19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 25 KASIM 2019 PAZARTESİ [email protected] olaylar ve görüşler Latin Amerika Günümüzün Türkiyesi’nde, ülke yönetiminde ve siyasetinde, içinde sadece başarısızlık ve yıkım zehri taşıyan tek kişiye bağımlılığın en aşırı biçimleri yaşanıyor. Bu ülkenin siyaseti, özellikle de sol siyaseti, hiç olmazsa bundan sonra, LA solunun deneyimlerinden demokratik katılımcılığı ve solunun önemli dersi!kurumlaşmayıilkeedinerekyararlanmalıdır. Prof. Dr. Yakup KEPENEK Latin Amerika (LA), Orta ve Güney Amerika ülkelerinin ortak adıdır. Bu ülkelerin pek çoğunda, son 1015 yılda işbaşına gelen sol/sosyalist yönetimler, sonuncusu Bolivya’da olmak üzere, başarılı olamadı. Bu başarısızlıkların tartışmasız baş sorumlusu ABD’dir. Yine de başarısızlıkların nedenleri ve sonuçlarıyla doğru anlaşılmaları gerekiyor. Çünkü LA ülkelerinde yaşanan sol deneyimlerdenTürkiye için de çıkarılacak çok sayıda ders vardır. ABD’nin çiftliği Kapitalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte, başta İngiltere olmak üzere, Avrupa ülkeleri, ucuz hammadde ve dış pazar elde etmek amacıyla sömürge edinme savaşımına giriyordu. O yıllarda, 2 Aralık 1823’te, ABD Başkanı James Monroe, ülkesinin Kongre’sine, sonraları Monroe Doktrini olarak ünlenecek şöyle bir görüş bildirdi: “ABD, Amerika kıtası üzerindeki herhangi bir ülkenin Avrupa ülkeleri tarafından sömürgecilik konusu yapılmasına... Kontrol altına alınmasına izin veremez; bu tür girişimleri gayri dostane hareket sayar; ABD’nin de Avrupa devletlerinin sorunları ile hiçbir ilgisi yoktur ve onların sorunlarına karışmayacaktır.” Dört dörtlük bir egemenlik kurma belgesi olan Monroe Doktrini, 1904’te Başkan T. Roosevelt tarafından “Orta ve Güney Amerika’da bir devlet ABD’nin güvenini kazanmazsa ABD müdahale edecektir” biçiminde pekiştirildi. Burada “Amerika Amerikalılarındır” anlamında coğrafyaya dayalı bir milliyetçilik yapılıyor. Ancak yüzyıllardır bu anlayış, çok kaskatı olarak “Ameri ka kıtası ABD’nin malıdır” biçiminde uygulanıyor. Adına tam bir saptırmaca ile adına Pax Americana (Amerikan Barışı) denilse de, 60 yıl önce tam bağımsızlığına kavuşan Küba bir tarafa, sonuçta LA halkları ülkelerinde barış yüzü görmedi; o ülkeler ne siyasal istikrara kavuştu ne de ekonomik gelişme sağlayabildi. Bağımlılık kavramı LA yazgısının esasını oluşturdu. Buna karşın, ABD bilinen anlamda sömürgeci ya da emperyalist yüzünü gizlemeyi, giderek hayırsever görünmeyi başardı. O kadar ki Mustafa Kemal, halktan aldığı destekle tam bağımsızlık vurgusu yaparak elinin tersiyle geri çevirmeseydi Kurtuluş Savaşı, yerini ABD mandasına bırakacaktı. ABD, LA ülkelerini, esas olarak bu ülkelerin içinden çıkardığı kendi öz çocukları eliyle yönetti. ABD askeri okullarında yetişen LA kökenli subaylar ve özellikle serbest piyasacılığın yılmaz savunucusu olduğu bilinen Chicago Üniversitesi’nde yetişen ve ekonomi yazınında “Chicago Çocukları” denilen bağnaz liberal iktisatçılar, kendi ülkelerini ABD çıkarlarına uygun yönetmede; ABD’ye hizmette hiç kusur etmedi. Hemen her ülkede ABD eliyle yaptırılan sivil, o yeterli olmazsa askeri darbeler, kimilerinde hemen her yıl olmak üzere, birbirini kovaladı; ABD desteğindeki liberal kapitalizm yalnızca ülkelerin emekçilerini sömürmeyi, doğal kaynaklarını tüketmeyi sürdürüyor. ABD, LA’da kazandığı deneyim ve birikimleri, üstelik gerçek yüzünü saklayarak, II. Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş bağlamında başta Türkiye olmak üzere pek çok ülkede başarıyla uygulamaya koydu. ABD ve yerli işbirlikçilerinin sö mürüsüne halkın desteğini alarak karşı çıkanlar, Şili’de sosyalist Başkan S. Allende destansı karşı duruşunu yaşamıyla ödedi; yakın yıllarda Venezüella’da Chavez, Brezilya’da Lula, son olarak da Bolivya’nın ilk yerli halktan başkanı Evo Morales görevlerini bırakmak zorunda bırakıldı. Bu arada Bolivya’nın LA ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmalarının ortak lideri S. Bolivar’ın ülkesi olduğunu; ABD’nin Küba’nın büyük devrimcisi Che Guevara’yı 9 Ekim 1967’de bu ülkede öldürttüğünü anımsatalım. Büyük eksik: Kişiye bağlı yapılar Her birinin kendine özgü insan, kültür, tarih ve dil özellikleri olan LA ülkelerinde emekçi siyasetin ya da sosyalist solun başarısızlığının “öznel nedenleri” de büyük önem taşıyor. LA ülkelerinin siyasal yapılarının da başarısızlıkta önemli bir katkısı bulunuyor. ABD, Kongre, başkan ve yargı üçlüsü arasında çok güçlü bir denetim ve denge mekanizmasının kurumlaşarak kalıcılaştırdığı siyasal yapısının değil bir benzerini, bozuk bir karikatürünün bile LA ülkelerinde oluşmasını hiç istemedi; giderek engelledi. Sonuçta LA’da siyasetin ABD benzeri bir nitelik kazanamadığı; temel ilkeleriyle hukukun kurumlaşamadığı; başta düşünce ve ifade özgürlüğü olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin koruma altında olmadığı bir siyasal ortam oluştu. Sermayenin beslediği basın ve onun körüklediği ırkçı ve dinci hareketler, özgürlükçülere nefes aldırmamaya çalıştı. Nitekim Morales’in yerine getirilen J. Anez, görevine “İncil Kongre’ye geri döndü” sözleriyle başladı. LA solcuları, işbaşına tümüyle kişiye bağlı yapılanmalarla geldiler. Devrimci hareketlerde elbette lider çok önemlidir; giderek belirleyicidir. Ancak, lider, eğer başarılı olmak, dahası o başarısının kalıcı olmasını sağlamak istiyorsa, ki öyle olmalıdır, sahip olduğu ya da olacağı toplumsal desteği kurumlaştırmayı da başarmalıdır. Bunu yapmazsa, özellikle de çevresini özçıkarcı alkışçıların almasına olanak verirse; bir taraftan çevresini kendi içlerinde kavga eden yeteneksizler alıyor, diğer taraftan da asalakların “sizsiz olmaz” ısrarının sarmalında, “benden başkası” yapamaz noktasına gelirse de, başarısızlık kaçınılmaz oluyor. Oysa başarı için demokratik kurumlaşma vazgeçilmezdir. Öncelikle parti örgütleri ve onları çevreleyen sendika ve meslek örgütleri, özgürlükçü, demokratik katılımcı bir yapılanmayı ve ortak ya da birlikte karar alma süreçlerini yaşama geçirmeyi bir vazgeçilmez önkoşul olarak almalıdır. Ek olarak iktidara gelen solcu lider, demokrasinin temel üçlüsü, hukuk devleti, özgür basınyayın ve özerk üniversite alanlarında kurumlaşmaya özel bir önem vermelidir. Solcu lider, açık, dürüst ve her zaman hesap verebilir olmalı; kendinden sonra hareketinin yaşamasını sağlayacak yapıları oluşturmalı; dahası, asla kendi koyduğu kuralları çiğneyen durumuna düşmemelidir. ABD’nin LA ülkelerinde yaptıklarının bilincine varamayan Türkiye, 1945 sonrasının Soğuk Savaş koşullarında giderek yükselen bir ivme ile LA benzeri bir siyasal biçimlenme yaşadı ve yaşıyor. Kurumsal yapılar yerle bir oldu, giderek artan oranda kişiler öne çıktı. Günümüzün Türkiyesi’nde, ülke yönetiminde ve siyasetinde, içinde sadece başarısızlık ve yıkım zehri taşıyan tek kişiye bağımlılığın en aşırı biçimleri yaşanıyor. Bu ülkenin siyaseti, özellikle de sol siyaseti, hiç olmazsa bundan sonra, LA solunun deneyimlerinden demokratik katılımcılığı ve kurumlaşmayı ilke edinerek yararlanmalıdır. Yine bir 25 Kasım... Prof. Dr.Necla Arat Kadın Araştırmaları Derneği Başkanı 25Kasım bütün dünyada kadına yönelik şiddetin reddedildiği simgesel bir gün. Ne var ki simgesel günler, somut gerçekleri ortadan kaldıramıyor. Ve kadınlar, yalnız ülkemizde değil, dünyanın her tarafında, yaşamın her alanında şiddete maruz kalıyorlar. Birleşmiş Milletler Şiddet Raporu’na göre dünyada her gün 137 kadın öldürülmekte. Türkiye’de ise yalnız Eylül 2019’da öldürülen kadın sayısı 53. Bu kadınlar, kendi yaşamlarına ilişkin karar almak (örneğin boşanmak) istedikleri için, kocaları ya da sevgilileri tarafından öldürülüyor. Ülkemizde kadına yönelik şiddetin başta gelen nedenleri arasında geleneksel, kültürel ve de dinsel etkenleri sayabiliriz. Cinsiyetayrımcı şiddet, özellikle ataerkil kültür egemen olduğu ve yüreklendirildiğinde (yani erkeğin üstünlüğü savı benimsendiği zaman) kendini gösteriyor. Çünkü, “kadınerkek eşitliği” , “kadınların insan hakları” vb. evrensel değerler, toplumun temel dokusuna ve bireylerin zihinlerine henüz yerleşmiş değil. Bu değerlendirme yalnız erkekleri kapsamıyor, aksine büyük bir kadın kitlesi için de geçerli. Örneğin, ülkemizde kadınların yüzde 32’si eşleri tarafından dövülmeyi normal buluyor. Bu oran, 1519 yaş arasındaki genç kızlarda yüzde 63’e kadar çıkıyor. Öte yandan kimi milliyetçimuhafazakâr ve dinci gruplar da “kadın hakları”, “eşitlik”, “toplumsal cinsiyet” gibi kavramların Batı’dan ithal edildiği, gelenek ve göreneklerimize aykırı, hatta değerlerimizi çözücü tehlikeli kavramlar olduğu algısını yaymaya çalışıyorlar. Bu gruplar, şiddeti kadın ve çocukları eğitme yöntemi olarak kullanıyorlar. Bunun sonucunda kadınerkek eşitliğinin toplumda bir türlü kabul edilmemesi ve rol modeli siyasetçilerin aksi tezi her fırsatta dile getirmeleri, kadınların yaşam haklarının ellerinden alınmasını kolaylaştıran etkenler olabiliyor. Bu durumun üstesinden gelebilmek için, gerçek anlamında çağdaş eğitim, aydınlatma, farkındalık ve bilinç kazandırma; aileden (anne kucağından) başlayarak okulöncesinde, okulda ve toplumsal yaşamın her düzeyinde sürdürülmelidir. Bu uzun soluklu ve çok zor bir süreçtir, ama en azından gelecek kuşaklara şiddetten arınmış bir toplum yaratılması için bir umut olabilir. Hiç kuşkusuz ülkemizde kadına yönelik şiddetin önlenmesine, özellikle bu konuda farkındalık yaratılmasına yönelik olarak kadın kuruluşları, yoğun bir öncü emek harcamışlar; kamu kurum ve kuruluşları ile yazılı/ görsel medya ise onları izleyerek etkili çalışmalar yapmaya başlamışlardır. Ama bu çalışmaların samimi bir siyasal irade desteği ile ve tüm paydaşlarla işbirliği, güç birliği yaparak yurt çapında yaygınlaştırılması gerekir. Ayrıca devletin de kadına yönelik şiddetin ortadan kalkması konusunda gerekli ve yeterli iradeyi uygulama süreçlerinde somutlaştırması; tüm ulusal, uluslararası süreçlerde hazırlanan sözleşme, anlaşma, genelge ve yasaları inceleyerek sağlıklı bir “devlet feminizmi” programı yapması gerekmektedir. Gerek Birleşmiş Milletler Örgütü bünyesinde, gerekse dünya kadın örgütleri çalışmalarında örnek olabilecek, şiddetin ortadan kalkması konusunda etkin olabilecek pek çok uygulama bulunmaktadır. Örneğin, yıl başından beri (son 9 ayda) 114 kadının öldürüldüğü Fransa’da ünlü kadın örgütü FEMEN’in Paris’te öldürülen 114 kadın için soyunup çıplak bedenlerine “Ölmek istemiyoruz” yazarak hükümeti kadın cinayetleri konusunda daha güçlü adımlar atması için uyarması üzerine, hükümet 10 adımlık bir paket hazırlıyor. Başbakan H. Philippe, kadına yönelik şiddetle mücadele için bütçeden 5 milyon Avro ayıracaklarını bildiriyor. Hükümetin planında ayrıca yeni sığınma evleri açmak, şiddet mağduru kadınlara ev kirası yardımı, şiddet uygulayan erkeklere elektronik kelepçe takmak, bu adamların ebeveynlik haklarını askıya almak gibi önlemler bulunuyor. Kadına yönelik şiddetin sosyolojik ve psikolojik çözümlemesini yapan bilimsel çevreler, “erkek merkezli, azgelişmiş bir iklimde geçmişe ilişkin değer kalıplarının ve önyargıların aşılamadığı toplumsal yapılarda kadın cinayetlerinin giderek ivme kazandığını” dile getiriyorlar. “Kadın olmak için en iyi ve en kötü ülkeler” sıralamasında 167 ülke arasında ne yazık ki 114. sırada olan ve yukarıda betimlenen iklimi paylaşan ülkemizde şiddetcinayet sarmalından kurtulabilmemiz, her şeyden önce imzaladığımız (ama gerici çevrelerin bu günlerde ‘imzamızı geri çekin!’ diye ortalığı ayağa kaldırdıkları) uluslararası sözleşmelere sıkı sıkıya bağlı kalmamızla olanak kazanacak. Bu nedenle, Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Uluslararası Sözleşmesi’ni (CEDAW), 1998’de hazırlanmış olan Ulusal Eylem Planı’nı, 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’u, Başbakanlık Şiddet Genelgesi’ni ve İstanbul Sözleşmesi’ni gerçek anlamında uygulatmak için gereken her şeyi yapmak, Kadınların İnsan Hakları’ndan yana olan herkesin boynunun borcudur. Bu borç yerine getirilmediği takdirde, bizler yine her 25 Kasım’da “Yine bir 25 Kasım ve Yine Kadınlar Öldürülüyor” demeye devam edeceğiz.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle