eve her yaşta başa bela olabiliyordu. Bebeklikte ucu ölümdü. İleri yaşlarda gözleri kör edebiliyordu. Gülizar ana, Karaca Ahmet baba üç yavrularını daha kucağa almadan kaybettikten sonra Veysel’in sağlıklı büyü Veysel zaten alışamamıştı gün 24 saat karanlığa. Arkadaşlarını, ağaçlarını, keçilerini, toprağı, çiçekleri gör Tümüyle içe kapandı Veysel. Arkadaşlarıyla uyum sağlayamıyordu. Onların içinden iyi niyetle yardımcı olmaya çalışanlar çıksa bile ne oyunlarına katılabiliyordu korusun ince hastalığa kapılırdı. Ne yapmalı etmeliydi de Veysel’i hayata bağlamalıydı... Baba Karaca Ahmet, içinden geldiği kültürün de etkisiyle, Veysel’i sazla tanıştırmanın en iyi yol oldu geldik. Hepimizin yüzü gülüyordu. Sen dünyaya gelmiştin, hayattaydın. Doğumdan sonra seni kucağa almak, ağlayışını dinlemek, hayatta olduğunu bilmek çok güzeldi...” Gülizar ana o gün Ayıpınarı otlağından bebeğini bağrına basıp yürüyerek eve gelişini hayatı boyunca unutmadı. Yaz bitmiş, sonbahar geliyordu. Koyunların sütünü sağmaya giderken süt vereceği Veysel bebeği bağrına basıp eve getirmişti. İşte Gülizar ananın Âşık Veysel’i doğurup eve getirdiği yol, Âşık Veysel’in ölümünde cenazesinin evden çıkarılıp mezarına götürüldüğü yol oldu. mesinin mutluluğu içindeydi. Veysel, Orta Anadolu’nun bütün özelliklerini gösteren, Kızılırmak’ın suladığı, dağ eteklerinden ovaya toprağın bereketini esirgemediği bir coğrafyada güzel bir çocukluk geçirdi. Derelerden atladı, ağaçlara tırmandı. Baharda tarlalardan sarı çiğdem çiçekleri topladı. Hatta güneş de topladı... Hiç unutamadığı çocukluk anlardan biriydi... Beş yaşında mı neydi. Güneş vuruyordu yüzüne. Sonra avcunu açtı, güneş doldu. Babasına seslendi: Babaa, avuçlarımda ışık doldu... Babası takıldı: Topla getir hepsini... Veysel, ışıklı avcunu yumup babasına koştu. Yanına varıp açtığında avuçlarında mek istiyordu. Usul usul renkler siliniyordu belleğinden. İşte bir umut belirmişti. Bir an önce Akdağmadeni’ne gidip o doktora görünmeliydi. Ahırda anne ineğin sütünü sağarken, baba büyükbaş hayvanlara düzen verirken ne olduysa oldu, öküzün boynuzu mu, babanın kullandığı sopanın ucu mu Veysel’in ışıklı gözüne son darbeyi vurdu? O ışık da gitmişti. Komşular, akrabalar eve doluştular. Gülizar ana ne onlarla koşup köyün bir ucundan öteki ucuna koşabiliyordu. İki kişiye nazı geçiyordu; anacığı Gülizar, kız kardeşi Elif. Gülizar ana teselli sözlerini bitirmişti. Artık ne diyeceğini bilemiyordu. Daha ikinci cümlede tutturuyordu Veysel: “Diktiğim kavak ağacının büyüdüğünü göremeyecek miyim? Yapraklarını seyredemeyecek miyim? Benim çebiçlerin nerede?” Elif, Veysel’in eli ayağı olmuştu. Hiç yüksünmeden ne derse yapıyor, nereye gidelim derse eşlik ediyordu. Babanın derdi daha başkaydı. Bu günler belki de Veysel’in iyi gün ğunu düşündü. Sivrialan’la Şarkışla arasından Ortaköy’deki Mustafa Abdal tekkesinde sazla, sohbetle tanışıklığı vardı. Oğluna bir saz aldı. Veysel çok sevdi sazı. Tekkedeki sazlı sohbetlere katılıp aynı zamanda şiirler ezberledi. İlk ezberlediği şiiri 70’inde bile anımsıyordu. Kul Abdal’dandı: Kul Abdal’ım yalan dünya vefasız Âlemde bir yâre düştüm devasız Sen bana yar olman behey vefasız Var kimin olursan ol şimden geri Gözleri görmüyordu ama gönül gözü binbir renkti. Bir yandan Yunus Emre’den, Pir Sultan’dan şiirler ezberliyor bir yandan sazıyla Âşık Veysel öyle istedi. “Benim gölgeden başka bir şey yoktu. Veysel’in gözünü beyaz bir leriydi; büyüyecek akranları as bedeninden bir parça gibi bütün cenazemi evden alın” dedi. “Anamın Babası gülümsedi; Veysel yeniden tuta kere gidecekti, sonrasında yuva leşiyordu. doğurup eve getirdiği yoldan doğduğum yere getirin, orada toprağa verin. Mezarım, doğduğum yer olsun.” cağım deyip, koşarak dışarı çıktı... Yedi yaşındaydı... Annesi ona güzel bir entari dikmişti. Âşık Veysel’in 37 yaşında çekilen ilk fotoğrafı. (Sivas Âşıklar Bayramı) kurmak gerekecekti... Bunlardan öte böyle içe kapanıklıkla Allah SÜRECEK C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle