21 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 3 EKİM 2019 PERŞEMBE [email protected] TASARIM: SERPİL ÜNAY OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Devletin partisinden parti devletine PROF. DR. HAKKI UYAR 1Dokuz Eylül Üni. Öğr. Üyesi Ekim’de TBMM, yeni yasama yılına başladı. 150 yıllık parlamenter sistem içerisinde TBMM, en etkisiz dönemini yaşıyor denilebilir. Bu noktada yeni sistemin tartışılması, kuvvetler ayrılığına dayanan bir hukuk devleti ve demokrasi anlayışı çerçevesinde Türkiye’nin kalkınma, toplumsal barış ve demokrasi idealini sürdürmesi gerekiyor. CHP, 1923’ten 1950 yılına kadar ülkeyi 27 yıl boyunca yönetti. Ülkeyi kurtaran Müdafaai Hukuk hareketinin partiye dönüşmesiyle, ülkeyi kurtaran hareket Cumhuriyeti kuran partiye dönüştü. Bu partinin 27 yıllık iktidarının 19251945 yılları arasındaki dönemi tek parti dönemi olarak tanımlanabilir. Dünyada otoriter ve totaliter rejimlerin yükseldiği, savaş tehlikesinin giderek arttığı ve 1929 ekonomik krizinin yaşandığı bir ortamda Türkiye, hem geleneksel toplumun kurumlarını ortadan kaldırarak yerlerine modern toplumun kurumlarını kurdu, hem de barışçı bir dış politika izleyerek kalkınma politikalarına yöneldi. Aynı dönemde pragmatik bir tek parti yönetimi olarak, demokratik bir yapıya sahip olmasa demokrasinin altyapısını hazırlamaya yöneldi. Bu bağlamda iki kere çok partili rejim denemesine girişti (TPCF ve SCF denemeleri), müstakil mebusluk ve Müstakil Grup uygulamalarına yöneldi. Dikkat çekici fark 1930’lu yıllar, dünyada otoriter ve totaliter ideolojilerin giderek yükseldiği yıllar oldu. Bunu 1929 ekonomik krizi de tetikledi. Aynı yıllarda CHP içerisindeki otoriter kanadı temsil eden Recep Peker Genel Sekreterlik görevinden alındı. Peker’in görevden alınmasında hükümet işlerine karışmasının da etkisi vardı. Peker, görevden alındıktan sonra, CHP Genel Sekreterliği’ne İçişleri Bakanı Şükrü Kaya getirildi. Kaya, hem İçişleri Bakanlığı hem de CHP Genel Sekreterliği görevini birlikte yürütecekti. (1936) Uygulama bununla da kalmadı; tüm Türkiye’deki valiler, CHP il başkanlıklarını üstlendi. Bu, partidevlet özdeşliğinin daha doğrusu partidevlet özdeşliğinin işareti idi; ama dikkat çekici olan partinin devlete egemen olması değil, devletin partiye egemen olmasıdır. Böyle bir uygulamaya gidilmesinin nedeni, o dönemin dünyasında otoriter ve totaliter rejimlerin (Almanya, İtalya, Sovyetler Birliği...) tek partilerinin (faşist, komünist) devlet yönetimini ellerine almalarıdır. Türkiye, bu partilerin tersine, partiyi devletin kontrolüne verdi. Devleti partinin kontrolüne vermeyerek Türkiye’de totaliter eğilimlerin önüne geçilmiş oldu. Üste Partiler geçicidir, kalıcı olan devlettir, millettir. Partili bir başkanın egemen olduğu siyasal sistem sürdürülebilir değildir; Türkiye’de demokrasiyi ve ülkenin bekasını tehlikeye sokacak özellikler taşımaktadır. lik Avrupa’nın ortanın solunda tanımlanabilecek ileri partilerin birliği içerisinde yer aldı; Radikal ve Benzeri Partilerin Uluslararası Birliği aralarında Fransız Radikal Partisi de vardı toplantılarına gözlemci olarak katıldı. Açık çarpıtma CHP’nin 1939 tarihli tüzüğünde İçişleri Bakanı’nın CHP Genel Sekreteri, valilerin de CHP il başkanı olması uygulamasına son verildi. Bu üç yıllık uygulama, Türkiye’de bazen kasıtlı olarak partinin devlete egemen olması şeklinde sunuldu ve İtalya, Almanya örnekleriyle karşılaştırıldı. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığının açık bir çarpıtması olan bu yorumla, çabasının gerçeklikle bir ilgisi yoktu. İkinci Dünya Savaşı’na girmemeyi ağır bedeller ödeyerek de olsa başaran Türkiye, 1945’te savaşın bitiminin hemen ardındançok partili yaşama geçti. İnönü, 1939’da uygulamaya koymak istediği çok partili yaşama geçmeyi 6 yıl sonra gerçekleştirebildi. Bunun temel nedeni İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıydı. Bir tek parti yönetiminin kendiliğinden çok partili yaşama geçip iktidarı barışçı yollardan bir muhalefet partisine devrettiği görülmüş bir örnek değildi. İnönü, bu bağlamda Türkiye’de demokrasinin kurucu babasıdır. 14 Mayıs 1950 seçimlerinden kısa bir süre sonra (1951) ünlü siyaset bilimci Maurice Duverger, yazdığı Siyasi Partiler adlı kitabında şunları söylemekteydi: “Türkiye, engelsiz ve sıkıntısız bir şekilde, tekparti sisteminden plüralizme (çok partili sisteme) geçmiştir. Bugün o, Ortadoğu devletlerinin en demokratik olanı, feodal klanlar, bir avuç aydının yönettiği hayali gruplar ya da fanatik dinsel tarikatlar yerine, gerçek partilere sahip bulunan tek Ortadoğu devletidir. (...) ... Türkiye örneği, basiretle uygulanan bir tek parti yönetiminin, bir gün gerçek bir demokrasinin kurulmasını mümkün kılacak tek unsur olan yeni bir yönetici sınıfın ve bağımsız bir siyasal elitin yavaş yavaş ortaya çıkmasına imkân verebileceğini göstermektedir.” Tek parti döneminde Atatürk ve İnönü, Cumhurbaşkanı olmalarının yanı sıra CHP Genel Başkanlığı görevini de yürüttüler. Bu dönem kurucu babaların rejimi şekillendirdikleri ve Cumhuriyet devrimini gerçekleştirdikleri dönemdi. Kendine özgü koşulları vardı. Nitekim kimse bu dönemin demokratik olduğunu söylemiyor. Söylediğimiz şey, bu dönemin Türkiye’de demokrasinin altyapısının hazırlandığı dönem olduğu... 1950’de Celal Bayar, Cumhurbaşkanı seçildiğinde DP Genel Başkanlığı görevinden ayrıldı. Ancak bu, partili cumhurbaşkanı olmadığı anlamına gelmiyordu. Bayar, partili bir Cumhurbaşkanıydı. Kendisinin partili ve çatışmacı kimliği, Cumhurbaşkanı olarak hakemlik / uzlaştırıcılık yapmaması, onu çok partili hayatın en kötü Cumhurbaşkanı kıldı. Oysa tarafsız ve hakem bir cumhurbaşkanı, çatışmacı Türk demokrasisinin kuruluş aşamasında bir denge yaratabilir ve başta çıkacak sorunların çözümüne büyük katkı sağlayabilirdi. Demokrasinin üç dönemi 1877’den 2019’a kadar geçen dönemde Osmanlı/Türk demokrasisini üçe ayırmak mümkündür: n Meşruti Demokrasi (187778, 19081918) n Demokratik Cumhuriyet (19202018) n Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi/Başkanlık Sistemi (2018 ) 19. yüzyılın ikinci yarısında Jön Türk hareketi, devleti kurtarma hareketinin bir parçası olarak parlamenter bir demokrasi öngörmüştü. Onlar açısından “kutsal” bir mekân olan parlamento, her derde deva bir kurum olarak düşünülmüştü. Milli Mücadeleyi yürüten kadro da parlamentoyu kutsal bir mekân olarak tanımlamaya devam etti ve üstelik onu dokunulmaz kıldı. II. Abdülhamid’in bir, Vahdettin’in iki kez dağıttığı parlamento, kendine “Büyük” adını vererek “kutsal savaş”ı yürüten “Gazi Meclis”e dönüştü. Nasıl ki Mekke, Medine ve Kudüs, İslamın “kutsal toprakları” ise, nasıl ki Manastır ve Selanik İttihatçıların doğduğu “kutsal şehirler” ise “Gazi Meclis” de “Türk demokrasisinin kutsal mekânı” oldu. Demokratik kimliğe bürünmesi 1950’ye rastlasa da, kurucu kültürün idealinde demokrasi hep vardı. Batı demokrasileri içerisinde üç ana ekol var. İngiliz, Amerikan ve Fransız demokrasilerinin ki bu demokrasi ekollerinin hepsi birbirinden çok farklıdır ortak özelliği kuvvetler ayrılığıdır. Bugün Türkiye’de uygulanan sistem, kuvvetler ayrılığının zayıfladığı, parlamentonun gücünün azaldığı güçlü bir başkanlık sistemidir. Üstelik cumhurbaşkanı partili bir cumhurbaşkanıdır ve Bayar’dan farklı olarak parti genel başkanıdır da... Tıpkı Atatürk ve İnönü gibi... Oysa o dönem tek parti dönemiydi... Partiler geçicidir 19361939 yılları arasında geçici olarak da olsa devlet partiye egemen olurken, 80 yıl sonra bugün parti devlete egemen oluyor. 1956 yılında İnönü, kendisine yönelik eleştirileri şöyle yanıtlamıştı: “Arkadaşlar aramızdaki farkı bilelim. Biz mutlakıyetten bugüne geldik. Siz, bugünden mutlakıyete gidiyorsunuz.” İnönü yaşasaydı herhalde bugünkü sisteme bakıp şunları söylerdi: “Arkadaşlar aramızdaki farkı bilelim. Biz devletin partiye egemen olduğu günlerden bugüne geldik. Siz, bugün parti devletine doğru gidiyorsunuz.” Partiler geçicidir, kalıcı olan devlettir, millettir. Partili bir başkanın egemen olduğu siyasal sistem sürdürülebilir değildir; Türkiye’de demokrasiyi ve ülkenin bekasını tehlikeye sokacak özellikler taşımaktadır. Hükümet ile devlet ayrı kavramlardır. Mevcut sistem ikisinin iç içe geçmesine yol açmaktadır. “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” atasözünü revize ederek son noktayı koyayım: “Devlet başa, parti hükümete...” Herkes yerinde olmalı... YEP, DPT, TCCSBB, AR ve HA YEP, bu iktidarın icat ettiği bir kavram: “Yeni Ekonomik Program” demek. DPT, “Devlet Planlama Teşkilatı”nın kısaltılmışı: 1960’ta kuruldu. 2011’de bu iktidar tarafından kaldırıldı, yerine sözde “Kalkınma Bakanlığı” geldi. 2018’de bu bakanlık da Maliye ve Hazine Bakanlığı ile birleştirildi ve devreye “Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı” girdi. TCCSBB, bu başkanlığın kısaltılmış adı. AR, “Adalet Reformu” demek; yani olmayan bir adalet rejimini varmış ve olacakmış gibi sunan program. HA, “Hayal Âlemi”nin kısaltılmışı. HHH DPT’nin işlevlerini yüklendiği anlaşılan TCCSBB’nin görev ve yetkileri şöyle: a) Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen temel hedef, ilke ve amaçlar çerçevesinde kalkınma planı, Cumhurbaşkanlığı programı, orta vadeli program, orta vadeli mali plan, Cumhurbaşkanlığı yıllık programı ile sekto¨rel plan ve programları, ilgili kamu idareleri ile Cumhurbaşkanlığı bünyesinde bulunan Politika Kurullarının go¨ru¨s¸lerini de almak suretiyle hazırlamak ve makro dengelerini oluşturmak. b) Cumhurbas¸kanı tarafından belirlenen temel hedef, ilke ve amac¸lar c¸erc¸evesinde kalkınma planı, orta vadeli program, orta vadeli mali plan, Cumhurbaşkanlığı programı, Cumhurbas¸kanı yıllık programı ile sekto¨rel plan ve programların uygulanmasını izlemek, değerlendirmek, gerektiğinde (a) bendinde belirtilen usule uygun olarak değişiklik yapmak veya teklif etmek. c) Cumhurbas¸kanı tarafından belirlenen temel hedef, ilke ve amac¸lar c¸erc¸evesinde stratejik planların hazırlanması, uygulanması ve izlenmesine ilis¸kin genel ilke, esas ve usulleri tespit etmek; kamu idarelerinin stratejik planlarının kalkınma planı, Cumhurbas¸kanı tarafından belirlenen politikalar ve orta vadeli programda belirlenen hedef ve amaçlara uygun olarak hazırlanmasını sağlamak, uygulamasını izlemek ve sonuçlarını değerlendirmek. HHH Görüldüğü gibi Türkiye’nin ekonomik kaderi “Cumhurbas¸kanı tarafından belirlenen temel hedef, ilke ve amac¸lar c¸erc¸evesinde” saptanıyor: Yani, ucube bir anayasanın kurduğu “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denilen garip rejim, ülkenin ekonomik kaderini tek bir kişinin iki dudağının arasına bağlıyor. HHH Bu iktidar tarafından kaldırılmış olan Devlet Planlama Teşkilatı, DPT, Türkiye’nin ekonomik ve sosyal kalkınmasını hızlandırmak için Tinbergen gibi değerli ekonomistlere danışılarak kurulmuş, yıllarca uluslararası değerdeki uzmanlar, akademisyenler tarafından yönetilmişti. DPT’nin öyküsünü mutlaka öğrenin. Bilgi Üniversitesi tarafından yayımlanan, değerli araştırmacı Prof. Ergun Türkcan’ın hazırladığı “ATİLLA Sönmez’e Armağan: Türkiye’de Planlamanın Yükselişi ve Çöküşü 19601980” adlı kitap çok iyidir. HHH 2020’den itibaren üç yıllık dönemi kapsayan ve uzmanların “Hayal Ekonomisi” dedikleri “YEP”, “Adalet Reformu, AR” adı altında sunulan “Hayal Yargısı” ile aynı nitelikte. İktidar giderayak, kendi “Hayal Âlemi, HA’yı” sanki gerçekmiş veya gerçekleştirebilecekmiş gibi sunuyor... Ve Türkiye’de, ABD’den bile daha özgür olan medya, aynı başlıkları kullanarak büyük bir tantanayla, bu “Hayal Âlemi, HA’yı” sanki hakikatmiş gibi topluma yutturmaya çalışıyor. Özetle YEP de, AR de, aslında bir HA! Plastik poşet ve kap kacaklarla mücadele İSMAIL ÖZCAN Eğitimci / Yazar Dünyanın her ülkesinde birey ve toplumlara çevre kirliliği ile mücadele ve doğayı koruma bilinci kazandırmak, insanlığın şimdisinde ve geleceğinde yaşamsal bir öneme ve role sahiptir. Bunun ihmali, savsaklanması, insanoğlunun bindiği dalı kesmesiyle eşanlamlıdır. Çünkü çevre kirliliğinin ve bugüne kadar doğada yaratılmış olan derin tahribatın olumsuz sonuçlarıyla karşı karşıya kalma bakımından bütün dünya ülkeleri aynı kaderi paylaşmaktadır. Hiçbir ülkenin doğanın uğradığı bu tahribattan etkilenmeme gibi bir lüksü yoktur. Bazı ülkeler için ise artı sorunlar söz konusudur. Bizim ülkemizde bunların en önemlisi, içinde bulunduğumuz yılın başına kadar son derece başıboş bir şekilde plastik poşet kullanımı idi. Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde bizim ülkemiz kadar yersiz, gereksiz, bilinçsiz plastik poşet kullanılmıyordu. Plastik poşet kullanımındaki bu başıboşluk ve bilinçsizlik 2019 yılının ilk gününden itibaren yürürlüğe konan plastik poşetin 25 kuruş karşılığı paralı hale getirilmesi gibi basit bir düzenleme ile son buldu ve plastik poşet kullanımı kontrol altına alınmış oldu. 1991 yılının sonlarında, Taksim Sheraton Otel’in balo salonunda Türkiye Çevre Koruma ve Yeşillendirme Kurumu’nun yıllık kongresini yapıyorduk. Kongreye dönemin Çevre Bakanı Doğancan Akyürek de katılmıştı. Yanında da müsteşarı ünlü sinema sanatçısı Ediz Hun vardı. Kongredeki konuşmalarda o gün var olan, bugün de aynen devam eden birçok çevre sorunu masaya yatırıldı. Bu arada ben de, her eve her gün bakkaldan, marketten, manavdan vb. onlarca naylon poşet girdiğinden; ülkemizde naylon poşet kullanımının bütün sınırları aştığından; doğanın baş edemeyeceği boyutlara ulaştığından şikâyet eden; bu gidişe mutlaka engel olunması gerektiğini hatırlatan bir konuşma yapmıştım. Bakan Bey, beni masasına davet ederek “Önümüzdeki 1992 yılının ilk gününden itibaren naylon poşet kullanımının yasaklanacağını, bu konuda gerekli çalışmaların yapıldığını ve her türlü tedbirin alındığını” söylemişti. Basit ve radikal çözümler Devlet bu konuda ancak 27 yıl sonra, inanılmaz bir gecikmeyle harekete geçebilmiş; ancak içinde bulunduğumuz 2019 yılının başında plastik poşetleri paralı hale getirerek kullanımın bir çırpıda yüzde 75 oranında azalmasını sağlamıştır. Poşetlerin 25 kuruşa verilmesi gibi çok sıradan bir uygulama bile kullanımın bu oranda azalmasına yetmiştir. Bu basit çözümün niçin yıllarca akıl edilemediğine, bu kadar yıl ülkemizin kirletilmesine niçin seyirci kalındığına üzülmemek, bu konudaki ihmallerinden dolayı ilgili ve yetkilileri kınamamak elde değil. Bugün artık marketlerde kasiyerlerin elinin altında tomar tomar poşet bulundurulduğu, isteyen müşteriye sınırsızca poşet verildiği günleri geride bırakmış bulunuyoruz. Gelişmiş ülkelerin yıllar önce yaptığı düzenlemeleri, aldığı tedbirleri biz çok gecikerek hayata geçirmiş olduk. Şimdi sıra tek kullanımlık plastik kap kacaklarda. Avrupa’nın hemen hemen bütün ülkelerinde ve gelişmiş birçok başka ülkede tek kullanımlık plastik araç gereçler yasaklanmış bulunuyor. Bizde de mutlaka yasaklanmalıdır. Plastik poşetler ve tek kullanımlık plastik maddeler birçok bakımdan doğaya zarar vermekle kalmıyor; çok çirkin, çok ilkel görüntü kirliliği de oluşturuyor. Hele yaz aylarında kırsal piknik alanlarından sahillere, bilumum plajlara kadar ayakaltı her yer naylon poşet ve tek kullanımlık plastik madde atıklarının işgaline uğruyor. Poşet kısıtlamasına tek kullanımlık plastik maddelerin yasağı da eklenirse, belki daha temiz görünümlü bir çevreye kavuşabiliriz. Plastik poşet ve plastik diğer araç gereçler konusunda radikal çözüm ise, onların kullanımını kısıtlamak veya en aza indirmek değil, doğaya zarar vermeden onların yerini tutabilecek alternatif araçlar üretmek ve başta poşetler olmak üzere tüm plastik eşyaları hayatımızdan çıkarmaktır. ’vearan
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle