27 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
OLAYLAR VE GÖRÜŞLER eposta: [email protected] Cuma 21 Eylül 2018 K2 İMSE ANIMSAMAZ TASARIM: FUNDA YAŞAR ER Nurer UĞURLU YayıncıYazar Cumhuriyet Vakfı adına gazetenin imtiyaz sahibi İlhan Selçuk, Orhan Erinç ile Nurer Uğurlu’ya Cumhuriyet gazetesinde köşe açmak (1998), haftada üç ya da dört gün dönüşümlü olarak ‘fıkra’ yazmak isteğini önermişti. Nurer Uğurlu, Cumhuriyet gibi bir gazetede günlük yazı yazmanın heyecanı içinde “Biraz düşünmem gerek...” diyerek izin istemiş ve İlhan Selçuk’un yanından ayrılmış, eski binada, koridorun son odasında çalışan, yazıişleri müdürlerinden Sami Karaören’e (o sıralarda makalelerden sorumluydu) uğramış, İlhan Selçuk’un bu önerisini anlatmıştır. O hikâyenin bundan sonrası şöyledir: Sami Karaören, gazetede yayımlayacağı makalelerin birinden başını kaldırıp yüzüme baktı ve ne düşündüğümü sordu. “Birkaç gün sonra İlhan Selçuk’a kararımı bildireceğim” dedim. Usta gazeteci, günde üç paket içtiği sigarasını yeni bırakmıştı. Buğulu gözlerle beni bir süre süzdü, sonra sözlerini şöyle sürdürdü: “Cumhuriyet gibi bir gazetede gün aşırı fıkra yazmak gerçekten çok güzel ama her gün yazmak çok zor, yorucu. Günün olayları içinde yaşamak ve onları izlemek zorundasın ki, bu insanı çokça yorar. Oysa sen her hafta ilgi uyandıran bir konuda tarihsel bir makale yayımlıyorsun. Yazdıkların gazeteye gelen haberlere göre de beğeniliyor. Sonra bana yazdığını söylediğin tarihsel çalışmaların var. Günlük fıkra yazarlığı yazarı, yazdığı sürece göz önünde tutar, ilgi uyandırır. Ama bu ilgi, unutma yazının yayımlanmasından iki saat sonra biter, senin ne yazdığını, ne söylediğini çok okur anımsamaz bile. Kitap çalışması öyle mi? Kitap her zaman kalıcıdır. Kitabı okursun, sonra döner yine bakarsın, yıllar sonra yine göz atarsın. Bana göre girişeceğin fıkra yazarlığı, yapacağın kapsamlı çalışmaları öldürmez ama içindeki heyecanını söndürür. Bu konuda çok örnek verebilirim. İçlerinde senin de tanıdığın yakın arkadaşlarım var. Çok güzel şiirler, hikâyeler, romanlar yazan arkadaşlarım günlük politika yazarlığı içinde eridiler, etkilerini yitirdiler... Beni dinlersen makaleni yaz, kapsamlı çalışmalarını sürdür, sen yetenekli, kültürlü, bilgili bir arkadaşsın. Bırak fıkra yazarlığını başkaları yapsın!..” Herkesin Cumhuriyet’i Bu sırada ortak dostumuz Melih Cevdet Anday, haftalık yazısını bırakmak üzere Oktay Akbal ile birlikte odanının kapısından içeri girdi ve hemen söze başladı. Usta gazetecinin yüksek sesle, teker teker söyledikleri sözler karşısında şaşırmadım dersem yalan söylerim. Bu şaşkınlık içinde (asansörle değil) merdivenlerden ağır ağır indim. İlhan Selçuk’un önerisi ile Sami Karaören’in söyledikleri arasında kalmıştım. Bu arada kalış birkaç gün sürdü. Sonuna Karaören’in söyledikleri ağır bastı. İlhan Selçuk’a güveni için teşekkür ettim, kendisinin de yakından bildiği gibi işlerimin çok yoğun olduğunu söyledim, bu konuda beni bağışmasını istedim. Bu sözlerime İlhan Selçuk çok şaşırdı, gülerek ve birazda Adanaca takılarak: “Senin Her gün gazetede yazı yazmak çok zor bir iş, ağır sorumluluk ister. Diğer gazetelerin olduğu gibi Cumhuriyet gazetesinin de okurları çokkültürlüdür. Açıkça söylemek gerekirse, yazarlar çok kere bu okur kültürü karşısında “toy bir delikanlı” gibi kalır. Bu, dün olduğu gibi bugün de böyledir. Turhan Selçuk de yakından tanıdığın çok kişi var ki Cumhuriyet’te yazmak için can atıyor, sen yan çiziyorsun. Biz yanlış şalgamcının mı kapısını çaldık?” İlhan Selçuk daha sözünü bitirmemişti ki, kapıdan içeri Attilâ İlhan girdi. HHH Bu olaydan bir hafta sonra, Sami Karaören’e ikinci sayfaya hazırladığım yazıyı vermek için gazetenin büyük demir kapısından içeri girer girmez Attilâ İlhan’la karşılaştım. Hatır sorduktan sonra, büyük bir merakla: “Hayrola?” dedim. Attilâ İlhan gülerek: “İlhan çağırdı, üç gün gazetede yazmamı istedi” dedi. Çok şaşırmıştım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. “Hayırlı olsun” sözü dudaklarımdan döküldü. O, Babıâli’nin gün görmüş, günler görmüş parke sokağında ağır ağır yol alırken, ben asansörle gazetenin üst katına çıktım. Sami Karaören’in odasına girdim: “Biraz önce büyük demir kapı önünde Attila İlhan’la karşılaştım” dedim. Sami Karaören gülerek: “Az önce İlhan’ın odasından çıktı. Selâmlaştık” dedi. Ben Karaören’e Attila İlhan’ın bana söylediklerini anlattım. O da benim gibi çok şaşırdı. Koridorda on adım attıktan sonra İlhan Selçuk’un odasının kapısını çaldım. O gün İlhan Selçuk, Orhan Erinç’le birlikte on beş gün sonra cuma günü vereceğimiz kitabı konuşacaktık. İlhan Selçuk odada yalnız oturuyordu, Orhan Erinç’in odası, İlhan Selçuk odasının yanındaydı. Selâmdan sonra İlhan Selçuk’a: “Biraz önce büyük demir kapı önünde Attila İlhan’la karşılaştım. Gazeteye çağırmışsınız, yazmasını istemişsiniz!” dedim. İlhan Selçuk, gülümseyerek: “Öyle mi söyledi?” “Evet!” İlhan Selçuk benimle olan konuşmasını şöyle sürdürdü: “Telefon etti, benimle görüşmek istediğini söyledi. Ben de her gün öğleden sonra gazetede olduğumu söyledim. Geldi, oturdu, çay içti. Gazetede yazmak istediğini bildirdi. Çok şa şırdım. Oturduğum yerden kalktım, kitaplıktan Attilâ’nın “Hangi Sol” (1971) adlı kitabını aldım. Orada benimle, Yunus Nadi ve Nadir Nadi ile ilgili eleştiri sınırlarını aşan, yergilerle dolu yazdıklarını yüzüne karşı okudum. Sonra “Hangi Atatürk” (1981) kitabındaki bana sövgülerini... Bu yazılar ortada dururken Attila İlhan Cumhuriyet gazetesinde nasıl yazar, dedim.” İlgi ve şaşkınlıkla İlhan Selçuk’un anlattıklarını dinliyordum. Dayanamadım, “Peki, ne dedi” diye sordum. İlhan Selçuk, gülümseyen bir yüzle: “Canım İlhan, bilirsin gazeteciler arasında böyle tartışmalar, dalaşmalar olur, sonra unutulur. Boş ver!” dedi. “Attilâ’nın sözünü kestim. Bu gazete sana, senin düşündüğün gibi bir para da ödeyemez, şu an hiç. Ekonomik durumumuz iyi olursa belki. Ona göre... Attila sözümü kesti, paranın önemli olmadığını söyledi. O zaman yazabileceğini söyledim.” Attilâ İlhan’a muhalefet Ben dayanamayarak, “Son yıllarda Osmanlı hayranlığı içeren ‘Fena Halde Leman’ (1980), ‘Dersaadette Sabah Ezanları’ (1982) adlı, ağdalı anlatımlı ve uzun tamlamalı romanları tutucu ve bağnaz çevrelerce göklere çıkarılan bir yazarı, Cumhuriyet gazetesi okurlarına nasıl kabul ettireceksiniz” diye sordum. Bir hafta sonra Attilâ İlhan, birinci sayfadan küçük bir duyuru ile gazetenin arka sayfasında yazmaya başladı. İlhan Selçuk’a söylediğim oldu. Cumhuriyet gazetesi okurları bu olaya çok sert karşı çıktılar. Kimi okurlar gazeteyi protesto eden yazılar, bildiriler kaleme aldılar. Okurlar istedi Bu çok sert karşı çıkmayı Cumhuriyet gazetesi çalışanları tahmin etmişlerdi ama İlhan Selçuk değil. Nitekim Attilâ İlhan’ın kimi yazıları, örneğin Türk devrimi ve İsmet İnönü ile ilgili olanları, gazetede yayımlan İlhan Selçuk madı. Yazılarında hiçbir zaman “Atatürk” adını kullanmadı, “Gazi” dedi. İsmet Paşa’ya olan kinini ve öfkesini engelleyemedi. Bazı devrimlere, özellikle dil devrimine, açıkça karşı çıktı, Osmanlıca sözcük ve tamlamalara ağırlık veren yazılar kaleme aldı. Attila İlhan, Cumhuriyet gazetesinde yazdığı sürece İlhan Selçuk’un düşünce yelpazesini geniş tutalım, karşıt görüşlü yazarlara da gazetede yer verelim, görüşü pek geçerli olmadı. Sonunda Cumhuriyet gazetesi okurları ağır bastılar, Attilâ İlhan’ın gazetenin sözü geçen yazarları arasında yer almasına izin vermediler. Bu sözleri niçin mi yazdım? Şunun için: Her gün ya da günaşırı gazetede yazı yazmak çok zor bir iş, ağır sorumluluk ister. Bu arada şunu da açıkça söylemek isterim ki, diğer gazetelerimizin olduğu gibi Cumhuriyet gazetesinin de okurları çok kültürlüdür. Gazete yazarları çok kere bu okur kültürü karşısında “toy bir delikanlı” gibi kalır. Bu dün olduğu gibi bugün de bu böyledir. Öyle biline! HHH Bir süre sonra Orhan Erinç’in de bu konuda İlhan Selçuk’a söyledikleri, benim söylediklerimden pek değişik olmamıştı. Kendisinin önce gazeteci olduğunu söyleyen Orhan Erinç, İlhan Selçuk’un önerdiği ‘fıkra’ yazarlığından bağışlanmasını dilemişti. Ama o, gazetede sürekli çalışan biri olması dolayısıyla İlhan Selçuk tarafından hem gazeteci, hem fıkra yazarı olarak işini sürdürmekle görevlendirildi. Bana göre Orhan Erinç, o günden sonra, gazetede her ikisini de başarıyla sürdüren ve sürdürmekte olan bir yazar oldu. Nurer Uğurlu da, usta gazeteci Sami Karaören’in önerdiği gibi “Tarihte Türkler” dizisini yazmasını sürdürdü, son yıllarda yayımladığı kapsamlı ve yoğun kitaplarla çalışmasının ürünlerini aydan aya, yıldan yıla çoğalttı. Sami Karaören, “Gazete yazarlığının ömrü sabahtan öğlene kadar iki saattir, öğleden sonra senin ne yazdığını kimse anımsamaz” derdi ki, çok doğru! Psikoz! Michigan’da Master yaparken, hem insana duyduğum meraktan hem de eğitim programında önerildiği için, çok yoğun olarak psikoloji ve psikopatoloji (psikolojik hastalıklar) dersleri almıştım. Son zamanlarda toplumca, etnik ve mezhepsel eksenlere ilaveten, siyasal ve kültürel olarak, hatta yemek, içmek, gezmek, eğlenmek gibi, günlük yaşamın olağan alanlarında bile karşıt gruplara bölündüğümüzü, birbirimize çok düşmanlaştığımızı, üstelik de geniş halk kitleleriyle yöneticilerimiz arasında bu konularda ciddi teşhis farkları oluştuğunu görmeye başlayınca acaba “toplumsal kökenli bir psikoz ile mi karşı karşıyayız?” diye düşündüm. HHH Psikoz, gerçeklerden kopmak demektir... Kimi zaman geçicidir, kimi zaman kalıcı nitelik taşır; insanların çevrelerindeki gerçekleri, olduklarından farklı biçimde algılamalarını ve üstelik de bu algıları, yine bağlamlarından kopuk biçimde yorumlamalarını içerir. HHH İnsanlar neden psikoza yakalanır: 1) Ölüm, hastalık, terk edilme, işten atılma gibi büyük acılar yaşadıklarında... 2) Çözüm yeteneklerini aşan, çözemeyeceklerini düşündükleri sorunlarla karşılaştıklarında; yetenekleri ihtiraslarının çok gerisinde kaldığında... 3) Duygularında, düşüncelerinde, inançlarında, ilişkilerinde tutum ve davranışlarında, büyük çelişkiler, uzlaşmaz zıtlıklar yaşadıklarında... 4) Büyük ve/veya sürekli baskılar altında kaldıklarında... 5) Ait olduklarını düşündükleri gruplar tarafından dışlandıklarında... 6) Kendilerini büyük bir tehdit altında hissettiklerinde, korktuklarında... 7) Zaten hassas oldukları konularda üst üste darbe yediklerinde ve çok üzüldüklerinde... 8) Başka çelişki ve/veya gerginlik hallerinde. HHH Psikoz belirtileri: 1) Olmayan sesler duymak, hayaller görmek... 2) Sürekli tehdit altındaymış, takip ediliyormuş, herkes kendisine düşmanmış gibi hissetmek... 3) Sürekli olarak duygu ve düşünce, tutum ve davranış değiştirmek.. 4) Hep yanlış anlaşıldığını iddia etmek... 5) Dostlarını ve düşmanlarını aşırı duygularla değerlendirmek ve sık sık değiştirmek... 6) Duygusal olarak çok inişli çıkışlı veya sürekli depresyon halinde olmak... 7) Gerçeklerle ve hatta birbirleriyle bile uyumlu olmayan duygu, düşünce, tutum ve davranışlar sergilemek. HHH Toplumlar: İçlerindeki farklı gruplar kendilerini ne denli özgürce ifade edebiliyor, yönetimde ne denli temsil edilebiliyor, kendilerini çoğunluğa ve yönetime karşı ne kadar güvenli hissediyorlarsa; yani temel hak ve özgürlükler ne denli yerleşik ve yaygınsa... Yöneticiler, halka ne denli yakın, halkla ne denli yoğun ve gerçekçi diyalog içindelerse... O kadar sağlıklı olurlar! HHH DİREN RUH SAĞLIĞI! Taylan Özbay Yazar Liberal virüs sola hangi çatlaktan sızdı, hangi boşluğun yerine çöreklendi? Durup düşünme vakti... Cumhuriyet devrimi, özgürlüğü elinden alınmış, insanlık onuru çiğnenmiş Anadolu halkının “Hayır” deyişi; Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde zincirlerini kırarak ayağa kalkışıdır yeniden. Tarihteki yeri eşsizdir Mustafa Kemal bir büyük bağımsızlık savaşçısı olduğu kadar; kara cehalete teslim edilmiş insanımızın aydınlanma savaşının da başlatıcısı ve lideridir. Cumhuriyet devrimi, bütünsel bir silkiniş, karanlıkların içinden koşar adım gelip çağı yakalama, insanlığın en güzel ilkelerinde başka toplumlarla eşitlenme gayretidir. Bu nedenle, Mustafa Kemal’in altı ilkesinin rehberi devrimciliktedir; duran, yavaşlayan geride kalır. Biz buna Atatürkçülük diyoruz... Toplumsal gerçeklik değişkendir; çağa, bilime, teknolojiye, egemenlik ilişkilerine, iktisadi yansımalara göre farklılık gösterir. ADIMLARI ÇOĞALTMAK Sınıf kavramı Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Türkiye düşün hayatına girmiştir. Cumhuriyet aydını bu kavgada hiç duraksamadan, Mustafa Kemal’in halkçılık ilkesi temelinde taraf olmuştur. ‘Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir’ diyen güçlü ses, yarına bu yeni gerçeklik ışığında taşınmıştır Aydın, bu değişkenliği halkının yararına yorumlayan insan demektir. Cumhuriyet aydını kökenini kendi devriminde bulur, onun ilkelerine sımsıkı sarılmıştır, korumak kadar geliştirmeyi de dert edinir kendine. Sınıf gerçeği, bu toprağa Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra gelmiştir. Bağımsızlığını kuşanan halk, aydınlanmış, tarihsel olarak ilerlemiş, sonra da insanın insanı sömürmemesi, güçlünün güçsüzü ezmemesi kavgasına girişmiştir edindiği bilinçle; bu kavganın adı sosyalizmdir. Cumhuriyet aydını bu kavgada hiç duraksamadan taraf olmuştur. Mustafa Kemal’in halkçılık ilkesi sınıf gerçekliğinde yeniden yorum lanmış, ‘Hangi halk’ sorusuyla yüzleşilmiş, ‘Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir’ diyen güçlü ses, yarına bu yeni gerçeklik ışığında taşınmıştır. Bu toprağın gerçek Atatürkçüleri, insanı yüceltmek anlamına gelen Cumhuriyet devrimini yarına taşırken, ‘Türkiye gerçeklerine uygun ve özgün bir sosyalizmin’ yollarını aramaya koyulmuşlardır. “Bugünkü Türkiye, Kemalizmin ‘devrimcilik’ ilkesini uygulayarak yapılacak yeni devrimleri bekliyor” der İlhan Selçuk, 1961’de kaleme alınmış yazısında. “Halkçılık ilkesi halkın bir mutlu azınlık elinde cennet vaatleri ile ömrübillah sömürülmesi sayılıyorsa biz Atatürkçü değiliz!” diyen Na dir Nadi’nin sesidir. Yolu Uğur Mumcu gösterir, “Ku vayı Milliye ruhu ile yeniden örgütlenmek, emperyalizme karşı bağımsızlık kavgası demek olan Kemalist devrim meşalesini yükseltmek ve ulusal bağımsızlık bilincinden kaynaklanacak sosyalist düşünceleri, bu potada birleştirmek, yakın gündemin en güncel sorunu olmalıdır.” Bu toprağın en özgün düşünsel damarıdır bu, emeği ve aydınlanmayı bir arada savunup, hep en yüce değer tutmanın ışıl ışıl yoludur. Kemalizm ve sosyalizm, ancak bir arada, ancak biri diğerinde kaynağını, öbürü geleceğini bulacaksa, halkımız insana yakışan yarınların yolunu açacaktır. “Emekçi halk kitlelerinin alın terini sömürenler, kör inançlara sığınarak aklın ışığını karartmak isterler” der Cumhuriyet bilgesi İlhan Selçuk. Bugün Türkiye’nin gelip dayandığı nokta tam olarak budur. Ve bu toprakta aklın ışığını karartanlara karşı kavganın adı Kemalizm; emekçi halk kitlelerinin alın terini sömürenlere karşı kavganın adı ise sosyalizmdir. Bütünsel bir kavgadır, biri olmadan diğeri olmaz. Çağın insanının, toplumunun gerçeğidir. Liberal virüsün silmeye çalıştığı bir düşünsel gelenek, Cumhuriyet aydınının ayak izleridir. Öyleyse?.. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle