18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 8 ARALIK 2019 PAZAR [email protected] TASARIM: İLKNUR FİLİZ OLAYLAR VE GÖRÜŞLER NATO zirvesinin düşündürdükleri Türkiye’nin NATO zirvesinde bu örgütün terör örgütü olarak nitelendirilmesini istemeye hakkı vardı. Ancak bu talebimiz kabul edilmedi. ONUR ÖYMEN EMEKLI BÜYÜKELÇI NATO’nun kuruluşunun 70. yıldönümü Londra’da düzenlenen zirve toplantısıyla kutlandı. Toplantıdan kısa bir süre önce Fransa Cumhurbaşkanı Emanuel Macron’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” sözleri zirveye damgasını vurdu ve Türkiye dahil birçok ülke tarafından eleştirildi. Zirvede Türkiye’nin ittifaktan terörle mücadele konusunda daha aktif bir rol oynaması talebi ön plana çıktı. Türkiye NATO’nun, Suriye’de faaliyet gösteren YPG’yi bir terör örgütü olarak tanımasını istiyor, aksi takdirde Baltık ülkeleri ve Polonya’nın savunma planlarını veto edeceğini söylüyordu. Amerika’dan silah yardımı Aslında Türkiye’nin dosyası sağlamdı ve tezleri kuvvetliydi. Amerika’nın resmi tutumu PKK ile PYD/YPG arasında bağlantı olmadığı yolundaydı, ama aynı ülkenin eski Şam Büyükelçisi Robert Ford The Atlantic dergisine 11 Mayıs 2017 tarihinde yazdığı makalede Osman Öcalan’ın sözlerine atfen PYD/ YPG’nin PKK tarafından Kandil dağında kurulduğunu, KCK’nin üyesi olduğunu bildiriyor ve PKK ile bu örgüt arasındaki işbirliğini somut örnekleriyle ortaya koyuyordu. Barzani de PKK ile PYD/YPG’nin aynı örgüt olduğunu söylüyordu. Bu örgütün Moskova’daki ofisinin duvarında Abdullah Öcalan’ın portre si vardı. Uluslararası Af Örgütü 2015 Ekimi’nde PYD/YPG’yle ilgili olarak yayımladığı raporda bu örgütün işgal ettiği köylerdeki bütün evleri yıkarak o köylerde oturanların geri dönmelerini imkânsız hale getirdiğini, bunun bir savaş suçu olduğunu yazıyordu. İşte böyle bir örgüt Amerika ve bazı Avrupalı NATO üyeleri tarafından “müttefik” olarak sayılıyordu. Amerika geçen yıl bu örgüte yüz milyonlarca dolarlık yardım yapmış, binlerce TIR dolusu silah göndermişti. Türkiye’nin talebine red Amerika PYD/ YPG’nin IŞİD’in Suriye’den tasfiyesinde önemli bir rol oynadığını iddia ediyordu. Amerika’nın bir terör örgütünü tasfiye etmek için başka bir terör örgütünün desteğine ihtiyaç duyması hazindi ve Birleşmiş Milletler’in ve NATO’nun şimdiye kadar kabul ettiği ilkelere aykırıydı. Kaldı ki, BBC 14 Kasım 2017 tarihinde yayımladığı bir röportajda YPG’nin, Rakka’nın tahliyesi sırasında silahlı IŞID mensuplarına yardımcı olduğunu bildiriyordu. Türkiye’nin NATO zirvesinde bu örgütün terör örgütü olarak nitelendirilmesini istemeye hakkı vardı. Ancak bu talebimiz kabul edilmedi. Sonuç bildirisine genel ifadelerle NATO’nun teröre karşı savaşa bağlılığı konusunda geri adım atmadığı, terörü yenmek için birlikte daha güçlü adımlar atmakta olduğu yo lunda bir ifade konulmasıyla yetinildi. Bu ifadenin, Türkiye’nin dışındaki NATO ülkelerinin maalesef terör örgütü saymadıkları PYD/YPG’yi kapsamadığını anlamak için NATO uzmanı olmaya gerek yoktu. Veto hakkı Peki nasıl oldu da bu durumda Türkiye Baltık ülkelerinin ve Polonya’nın savunma planlarını engelleme kararından vazgeçti? Türkiye’yi kim, hangi gerekçelerle buna ikna etmişti? Bazı basın kaynaklarında yer alan haberlere göre, Amerika, Türkiye Baltık ülkelerinin ve Polonya’nın savunma planlarını engellemekte ısrar ederse, NATO’nun Türkiye ile ilgili olarak 2016 yılında kabul ettiği savunma planlarını engelleyebileceğini söylemişti. Toplantı sırasında Türkiye’ye övücü sözler söyleyen Başkan Trump perde arkasından böyle tehditkâr yöntemlere başvurmuş olabilir miydi? İkili görüşmelerde nelerin konuşulduğunu bilmeden bu soruya cevap vermek kolay değil. Ancak Amerika’nın son aylarda ülkemize karşı medyalar aracılığıyla tehdit edici söylemlerde bulunduğu da hatırdan çıkarılmamalıdır. Herhalde NATO zirvesinde alınan kararın beklentilerimizin gerisinde kalması, İttifakın temel ilkeleri olan dayanışma ve ortak güvenlik çıkarları kavramlarına zarar vermiştir. Her şeye rağmen, Türkiye veto hakkını kullanarak Baltık ül keleri ve Polonya ile ilgili planları askıya aldırabilir miydi? NATO antlaşması bütün kararların üye ülkelerin oybirliği ile alınmasını öngördüğü için bu mümkündü. Örneği var mıydı? Vardı. 1999 yılında Washington’da düzenlenen NATO zirvesinde Türkiye, AB ülkelerinin Avrupa Ordusu kurulurken NATO imkânlarından yararlanma talebini, ancak o orduda Türkiye’nin de etkili bir rol oynaması kaydıyla destekleyebileceğini bildirmişti. AB üyesi olmayan NATO ülkeleri Amerika, Fransa ve İngiltere tarafından ikna edilmiş ve Türkiye tek başına kalmıştı. NATO’dan geri adım Türkiye’nin Avrupa ordusunda etkin bir rol almaktan dışlanması güvenlik çıkarlarımıza zarar verecekti. Cumhurbaşkanı Demirel, Washington’da İngiltere Başbakanı Tony Blair ile yaptığı görüşmede “Böyle bir kararı halkıma anlatamam,” dedi. Tony Blair, büyükelçisine dönerek “Cumhurbaşkanı haklı. Halkına anlatamayacağı bir kararı Türkiye’ye dayatamayız” diyerek zirvede Türkiye’yi de tatmin edecek bir formül üzerinde anlaşılmasının yolunu açtı. Böylece, Türkiye yalnız bırakıldığı bir konuda NATO’nun geri adım atmasını sağlamış oldu. Kuşkusuz son NATO zirvesinden önce, bazı NATO ülkeleri PYD/YPG’nin terör örgütü olduğuna ikna edilebilmiş ve dünya medyalarında bu konudaki görüşlerimiz yansıtılabilmiş olsaydı zirvede sonuç alma şansımız daha yüksek olabilirdi. Büyük bir acının ardından DR. TÜLAY ARIN Bugün yine acının derinden dağladığı yüreklerimizde, tepki dolu olarak, bu kez Tütengil Hoca’nın nâşı başındayız. Ama gün, ağıt günü değil, ortak duygu, düşünce ve tepkileri, Onun anısına yaraşır biçimde dile getirme günü. İstanbul Üniversitesi ve İktisat Fakültesi asistanları adına böyle bir yaklaşımla kısa bir değerlendirme yapacağım. Cavit Orhan Tütengil, son iki buçuk yıldan bu yana silahlı saldırı ile öldürülen yedinci bilim adamı. Onun daha önce öldürülen Ümit Yaşar Doğanay’la, Fikret Ünsal, Necdet Bulut, Bedri Karafatıoğlu, Bedrettin Cömert ve Orhan Yavuz’la ya da öldürülmek kastı ile saldırıya uğrayan Server Tanilli, Yavuz Sanalan ve diğerleri ile tek ortak yanı bilim adamı oluşu değildir. Onlar daha önemli ortak bir niteliğe sahipti. Demokrat ve ilerici idiler. Demokrasiye, özgür düşünceye ve bilime inanmışlardı. Çağa ve Türkiye’ye bakışlarının, yaklaşımlarının temel öğeleri bu inançtan kaynaklanıyordu. ‘Hakikati arama aşkı’ Tütengil Hoca’nın değişik tarihlerdeki yazılarından aşağıya aktardığım cümleler Onun bu inancını kanımca, belirgin olarak ortaya koyuyor. Tütengil “Özgür düşünce ortamı”nı üniversite çalışmaları bakımından zorunlu görüyor ve şöyle söylüyordu, “Her türlü araştırma özgür düşünce ortamını zorunlu kılar. Gerçeklere yönelmek, objektif metotlarla yapılan inceleme ve araştırma sonuçlarını kamuoyuna açıklamak da ancak özgürlük ortamı içinde mümkündür... Fakat hepsinden önemli olan hakikati arama aşkıdır.” Ona göre şu cümleler önemli bir gerçeği dile getirmektedir, “Bilginin iyi bir şey olduğu inancının kabul edilmesi bilimin ahlaki özelliğini göstermeye yeter. Eğer bilgi bir değer teşkil ediyorsa o halde bilgi edinmeyi tehlikeye sokan bütün faktörler istenmeyen şeylerdir...” (Sosyal Bilimlerde Araştırma ve Metot’dan 1978) O, özgürlük ortamı içinde araştırma yapması gereken Üniversitenin “halka dönük” olmasını savunuyor ve bu kavramdan ne aldığını şu satırlar ile dile getiriyordu, “Söylemeye lüzum yok ki, üniversitenin halka dönük olması bazı vesilelerle kapılarını halka açmak Cavit Orhan Tütengil’i katledilişinden 40 yıl sonra, 2009’da kaybettiğimiz değerli meslektaşı Prof. Dr. Tülay Arın’ın İktisat Dergisi, Ocak 1980, Tütengil Özel Sayısı’na yazdığı makale ile anıyoruz. la, halkın ayağına gitmekle veya bilim verilerini sözle ve yazı ile halka yaymakla sağlanamaz. Bunların yanı sıra Türkiye’nin sorunlarına eğilmek öğrencilerle birlikte yurdu tanımak ve incelemek, kabiliyetli fakat maddi olanaklardan yoksun halk çocuklarına üniversitelerin kapılarını daha cömertçe açmak ve yetiştiricigeliştirici kurslarla Türk toplumunun genel seviyesini yükseltici çalışmalarda, yayınlarda bulunmak da gerekir. Ancak, bunlar gerçekleştirildikten sonra bugün sırtı halka dönük olan üniversitelerimiz “Halka dönük üniversite” niteliği kazanabilirler. Bu yalnız görev anlayışının değil varlık sebeplerinin de icabıdır.” (1969) Tütengil Fransa’da 1960’larda dinlediği “Sömürge Sosyolojisi” kuramlarının karşısına “Azgelişmenin Sosyolojisi” ile çıkıyor ve “Türkiye’nin azgelişmişler dünyasındaki rolünü ve yerini” göstermek istediği bu çalışmasında, azgelişmeyi yenmenin yolunu şöyle çiziyordu, “Bunun için yapılacak şey toplumun bütün sosyal kurumlarında ve işleyişlerinde uyumlu bir bütünü götürecek ‘ortak’ amaçlar da birleşilmesidir... Gelişme yolunu açıp temizlemeden uygulamanın nimetlerine ve külfetlerine herkesin eşitçe katılmasını sağlamadan çıkış yolu bulunamaz. Yurt yöneticileri, aydınlar, işadamları ve emekçiler mevcut düzeni kendi çıkarları doğrultusunda sürdürmek yerine çağdaş uygarlık düzeyine götürecek doğrultuda değiştirmek zorundadırlar.” (1970) Hedefi demokrasi, insanca yaşam “Türkiye’nin çözüm yolu bekleyen pek çok sorunları vardır. Ve geçip giden zaman bu sorunların bazılarına çözüm yolu getireceğine önceki sorunlara yenilerini katmaktadır. Olaylar fikirlerin önünde gitmekte örtbas edip yanlış bir biçimde yorumlanmaları başka bir yerden patlak vermelerini önleyememektedir. Bu durumda akıl ilim ve sağduyuyu kullanarak doğru çözüm yolları üzerinde durulması gerekir... Tek yanlı görüşleri baskı metotları ile kitleye yayma tutumunun yerini çağımızda çokçu görüşlerin ikna yoluyla taraftar kazanması almıştır. Bu görüşlerin sınırı ise, Anayasa tarafından çizilmiştir. Anayasanın sözüne ve özüne uygun düşen görüşlerin açıkça tartışılması, çözüm yollarının özgürlük içinde araştırılması gereklidir.” (Tütengil Hoca bu satırları 1971 Anayasa değişikliklerinden çok önce 1966’da yazıyordu.) Bütün bunlar, Tütengil’e ve Tütengillere saldıranların gerçek hedefini bize gösteriyor. Yani hedefin demokrasi, özgür düşünce, bilim ve insanca yaşama olduğunu ortaya koyuyor. Biz geride kalanlar birçok kez tekrarladığımız şu inancımızı burada da dile getiriyoruz. Korkmuyoruz Saldırılar geride kalanları yıldırmıyor, korkutmuyor. Bilincimiz bilenmiş olarak bu yönde yolumuza devam ediyoruz. Tütengil Hoca’nın söylediği gibi ”Ölenler önemli bir sorunun bilinip anlaşılmasına giderek çözümlenmesine aracı olabilirse görevini yaparak ölen bir insanın gönül huzurunu duyabilir ve duyurabilir. Benzer olayların Türkiye’nin hiçbir yerinde işlenmemesi için bir uyarı bir feryat olabilirse bir görev şehidi de sayılabilir.” O’nun önümüze serdiği uyarıyı daima ayakta tutmak bütün kulaklara duyurup ilerletebilmek gerekir. Devlet ve toplu olarak sağ kalanları da düşünüp esirgemek bir görev olmalıdır. Bundan 20 gün önce Ümit Yaşar Doğanay’ın öldürülmesi karşısında bir grup üniversite mensubunun yayınladığı bildirinin yazılmasına katkıda bulunanlardan biri de Tütengil’di. O gün katkıda bulunduğu satırları Onun duygu ve düşüncelerinin ifadesi olarak tekrarlıyor ve sözlerimi bitiriyorum. “Son iki yılda öldürülen, öldürülmek kastıyla silahla saldırılan bütün öğretim üyelerinin demokrasiden yana yurtsever kişiler olması saldırıların yönünü ve amacını gösterdiği gibi silahın tetiğine basanların arkasındaki faşist cinayet odaklarını da açıkça ortaya koymaktadır. Cinayet zinciri demokrasiden yana herkesin kesin karşı çıkması ve kesin bir tavır alması gereken boyutlara varmıştır. Bu cinayet şebekelerinin üzerine kararlı şekilde gitmeyen iktidarlar sonu alınamayacak bu olayların sorumluluğunu da taşımaktadır. Demokrasiden yana bütün güçleri birliğe çağırıyoruz.” (20 Kasım 1979). Anısı bilinçlerimiz daha da biledi. Bizlerle yaşayacak. Kadın cinayetleri ve hukuk devleti Kadın cinayetleri neden artıyor sorusu herkesin aklını kurcalıyor. Evvelki akşam TELE 1 televizyonunda ve dünkü Cumhuriyet gazetesinde bu konuda son derece ilginç ve konuya bir açıdan ışık tutabilecek bir haber vardı. Bu habere göre, son on yılda işlenen 15 cinayetin sorumlusu olan katiller, cezaevlerinden izinli çıkan ve kaçan sabıkalı mahkumlardı. Bu on beş cinayetin onu kadın cinayetiydi. HHH Hiç kuşku yok ki “kadın cinayetleri” esas olarak, feodal dintarım kültürüyle yetişmiş olan, kadını eşya gibi, “kendi malı gibi” gören erkek egosundan kaynaklanan cinayetlerdir. Son yıllarda artan bu cinayetlere, güvenlik güçlerinin ve yargının bakışı da son derece tartışmalıdır: Polise yapılan sonuçsuz başvurular, mahkeme kararlardaki “iyi hal indirimleri” gibi olaylarla dolu olan trajik cinayet öyküleri, toplumda, güvenlik güçleri ve yargı mensuplarının kadını yeterince korumadığı ve katilleri yeterince cezalandırmadığı yönünde yaygın bir kanı oluşturmuştur. Olaya soğukkanlı bir biçimde baktığımızda şu faktörlerin kadın cinayetlerinin artmasında etkili olduğunu görüyoruz: 1) İktidar tarafından da desteklenen, kadınları ikinci sınıf vatandaş gören, eve kapatan, toprak ağalığına dayalı, aşiretler, tarikatlar, şeyhler şıhlar tarafından topluma aşılanan, azgelişmiş feodal kültür. 2) İktidarın, Demokrasinin en önemli koşulu olan “Kuvvetler Ayrımı” ilkesini yok ederek “Yargı Erkini” de si yasete bağlayan “Tek Kişi Yönetimi” yoluyla insanları, din, dil, ırk, cinsiyet farkı olmaksızın eşit kabul eden hukuk devletini tahrip etmiş olması... 3) Ve böylece topluma empoze etmek istediği, kadını ikinci sınıf gören feodal kültür değerlerini hukuk devletinin eşitlikçi değerlerinin yerine geçirmeye çalışması. 4) İktidarın toplumu etkileyen, bireylerin psikolojilerini bozan, kavgacı, suçlayıcı, çatışmacı, dışlayıcı şiddet dilinin, insan ilişkilerini bozması, sertleştirmesi. 5) İktidarın siyasal ve kişisel suçlamalarla çok fazla insanı hapse atması sonunda cezaevlerinde yer darlığı yaşandığı için, katil ve ırz düşmanı gibi suçluların hem açık cezaevlerine nakli, hem de infaz sürelerinin kısaltılması. 6) Bütün bu uygulamaların altyapısını, “Tek Kişi Yönetiminin”, Meclis’i devre dışı bırakan Kanun Hükmünde Kararnamelerle, yeterli araştırma ve inceleme yapılmadan, yeterli bilgi ve beceri olmadan, kişisel kararlarla hazırlamış olması. HHH Toplum vicdanı, adalet konusunda, (doğru veya yanlış, haklı veya haksız) şöyle bir izlenime sahip: 1) Politikacılar, gazeteciler, Osman Kavala gibi insanlar, siyasal suçlamalarla içerde... 2) Katiller, hırsızlar, ırz düşmanları dışarda. Ve herkes bu durumdan, “Sorumlu artık benim” diyen Cumhurbaşkanı’nın “Tek Kişi Yönetimini” sorumlu tutuyor. İKTİDAR, YAŞADIĞI OY KAYBINI ÖNLEMEK İSTİYORSA, BİR AN ÖNCE HUKUK DEVLETİ İLKELERİNE GERİ DÖNMELİDİR! Gerçekleri yansıttığı için kızıp kıranlar ‘ayna’dan da olurlar, o kadar. 2020 takvimi hediye!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle