16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 15 Ocak 2019 salı [email protected] TASARIM: BAHADIR AKTAŞ olaylar ve görüşler Hukukortamında kargaşa Hikâyeleri özetlenen kişilerin ortak bir özellikleri var. Biat etmemek, boyun eğmemek; araştırmak, sorgulamak, düşünmek; düşüncelerini ve görüşlerini gelebilecek farklı yaptırımları da göze alarak açıklamak, susmamak... Çok izlenen televizyon kanalları, tam seçim arifesinde, yayın durdurma cezaları ile susturuluyor. Nuri ALAN / Eski Danıştay Başkanı 2018 yılının son ayı, ağır ve hareketli bir siyasi ortamda, anayasa ile çatışan ve çelişen, zaman zaman anayasa ihlaline varan eylem ve söylemlerle dolu olarak geçti. Bunlara ilişkin görüş ve önerilerimi yazmadan önce Cumhurbaşkanının statüsü ile ilgili bir değerlendirme yapmak istiyorum. 6771 sayılı kanunla 1982 Anayasası’nın 101’inci maddesi yeniden düzenlendi; maddenin “Nitelikleri ve tarafsızlığı” olan başlığı “Adaylık ve seçimi” olarak değiştirildi; maddenin son fıkrasında yer alan “Cumhurbaşkanı seçilenlerin, varsa partisi ile ilişiği kesilir..” hükmü de kaldırıldı. Böylece Cumhurbaşkanının siyasi bir partiye üye olabilmesinin yolu açıldı. Yeni 101’inci maddenin hükmü, 6771 sayılı kanunun yayımı tarihinde yürürlüğe girdiğinden Sayın Recep Tayyip Erdoğan, partisi ile ilişkisini kesintisiz sürdürdü ve bu partinin genel başkanı olarak siyasete devam etti. İki ayrı statü Görüldüğü üzere yeni anayasal düzende Cumhurbaşkanlığı’na seçilen kişi iki ayrı statü (hukuki durum) içinde bulunuyor: “Cumhurbaşkanlığı” ve partili olan Cumhurbaşkanının üye olarak kalması işin doğasına uygun olmadığından “iktidar partisi Genel Başkanlığı”. Sayın Erdoğan bu iki farklı statüyü çok iyi biliyor ve kullanıyor. Bu husus konuşmalarındaki üslup ve içerik farklılığından kolayca anlaşılıyor. Sayın Erdoğan’ın ülkemizin gerginlik üzerine kurulu günlük siyaset ortamında siyasi parti genel başkanı olarak yaptığı konuşmaların, diğer siyasi partilerin genel başkanlarının yaptığı konuşmalarla aynı değer ve nitelikte olduğunu kabul etmek, bu konuşmalara karşı kamuoyunda oluşabilecek tepkileri de farklı şekilde değerlendirmemek gerekir. Öte yandan, Sayın Erdoğan’ın sözlerinin muhatabı olan kişilerin ve bu sözlerle dikkatleri çekilen, uyarılan kamu kurumlarının, makam sahiplerinin, savcı ve mahkemelerin de özenle bu statü ayrımını dikkate almaları zorunludur. Danıştay savcısı kim? Sayın Erdoğan, aralık ayı başında, Üsküdar’da yapılan toplu açılış töreninde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde başörtüsü serbestliğinin iptali için açılan davada Danıştay Savcısı’nın verdiği “Düşünce”yi eleştirdi, kendisini kınadı ve sorguladı. Aslında önemli bir söylemdi. Üzerinde durulmadı, muhalefet de suskun kaldı. Anayasanın 140’ıncı maddesine göre hâkimler ve savcılar adli ve idari yargı hâkim ve savcıları olarak görev yaparlar; hâkimlerin ve savcıların özlük işleri mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kanunla düzenlenir. Danıştay Kanunu’nun 61’inci maddesine göre de savcılar, ilk derece mahkemesi olarak Danıştay’da görülen davalarda, Başsavcı adına, ilgili dosyayı incelerler; gerekçeli ve yazılı olarak esas hakkındaki düşüncelerini bildirirler. O halde Sayın Erdoğan’ın sorguladığı kişi, statüsü itibarıyla dayanağını anayasadan alan bir görevde, ilgili Emin Çölaşan Necati Doğru Fatih Portakal Metin Akpınar Müjdat Gezen kanuna göre vazifesini yerine getiren bir yargı mensubudur. Görevlilerin tarafsızlığı Önemli kamu görevini ifa eden kurum ve kuruluşlarda, örneğin yargıda, polis teşkilatında, orduda görevin ifası sırasında, görevlinin etnik kimliğini, felsefi görüşünü, dini aidiyetini simgeleyen giysi ve işaretleri kullanmamaları gerektiği; aksi halin, bu görevlerden yararlananların, bu görevle herhangi bir şekilde ilgili olanların hizmet yönünden güven duygularını olumsuz yönde etkileyeceği, görevi yapanların tarafsızlığını tartışmalı hale getireceği hukuk devletinde genel kabul gören bir görüştür. Sayın Erdoğan’dan bir gün sonra Adalet Bakanı, aba altından sopa gösterircesine, davayı reddeden Danıştay Dairesi’ne övgüler yağdırdı. Daire iptal kararı verseydi Sayın Bakan neler söyleyecekti? Savcının düşüncesinin gerekçesini bilmiyorum. Ancak sonuç itibarıyla yukarıdaki görüşe uygun olan düşüncesinde sorgulanacak bir husus bulunmadığını düşünüyorum. Yazar, sanatçı, rtük Aralık ayındaki asıl hareketlilik, başlıktaki konularda yaşandı. Öncelik Sözcü gazetesinde. Sözcü yazarları Emin Çölaşan, Necati Doğru, Genel Yayın Yönetmeni Metin Yılmaz, yöneticiler Mustafa Çetin ve Yücel Arı hakkında FETÖ’ye bilerek yardım suçlaması ile dava açıldı. 7.5 yıldan 15 yıla kadar hapis istemiyle düzenlenen iddianame mahkeme tarafından kabul edildi. Emin Çölaşan savunmasını hazırlamak için yazılarına ara verdi. 20132015 senelerinde Sözcü’deki haberler nedeniyle suçlanan Yücel Arı’nın o tarihte Sözcü’de olmadığı, 2016 tarihinde çalışmaya başladığı ortaya çıktı. Muhalefetteki parti genel başkanlarından iktidar yanlısı gazetecilere kadar birçok kişiden güçlü tepkiler geldi; tepkiler uzun süre devam etti. FETÖ’ye yardım suçlamalarının gerekli gereksiz her yerde gündeme getirilmesinin ve baştan sona onunla mücadele edenlerin de suçlular kefesine konulmasının bu mücadeleyi sulandırdığı, mücadeleye halkın verdiği desteği zayıflatacağı ileri sürüldü. “Sözcü’den FETÖ çıkmaz” sloganı kamuoyunda büyük destek gördü. Hemen ardından Fatih Portakal olayı yaşandı. Fox TV haber sunucusunun Saray Sözcüsü İbrahim Kalın’ın “insanlar barışçıl gösteri yapmalılar” sözüne gönderme yaparak “Haydi bakalım barışçıl bir eylem için protesto edelim... Yapabilecek miyiz? Kaç kişi çıkacak sokağa, korkudan, endişeden ...” sözlerine Sayın Erdoğan’ın tepkisi çok ağır, çok sert oldu. Ardından İstanbul Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı, “suç işlemeye alenen tahrik” suçundan Fatih Portakal hakkında soruşturmayı başlattı. Kısa süre sonra sanatçılar gündeme geldi. Halk TV’de Uğur Dündar’ın Halk Arenası programına Metin Akpınar ve Müjdat Gezen konuk olarak katılmışlardı. Akpınar ve Gezen Metin Akpınar, 1957’de “Sahne Z’de, 1970’li senelerde de Devlet Tiyatrosu’nda oynanan Eugene Ionesco’nun totaliter rejimleri eleştiren “Gergedanlar” oyununun yorumunu yaparak sadece postallı gergedanların değil, kökten dinci ve etnik gergedanların da toplumda kutuplaşmaya ve kargaşaya neden olduğunu, bunu önlemenin tek çaresinin demokrasi olduğunu söyledi. Bu geçişi yaparken muhtemelen canlı yayında olmanın heyecanı içinde, maksadı aşan bir ifade ile totaliter liderlerin akıbeti ile ilgili ifadeleri oldu. Konuşmanın bütünü değerlendirildiğinde Akpınar’ın amacının “demokrasi” vurgusu olduğu anlaşılıyor. Müjdat Gezen ise “Herkesi azarlıyor, herkese parmak sallıyor, millete haddini bil diyor. Bak Recep Tayyip Erdoğan, benim, bizim vatanseverliğimizi sınayamazsın. Haddini bil” ifadelerini kullanmıştı. Sayın Erdoğan’ın tepkisi bu kez daha yumuşaktı: “Yargıda gereği yapılacak. Sanatçı müsveddeleri bedelini ödeyecek.” Bu açıklamanın ardından Akpınar ve Gezen hakkında İstanbul Anadolu Başsavcılığı tarafından soruşturma açıldı. Gereken işlemler hızla tamamlandı. Sabahın erken saatinde Metin Akpınar polis aracıyla, Müjdat Gezen polis otosuna binmeyi reddettiğinden polis refakatinde kendi arabasıyla Anadolu Adalet Sarayı’na götürüldüler. Savcılık tarafından ifadesi alınan Gezen, “Cumhurbaşkanına hakaret”, Akpınar “Halkı T.C. hükümetine karşı silahlı isyana tahrik ve Cumhurbaşkanına hakaret” suçlarından sevk edildikleri mahkemece yurtdışına çıkış yasağı konularak haftada bir gün imza şartıyla serbest bırakıldılar. Metin Akpınar’ın sabahleyin Adliye binasında elinde tostayranla yaptığı kahvaltıyı gösteren fotoğraf olayın simgesi oldu. ‘Konuşmak istemiyorum’ Müjdat Gezen, Adliye çıkışında “konuşursam yeni bir suç oluşturulabilir, onun için konuşmak istemiyorum” deyip devam etti: Hakareti yapan Cumhurbaşkanı, yargılanan Müjdat Gezen... Tabii ki muhalefetten, basın kuruluşlarından, barodan, sanatçılardan ağır eleştiriler geldi. Konu Meclis’e de yansıdı. Tartışmalar gerginleşin ce oturuma ara verildi. Metin Akpınar ve Müjdat Gezen’in adli kontrol kararına, bir üst mahkemede yaptıkları itiraz reddedildi. RTÜK’ten de iki televizyon kanalı için ceza yağdı. Müşterek gerekçe “Toplumu kin ve düşmanlığa tahrik etmek, toplumda nefret duyguları oluşturmak.” Ayrıca Halk TV için, “eleştiri sınırlarını aşmak”, Fox TV için “tarafsızlık ilkesini esas almamak” gerekçeleri ileri sürüldü. Sonuçta Halk TV’de “Halk Arenası” programına 8 hafta, Fox TV Ana Haber programına üç hafta yayın durdurma cezası, Halk TV’ye 160.000 TL, Fox TV’ye bir milyona yakın para cezası verildi. Üst Kurul Başkanı Fox TV için verilen cezayı az bulurken muhalif kalan üyelerden birisi RTÜK’ün hızının göz yaşartıcı olduğunu, diğer muhalif üye de RTÜK’ün iktidarın susturma mekanizmasının bir dişlisi gibi kullanılmaması gerektiğini ifade etti. Buraya kadar, bu başlık kapsamında yer alan konularla ilgili haberleri özetlemeye çalıştım. İlgilendiğimiz konular belli bir süreçte tamamlanabiliyor ya da uzayıp gidiyor. Gazetelerde farklı biçimlerde veriliyor. Ayrıntıları veya konu ile ilgili gelişmeleri her zaman tam olarak izlemek mümkün olamıyor. Bu bakımdan tam olarak algılanıp değerlendirebilmesi için her konuyu bir bütünlük içinde derledim. Yorum yapmamaya çalıştım, belki birkaç kelime veya cümle yorum olarak algılanabilir. Ortak özellikleri Bu başlıkta örnek olarak hikâyeleri özetlenen kişilerin ortak bir özellikleri var. Biat etmemek, boyun eğmemek; araştırmak, sorgulamak, düşünmek; düşüncelerini ve görüşlerini gelebilecek farklı yaptırımları da göze alarak açıklamak, susmamak... Yine hepsinin yolu demokraside, laik hukuk devletinde ve bağımsız yargıda kesişiyor. Kendilerine söylenen sözler, uygulanan işlemler hep aynı amaca yönelik. Çok izlenen televizyon kanalları, tam seçim arifesinde, yayın durdurma cezaları ile susturuluyor. Ülkenin, özellikle muhalif kesimin gündemi birkaç gün bu konuya kilitleniyor; savunma öne çıkıyor. Bazen de işin doğasına uygun olarak ve savunma içgüdüsü ile genelde beklenen sonuç kendiliğinden oluşuyor. Örneğin Sözcü gazetesi yazarları hakkında dava açıldığında gazete bu olaya yoğunlaştı, kendi içine kapandı, yani sustu. Yazarı, yargıda savunma hazırlığı için yazılarına ara verdi. Susturmak, gündem değiştirmek.. Kısa süreli de olsa, amaç esasen bu değil mi? Kurumlar, kalkınma ve MB bağımsızlığı Doç. Dr. BİLİN NEYAPTI Kalkınma, coğrafya ve tarihin yanı sıra, toplum hayatını düzenlemek için geliştirilen kurumlar ile yakından ilişkilidir. Kurumlar, kişilerin beklentilerini ve toplumsal ilişkileri şekillendiren kültürel normlar ve yasal düzenlemelerdir (örnek: din, anayasa, devlet). Kalkınma ise büyümenin yanı sıra “etkin kurumsal değişim”, yani, toplumun tercihlerine uygun kurumların hayata geçirilebilmesini ifade eder. Kişilerin birbirine duyduğu güven, etkin kurumsal yapının göstergelerindendir. Kurumların kalkınma için önemi anlaşılmış olsa da, ideal kurumların benimsenip uygulanması basit bir politika seçimi değildir. Gelenekler yüzyıllar boyunca gelişirken, yasalar farklı nedenlerle değiştirilebilir. Ancak, kültürel özelliklerle çelişen yasal düzenlemelerin etkin ve südürülebilir olması güçtür. Toplumsal ve iktisadi dinamiklerle orantısız güç kazanan dar çıkar grupları, siyaseten de etkin bir konuma gelerek kurumların seçiminde imtiyazlı konum kazanabilirler. Bu durum, özellikle devletin teşvik ettiği iktisadi sektör Merkez Bankası bağımsızlığı (MBB), piyasalarda güven tesis kurallar ve spekülatif ederek enflasyon beklentilerinde sürpriz unsurunu azaltıp uzun dönemde paranın değerini koruyarak, yatırımların yatırımlara sınırlayan finansal denetim ve gözetim mekanizma reel sektöre yönelmesini hedefler. ları ise, parasal istik rar ve MBB ile uyumlu lerde görülür; 2000’ler Türkiyesi’nde, hızlı bunlarla ilişkisi nedir? Hedefi parasal istik olacaktır. büyüme performansıyla siyasi dönüşümü destekleyen bir sınıf yaratmak için kaynak rar olan bu kurumsal mekanizma çoklukla yanlış değerlendirilmektedir. MBB, piya İktisadi krizler akıtılan inşaat sektörü buna iyi örnektir. salarda güven tesis ederek enflasyon bek İktisadi krizler, er ya da geç geniş top Uzun vadede katma değer üretmeyecek lentilerinde sürpriz unsurunu azaltıp uzun lum kesimlerinin desteğiyle köklü kurum bir sektöre verilen imtiyazlar kalkınma ya dönemde paranın değerini koruyarak, ya sal değişimleri gerektirir. Türkiye’de de ratmadığı gibi, verimsiz kaynak dağılımı tırımların reel sektöre yönelmesini hedef 2001 krizi sonrası finansal denetim ve nın güçlendirdiği imtiyazlı gruplar, çıkarla ler. Yani, MBB, devletin uzun dönemli kal gözetim mekanizmaları güçlendirilmiş rını besleyen mekanizmalara tehdit oluş kınma stratejisinden değil, “kısa vadeli si tir. Büyük resesyon sonrası mali kurum turacak kurumsal düzenlemelere ve dola yasi amaçlardan ve güçlü çıkar grup etki larda artan zafiyet ise, finansal gelişim, yısıyla kalkınmaya da engel olacaklardır. lerinden bağımsız”lığı amaçlar. MBB ve kalkınma potansiyeli için açık ve Parasal istikrar Özellikle yüksek enflasyonun büyüme yakın tehdit oluşturmuştur. Kurumların potansiyelini azaltıp gelir dağılımını boza iyileşmesi için toplumsal talebin büyü Ancak, toplumun ihtiyaçları ile çelişen rak geniş toplum kesimlerine zarar verdiği mesi, eğitim ve örgütlülük ile orantılıdır; kurumsal düzenlemelerde ısrar edilmesi, ülkelerde, MBB parasal istikrarı sağlama ancak, önlenemez. genellikle krizlere ve kaosa yol açma po nın bir aracı olarak uygulanmaya konula Devletten beklenen, kısa vadeli ve dar tansiyeli taşır. Bu potansiyelle baş etmek, bilmiştir. Ancak, maliye ve finans politika çıkarlarla şekillenen sürdürülemez politi devlet aklına ve ülke kaynaklarının zengin larının dar çıkar çevrelerine hizmet etmesi kaların yol açacağı iktisadi ve sosyal yıkı liğine bağlıdır; kaynakların yetersiz kaldığı durumunda ortaya çıkacak refah kayıpları, mı büyütmeden, kalkınma için gerekli ma durumlarda değişim kaçınılmazdır. MBB’yi sürdürülemez kılar. li ve fınansal düzenlemeleri hayata geçire Merkez Bankası bağımsızlığının (MBB) Toplum refahına odaklı tasarlanan mali bilme vizyon ve becerisidir. Hapisteki öğrenciler Türkiye’de “Adalet istemek” de artık neredeyse suç oldu: Birtakım sanıkların avukatları da, sanıklarla aynı veya benzer suçlamalarla tutuklanıyor... Hiç katılmadığınız ve hatta tamamen karşı olduğunuz fikirleri ve eylemleri savunanlar için de adalet istediğiniz zaman siz de o fikirleri ya da eylemleri savunmakla suçlanıyor ve linç ediliyorsunuz. Bir zamanlar “Barış Dernekleri” ve “Barış İsteyenler” Komünistlikle suçlanır ve Askeri Darbe Dönemleri’nde hapse atılıp yargılanırlardı. Sevgili Ali Sirmen de bu “önyargılı” sözde “yargılamanın” mağdurlarından biridir. Bugün ise “Barış İstemek” PKK terör örgütü ile ilişkilendirilen bir suç haline getirildi; binden fazla akademisyen bu eylemden dolayı teker teker yargılanıyor ve mahkum ediliyor. Bildiri imzalayan 1128 akademisyenden biri olan Yıldız Teknik Üniversitesi eski dekanlarından değerli Prof. Dr. Haldun Gülalp, duruşmada “Beraatımı istiyorum. ‘Yaşasın adalet!’ diyorum” deyince, Mahkeme Başkanı, “Çok iddialı şeyler söylemeyin” diye yanıt veriyor ve Gülalp 1 yıl 3 ay hapis cezası verilip hükmün açıklanması geriye bırakılarak mahkum ediliyor. Neredeyse “Adalet istemek” de “Barış istemekle” aynı biçimde bir suç unsuru sayılacak! Oysa asıl, katılmadığınız ve hatta karşı olduğunuz fikirleri savunanlar ve eylemleri yapanlar için de “Adalet istediğiniz” zaman “Gerçek Adaleti” ve “Hukuk Devleti”ni savunmuş olursunuz. Çünkü “Adalet istemek”, yargılanan kişinin ne suçsuzluğunu savunmaktır ne de beraatını istemek: Sadece ve sadece “masumiyet karinesine” ve “usul hukukuna” uygun olarak adil biçimde, esas olarak, genellikle tutuksuz yargılanmasını istemektir. HHH Atasözlerimizden birini anımsayalım: “İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kötülüğe iyilik er kişinin kârı.” Ve onu bu konuya uyarlayalım: “Kendisi için ve kendisi gibi olanlar için Adalet istemek, her kişinin kârı... Herkes için, düşmanı için bile adalet istemek, er kişinin kârı!” (A harfi ince okunur: kâğıt kelimesindeki gibi. Lütfen bu sözümü bir kenara not edin; “Demokrasi” ve “Hukuk Devleti” tartışmalarınızda kullanırsınız.) HHH Hapisteki öğrenciler de ayrı bir konu: İki yıl önceki bilgilere göre bile hapisteki öğrencilerin sayısı korkutuyor! CHP İstanbul Milletvekili ve İnsan Hakları Komisyonu Üyesi Gamze Akkuş İlgezdi’nin, sorusuna yanıt veren Adalet Bakanlığı, “2016 yılı sonu itibarıyla Ceza İnfaz Kurumlarında lise ve dengi okullar ile önlisans ve lisans programlarına kayıtlı toplam hükümlü ve tutuklu öğrenci sayısının 36 bin 33, açıköğretim programlarına kayıtlı toplam hükümlü ve tutuklu sayısının ise 33 bin 268” olduğunu, yani toplam mahpus öğrenci sayısının 69 bin 301 olduğunu açıkladı. Medyada yaklaşık 70 bin öğrencinin hapiste olduğu iddialarına karşılık yeniden bir açıklama yapan Bakanlık yetkilileri, 31 Aralık 2017 itibarıyla toplam 37 bin 266 hükümlü ve tutuklunun, cezaevinde bulundukları sürede ortaokul, lise, üniversite, doktora ve yüksek lisans eğitimi aldığını bildirdi. (Eğitim almayan veya eğitime devam edemeyen öğrenci sayısı???) 2017 tarihinde hapistekilerin sayısı 220 bin dolayındadır. Öğrenci sayısının Bakanlığın bildirdiği gibi 37 bin olduğu düşünülse bile bu, (en muhafazakâr hesaplamayla dahi) hapistekilerin yüzde 17’si gibi inanılmaz bir yüzdenin öğrenci olduğunu gösteriyor. Bunlara bir de 15 Temmuz 2016 askeri kalkışmasına emirle götürülen 1200 dolayındaki askeri öğrenciyi eklerseniz durumun ne denli vahim olduğunu daha iyi anlarsınız. HHH Bugün hapisteki öğrencilerden, bir yıldır tutuklu yargılanan Berkay Ustabaş’ın duruşması var; konuyu merak edenler www.kongar.org adresinde bu hafta yazdığım “Güncel” yazıma bakabilirler. Elbette onun için de Adalet istiyoruz. HHH YAŞASIN HUKUK DEVLETİ... YAŞASIN ADALET! C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle