24 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
bilim ve teknoloji Herkese Bilim Teknoloji Dergisi’nin katkılarıyla hazırlanmıştır. TASARIM: İLKNUR FİLİZ 92 MART 2019 CUMARTESİ İntikam işe yarayanİnsanlar genelde eşitsizlik ve haksızlık karşısında duydukları huzursuzluğu bastırıyorlar bir duygu mu? Haksızlığa uğradığımızı düşündüğümüzde öfke duyarız değil mi? Çoğu zaman bu haksızlığa bir tepki gösterme eğiliminde oluruz. Bu kimi zaman kendi uğradığımız bir haksızlık olur, kimi zaman başkalarının uğradığı haksızlığa şahit olmak... Hatta çoğu zaman bu öfke, intikam duygularımızı da kabartır. “Bunu onun yanına bırakmayacağım” türü düşünceler geçer aklımızdan. Ancak çoğu zaman insanlar intikam almayı kafalarından geçirseler de, öyle bir davranışın sonuçta kendilerini pek de mutlu etmeyeceğini düşünürler. Boston Üniversitesi’nden klinik psikiyatr Dr. Ellen Hendrikson her birimizin doğuştan adalete programlanmış olduğu yönünde şaşırtıcı bir gerçeği açıklığa kavuşturuyor. Hendrikson’a göre , insanlar genellikle adaletsizlik, eşitsizlik ve haksızlık karşısında duydukları huzursuzluğu bastırmaya çabalıyor ve intikam almaktan kaçınıyorlar. Nitekim, bu durum ruhbilimde adalete duyarlılık adı verilen bir kişilik özelliği, kişinin adaletsizlik karşısındaki farkındalığı ve tepkiselliği olarak tanımlanıyor. Bir başka deyişle, bireyin duyargalarının yozlaşma, eşitsizlik, haksızlık ve genelde aldatılma ya da tuzağa düşürülme Deneyimli ruhbilimci Dr. Ellen Hendriksen her birimizin doğuştan adalete programlanmış olduğu yönünde şaşırtıcı bir gerçeği açıklığa kavuşturuyor. durumlarına ne denli iyi ayarlanmış olduğunun bir göstergesi. Adalete duyarlılığın 4 türü Gerçekte, adalete duyarlılığın dört farklı türü bulunuyor. İlk türü haksızlığa uğrayanın adalete duyarlılığı olarak biliniyor. Bireyin aldatılmadığından emin olmak için sürekli tetikte beklemesi durumu. Bu uyanık olma, tetikte bekleme durumuna çoğu zaman öfkeyi ve intikam alma yönünde bir eğilimi de beraberinde getiriyor. İkinci tür gözlemleyenin adalete duyarlılığı ve kişinin başkalarına yöne lik haksızlıklara tanık olduğunda olaya doğrudan karışmaksızın duyduğu öfke olarak tanımlanıyor. Hendrikson buna örnek olarak ABD’de yakın geçmişte yaşanan örneklerinden biri olarak , ABD hükümeti tarafından sınırda birbirlerinden zorla ayrı kılınan göçmen ailelerin uğradıkları haksızlığa karşı çıkmak amacıyla gerçekleştirilen kitlesel protesto eylemlerini gösteriyor. Üçüncü tür, kişinin haksız edimlerinden ötürü duyduğu suçluluğu hafifletmek, ya da işleri yoluna koymak için kendini suçlama eğilimi biçiminde tanımlayabileceğimiz, suçlunun adalete duyarlılığı. Örneğin, ABD’nin Utah eyaletinde yaşayan ve araba kullanırken bir yandan da cep telefonundan ileti gönderdiği için iki kişinin ölümüne neden olan Reggie Shaw adlı kişi o gün bugündür ülkeyi baştan başa dolaşarak araba kullanırken dikkatin dağılması durumunda ortaya çıkabilecek olumsuzluklar konusunda insanları uyaran konuşmalar yapıyor. Dördüncü tür de, kişinin haksızlığın caydırıcı etkisinden birtakım yararlar sağladığı durumlar yaşadığı yararlananın adalete duyarlılığıdır. Söz gelimi, oyuncu Benedict Cumberbatch yalnızca birlikte oynayacağı kadın oyunculara kendisininkine eşit bir ücret ödemeyi kabul eden projelerde yer alabileceğini belirttiğinde gazetelere haber oldu. Adalete duyarlılığın bu dört türü arasındaki en önemli farklılık, ilk tür olan haksızlığa uğrayanın adalete duyarlılığının kişinin kendisine odaklı bir durum iken, öteki türlerin başkalarına odaklı olması. Adaletsizlik her birimizde farklı bir yankı uyandırabilir. Ancak hepimizin doğuştan bu duyguya sahip olduğu da bir gerçek. Derleyen: Rita Urgan Does Revenge Work? Our Minds on Vengeance Scientific American Online/ 29 Ağustos 2018 Alıştırma yaparak daha iyi duymak mümkün İlerleyen yaşla birlikte duymak zorlaşıyor. Ve yaşa bağlı olarak zayıflayan yalnızca kulağımız değil, uzun vadeli bir araştırma sonucuna göre beynimiz de duymak için daha fazla zorlanıyor. Fakat alıştırma yaparak daha iyi duymak mümkün. Zürih Üniversitesi’nde çalışan bir grup nöropsikolog beyinde yaşlılığa bağlı işitme kaybını inceledi. Nathalie Giroud ile çalışan ekip, ilerleyen yaştaki beynin, konuşmaları ne şekilde işlediğini öğrenmek istiyordu. İşitme kaybı eskiden sadece içkulaktaki bir zayıflamaya bağlanıyordu. Ancak bilim artık beynin de normal yaşlanma sürecinde, konuşmaları daha kötü işlediğini biliyor. Bundan yaşlı insanlarda işitme korteksinin incelmesi sorumlu. Giroud, beynin, konuşmalara tepki verirken ne derece “zorlandığını” ölçmüş. Araştırmaya katılan 45 yaşlı ve 15 genç gönüllü tekrarlanan aralıklarla örneğin “aşa” ve “afa” gibi heceleri en zor koşullarda birbirinden ayırt etmek zorunda oldukları bir işitme testinden geçirilmiş. Bu şekilde genç insanlarda beynin daha az zorlandığı görülmüş. Oysa işitme kaybı olmayan yaşlı insanlarda daha fazla beyin hücresi etkinleşiyordu. İşitme kaybı olan katılımcıların beynindeki “zorlama” ise çok belirgindi. Diğer bir sonuca göre katılımcılar üç aylık inceleme sırasında, alıştırmalar sayesinde duyma yetilerini iyileştirebilmişler. Ayrıca işitme cihazı kullanmak için de alıştırma yapmak şart. Birçok insan işitme cihazı takınca hemen daha iyi duyacağını zannediyor, oysa beynin en az 12 haftalık bir alış(tır)ma süresine ihtiyacı var. Ve yeni işitme cihazının günde en az 12 saat kullanılması gerekiyor. Genç beyin gibi yaşlanan beynin de konuşmayı daha iyi anlamayı öğrenebildiği bilgisi, bizim için çok önemli. Kaynak: www.sonova.com/de/features/horenwirdfurdasgehirnimalteranstrengender Kasların bile belleği var Daha önce yapılan spor alıştırmaları kaslarda iz bırakıyor ve bu izler sonra daha güçlü bir büyümeyi motive ediyor. Yani kaslar geçmiş deneyimlerini hatırlıyorlar. İster koşma olsun isterse spor salonunda yapılan beden hareketleri olsun, bir kez spor yapan kişiler kaslarımızın ne kadar uyumlu olduğunu bilir. Düzenli olarak çalıştırıldıklarında büyürler ve güçlenirler. Fakat örneğin hastalık nedeniyle spora ara verildiğinde kasların gücü de zayıflar. Hatta birkaç gün yenilen yağlı ve sağlıksız yemekler bile kas hücrelerinin metabolizmasını altüst edebilir. Peki belli bir aradan sonra kaslar yeniden çalıştırılınca neler oluyor? Geçmişteki deneyimler kasların büyümesini ve güç kazanmasını etkiliyor mu? Bu konuyu araştıran Keele Üniversitesi’nden Robert Seaborne ve ekibi ilk kez ‘kas belleğiyle’ ilgili kanıtlar buldu. Araştırma çerçevesinde 8 genç erkek yedi hafta boyunca yoğun olarak antrenman yaptıktan sonra yedi hafta ara verdi. Sonra yine yedi hafta spor yaptı. Bu üç evrede katılımcıların kas kütlesi ve kas gücü kontrol edildi. Beklenildiği gibi spor alıştırmalarının yararları kendini belli etti. Katılımcıların bacak kasları ilk yedi haftada yüzde 6.5 oranında kütle kazanırken, kasların gücü de yüzde 9.3 kadar arttı. Spora ara verildiğinde ise hem kas kütlesinin hem de gücünün zayıfladığı görüldü. Ama asıl sürpriz yedi haftalık ikinci antrenman evresinde yaşandı. Bu zaman zarfında katılımcıların kaslarının 2 misli büyüdüğü saptandı. Kasların kütlesi yüzde 12 oranda büyürken, gücü de yüzde 18 arttı. Anlaşıldığı üzere daha önce yapılan spor alıştırmaları kaslarda iz bırakıyor ve bu izlerse daha sonra daha güçlü bir büyümeyi motive ediyor. Yani kaslar geçmiş deneyimlerini hatırlıyor. Human Skeletal Muscle Possesses an Epigenetic Memory of Hypertrophy, Scientific Reports, 30.01.2018. Süreç nasıl işliyor? Bu sürecin nasıl işlediğini öğrenmek isteyen bilim insanları üç evrede gen etkinliğinin ve epigenetik DNA metilasyon analizi için doku örnekleri aldılar. Bunlar genelde metil gruplarından oluşan küçük moleküllerdi. DNA’daki 850.000 bağlantı noktasının karşılaştırılması sonucunda araştırmacılar, ilk antrenmanların, kas hücresi DNA’sının büyük bir kısmını epigenetik metilasyondan temizlediğini gösterdi. Bunun sonucunda gen etkinliği de yükseliyor. Ve bu değişimlerse spora ara verildiği zaman da önemli ölçüde kalıcı oluyor ve ikinci spor evresinde daha da güçleniyorlar. Belli bir aradan sonra yeniden spora yapmaya başlandığında bu epigenetik değişimler gen etkinliğini ve kas büyümesine daha fazla tetikliyorlar. bilimin merceğinden Mühendisler... Bu yıl Vehbi Koç Ödülü’nü kazanan Prof. Dr. Mehmet Toner’in ilginç bir akademik kariyeri var. Lisans eğitimini İTÜ’ne Makine Mühendisliğinde almış, doktorasını Harvard MIT Sağlık Bilimleri ve Teknolojisi Fakültesi’nde Tıbbi Mühendislik alanında tamamlamış. Halen Shriners Çocuk Hastanesi’nin kıdemli bilim kadrosu üyesi olmasının yanında, Medikal Mühendisliği Merkezi ve NIH Biyomikroelektromekanik Sistemleri Araştırma Merkezi’nin kurucu ortaklarından. Aynı zamanda Massachusetts Hastanesi’nde ‘Fizikçiler için Biyomedikal Mühendislik Araştırma ve Eğitim Programı’nın direktörü. Geliştirdiği mikroçipler ile kandaki kanserli hücrelerin çok kısa bir süre içinde teşhis edilmesini sağlayan dünyaca ünlü bilim bir insanımız. Türkiye’de yetişti ama birçok ünlü bilim insanımız gibi o da yurtdışında yaşıyor, araştırmalarını ABD’de sürdürüyor. Bunları niye anlatıyoruz? Günümüzde hem eğitimde hem de iş yaşamında disiplinler arası çalışmaların artık son derece önemli olduğunu bir kez daha vurgulamak için. Yaşamlarımızı hızla değiştiren dönüştüren sağlıktan, enerjiye, ulaşımdan, gıdaya onlarca yeni gelişme, yeni icat var. Ve bunların arkasında da bilimsel bilgiyi teknolojiye ve ürüne çeviren mühendisler. Ve ne yazık ki Türkiye’de nitelikli işgücünün değersizleştirilmesinden en çok etkilenen kesim de mühendisler. Beyin gücü içinde mühendisler ön sırada. Müfit Akyos birkaç hafta önce Herkese Bilim Teknoloji Dergisinde “Mühendisler Hep Vardı” başlıklı yazısında yurtdışına mühendis göçünün nedenleri olarak “sanayimizin düzeyinden, eğitim sürecine, piyasa mekanizmasının kuralsızlığından mühendislerin örgütsüzlüğüne kadar çok nedeni sıralıyor. Ve ekliyor: Teknolojideki gelişmeler hangi düzeye (bilişim, otomasyon, robotlaşma vb) erişirse erişsin sürecin en önemli unsuru ‘beyni ve yaratıcığı’ ile mühendis olacaktır”. Bir ülke kendi geleceğini işte böyle harcıyor; kendi yetiştirdiğimiz yaratıcı beyinlerimizi ülkede tutacak ekosistemi yaratamıyoruz. Müfit Akyos “yüksek hızlı, analog dönüşümün babası” olarak kabul edilen, tıbbi tomografi ve diğer yüksek hassasiyetli cihazlarda olağanüstü buluşların ustası sayılan, kurduğu öncü firmalarda yüzlerce ürün ve patentin geliştiren Bernard Gordon adına ABD Ulusal Mühendislik Akademisi tarafından 2007 yılında bir programı örnek olarak gösteriyor: Yeni nesil endüstri öncülerini ve liderlerini yetiştirmek için başlatılan Gordon Mühendislik Liderlik Programı. Ve bunun yanı sıra Gordon Mühendislik ve Teknoloji Eğitiminde Yenilik Ödülü. Ödül rakamı da az buz değil; 500 bin dolar. Düşünsenize bir; bırakın mühendis eğitimini, “geleceğin mühendis liderlerinin yetiştirilmesi” için yapılıyor bütün bunlar... Bilmem buradan çıkartılacak bir ders olabilir mi? Özlem Yüzak Havacılık ve uzay meraklısı çocuklara atölye Pera Müzesi Öğrenme Programları, Bilim ve Teknoloji Haftası’nı, Merak Makinesi Atölyesi ile kutluyor. Havacılık ve uzay alanlarına ilgi duyan 912 yaş grubuna yönelik düzenlenen atölyede çocuklar, geri dönüşüm malzemelerinden helikopter ve hava gücüyle dönen makine tasarlama imkânı buluyor. Atölye ile çocukların, araştırma becerilerini geliştirmeleri ve kendilerini geleceğin birer mucitleri, bilim insanları ve mühendisleri olarak hayal edebilmeleri hedefleniyor. Pera Müzesi Öğrenme Programları, 16 Mart Cumartesi günü 14.00 16.00 saatleri arasında bu alana ilgi duyan tüm meraklı çocukları, Merak Makinesi Atölyesi’ne bekliyor. Gezegenimizdeki biyokütlenin yüzde 90’ından fazlasını bitkiler ve bakteriler oluşturuyor. Ekosistemde insanın payı yüzde 0.01 Bilim insanları da dahil olmak üzere hiçbirimiz büyük resmi göremiyoruz. Bahsedeceğimiz enformel anket bunun en büyük göstergesi; elit üniversitelerdeki ekolog ve biyologlara iki soru soruldu. Bu sorulardan birisi, Dünya’nın daha çok hayvanlardan mı bitkilerden mi yoksa bakterilerden mi oluştuğu; bir diğer soru ise karada mı yoksa denizde mi daha fazla canlı kütle (biomass) olduğuydu... Ne acı ki, soru sorulanların büyük çoğunluğu, ekolog ve biyolog olmalarına rağmen doğru cevapları veremedi. Bilginin parmağımızın ucunda olduğu günümüz dünyasında bu büyük bir boşluk olarak göze çarpıyor. İsrail’deki Weizmann Enstitütüsü’nden Profesör Ron Milo, kendi enstitüsündeki ve Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’ndeki meslek taşlarıyla birlikte, bu bilgi boşluğundan yola çıkarak bir çalışma gerçekleştirdiler. Dünya üzerinde yaşayan canlı kütlenin tespit edilmesine yönelik bu çalışma, Amerikan Ulusal Bilim Akademisi’nin resmi yayın organında (ANAS) yayımlandı. Yıllar süren çalışmada yüzlerce makale tarandı, birbirine entegre edildi ve isteyen herkesin ulaşabilmesi için her adımı erişime açık olarak paylaşıldı. Bulgular şu şekilde: Öncelikle bütün karada, okyanuslardakine oranla 80 kat daha fazla biyokütle var. Ve bitkiler, gezegenimizdeki bütün canlı kütlesinin yaklaşık yüzde 8090’ını oluşturuyor. Buna karşın hayvanların biyokütledeki payı yalnızca yüzde 0.05. İnsanın esamisi bile okunmuyor: sadece yüzde 0.01. Bir başka deyişle, yumuşak çalardan, virüslerden ve halkalı solucanlardan daha azız. Bir de üzerine doğadan büyük olduğumuzu ve doğanın hâkimi olduğumuzu söylüyoruz. Ne komik ama! Biyokütledeki payımız bu kadar küçük olmasına rağmen oynadığımız rol çok büyük: Sadece birkaç bin yıldır var olduğumuz gezegende tarım ve mera alanı açmak için doğayı talan ediyoruz, gezegenin sağlığını tehdit ediyoruz. Profesör Milo, içinde bulunduğumuz “insan çağı”nda (antropocene), çocuklarımızın sağlıklı olması ve doğal yaşam alanlarının tadını çıkarması için gerekli çözümlerin basit olmadığını; yediklerimizi ve ürettiklerimizi değiştirmemiz gerektiğini söylüyor. Zira tarım ve mera arazisi kullanımı, ormansızlaştırmanın ve hayvan türlerinin yok olmasının en büyük sebebi... C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle