18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Cuma 18 Mayıs 2018 4 Bir umut ışığıdır ‘Nutuk’ Yarın Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışının 99. yıldönümü. Mustafa Kemal Atatürk’ün eseri Nutuk, Samsun’a çıkışıyla başlar. Nutuk, başta Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun unutulmaz “Söylev”i olmak üzere pek çok araştırmacı yazar tarafından günümüz Türkçesine aktarılmıştır. Bu yıl da Emre Kongar bu büyük eserin çarpıcı bölümlerini almak, konuşulan Türkçeye aktarmak, metinlerin başına ve sonuna kendi yorumlarını koyarak, tarih içindeki yerlerine oturtmak suretiyle bize Nutuk’un kendi yorumunu sunmuş. Emre Kongar’ın bilim adamlığı kadar aileden tevarüs ettiği hocalık yanı da gelişmiş olduğundan, yazılarıyla ve kitaplarıyla okurlarını düşündürür, onlara sorular sordurur, insanda daha fazla okumak ve tartışmak isteği yaratırken, yeni de ufuklar açar. Nutuk’ta da öyle oluyor. Kitabın girişinde “Türk Devrimi’nin Tarihte Eşi Yoktur” bölümünde uzun uzun düşündürüyor. HHH Türk Devrimi’ni özellikle Fransız Devrimi’nden ayıran birinci farklılığının Osmanlı İmparatorluğu’nun Endüstri Devrimi’nin teknolojik ve ideolojik yeniliklerini kaçırmış olması olduğunu söyleyen Emre Hoca şöyle devam ediyor: “Toplum sadece Batı’nın izlediği ekonomik ve teknik gelişmelerin gerisinde kalmamıştı. Ayrıca siyasal, toplumsal, ideolojik ve sınıfsal olarak ağalığı yıkan ve demokrasiyi kuran sermaye sınıfı ile işçi sınıfını geliştirememiş, bu nedenle de İmparatorluk kendi iç dinamiğiyle evrimleşememiş, ilerleyememişti. Atatürk İstiklal Savaşı’nı temelde toprak ağalarından ve köylülerden oluşan tarım toplumunun feodal sınıflarıyla gerçekleştirme mucizesini göstermiştir. 1920’ler, 30’lar Türkiyesi’nde Batı’daki Fransız İhtilali’ni ve Endüstri Devrimi’ni yaratan toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal koşullar yoktu.” Nutuk’un sadece Türkiye için değil, bütün Doğu (İslam) ülkeleri için de bir İslam (Doğu) toplumunun emperyalizmin boyunduruğundan nasıl kurtulduğunu ve nasıl bir çağdaş devlete dönüştüğünü anlatması bakımından bütün bu ülkeler açısından da çok önemli bir belge olduğunu söyleyen Emre Hoca’nın bu görüşlerine, aynı zamanda Rönesans’ın, laikliğin, Fransız Devrimi’nin kazanımlarını ilk kez Batı (Hıristiyan) bir toplum dışında yaşama geçiren Türk Devrimi’nin çağdaş değerlerin evrenselliğini kanıtlaması açısından tüm dünya için önemli olduğu düşüncesini ekleyebiliriz sanırım. HHH Bütün bu noktalarda Emre Kongar’a katılırken, birden kitabının yayımlandığı, Türk Devrimi’nin iktidar tarafından sorgulandığı, kötülendiği, horlandığı, evrensel laiklik ilkesinin ayaklar altına alındığı, köylü tarım toplumu kültürünün, herkese dayatılarak egemen hale getirildiği 2018 yılı Türkiyesi’nin durumunu düşünüyor ve ister istemez soruyorsunuz: Peki nasıl oldu da böylesine eşsiz bir devrimi gerçekleştiren toplum yeniden bu duruma düştü? Bu soru ile birlikte Fransız Devrimi’nin 200. yılı olan 1989’u anımsadım. O yıl bütün Fransa devrimi tartışıyor, karşıtları devrimin çok kötü olduğunu, götürdüklerinin ve şiddetinin getirdiklerinden daha fazla olduğunu söylüyorlardı. Olay sanki üç gün önce olmuş gibi canlıydı ve heyecanla ele alınıyordu. Normaldi. Devrimler bir kez olup iz bırakmadan geçip giden olaylar değillerdi. Onlar devam eden canlı süreçlerdi. 1989’da hâlâ tutkuyla tartışılması da Fransız Devrimi’nin canlılığının kanıtıydı. Kazanımlar için de aynı şey söz konusuydu. Hiçbir devrimin hiçbir kazanımı bir kez elde edildikten sonra kulağının üzerine yatarak korunamıyordu. Onları değişen toplumsal koşullara göre geliştirmek, sürekli beslemek, korumaya çalışmak gerekiyordu. Fransa 1789 Devrimi’nin eşitlik ilkesini, toplumun yarısı kadınların hakları konusunda 1950’lerde çıkardığı yasalarla tam olarak yaşama geçirebilmişti. Ama sonunda Fransız Devrimi’nin kazanımları artık tartışmasız olarak evrenselleşmişti. “Emre Kongar seçkisiyle Nutuk”u bu gözle okudum. Çok ihtiyacım olan umut ışığını buldum bir kez daha. TASARIM: FUNDA YAŞAR ER ‘Hep kendi ocağınızaMUĞLA ÇİFTÇİ MİYASE yağdırmayın yağmuru’ Miyase Teyze ilkokulda çiçek başkanıymış. Şimdilerde evinin bahçesinde hâlâ çiçek başkanı. Siz hiç 80 yaşındaki bir insanın 95 yaşındaki öğretmeniyle karşılaşmasını anlatırken gözlerinin nasıl parladığını gördünüz mü? Ben gördüm. Miyase Teyze, küçük bir kız çocuğuna dönüştü öğretmeniyle karşılaşmasını anlatırken. “Görünce öğretmenim İzzet Kaya’yı aldım bastonumu gittim önüne oturdum. Beni hemen tanıdı. Zaten çok severdi. Odasını hep bana temizletirdi. Beni çiçek başkanı yapmıştı. Gittim, ‘Hocam’ dedim ellerinden öptüm, ‘Beni’ dedim ‘okulumda nasıl yetiştirdinse, nasıl terbiye verdiysen ben oradan geliyorum, hakkını helal et hocam’ dedim. ‘Helal olsun kızım sana’ dedi...” Bundan 70 yıl önce, Muğla’nın o zamanlar doğru dürüst yolu bile olmayan küçücük bir kıyı köyünde tek sınıflı ilkokula giden Miyase, o okulda öğrendikleriyle bütün bir dünyayı anlayarak ve hem kendi hayatını hem de genel olarak hayatı anlamlandırarak 80 yaşına gelen aydınlık bir köylü kadını. Biz onunla neredeyse yirmi yıl önce tanıştık. Miyase Özdaş, köyde aldığımız arsanın bizden birkaç önceki sahibiydi. El değiştire değiştire bize kadar gelen o küçük toprak parçasının hikâyesini ballandıra ballandıra anlatmaya bayılırdı. O zamanlar daha 60’larının başındaydı. Karınca gibi çalışkandı. Hiç yerinde durmazdı. Ninelerinin dedelerinin bu topraklara neler ekip biçtiğini, hangi meyveleri topladığını, hayvanları nasıl güttüğünü, sütü nasıl aldığını, tavuğu nasıl yetiştirdiğini, derelerin bir zamanlar nasıl gürül gürül aktığını yerel aksanıyla hep ondan dinledim. Bir de siyasi mevzuları severdi Miyase Teyze. Memleket meseleleriyle hep yakından ilgilenirdi. Şu son yirmi yılda nice aydının ve siyasetçinin kafasını karıştıran, onları yanıltan meseleler onun aklını hiç karıştırmadı. Ne verilen vaatler, ne takılan maskeler onu yanıltmadı. Baktığını gören, gördüğünü anlayan, anladığını çok net bir şekilde anlatabilen aydınlık bir Anadolu kadınıdır Miyase Teyze. Çiçek başkanı Şimdilerde 80 yaşında. Kendisinden on yaş büyük Ahmet Amca’yla birlikte, Gümüşlük’te hâlâ iki arsa ötemde o küçücük taş evde yaşıyor. Onu tanıdığım bu süre zarfı içinde biraz yoruldu. Artık hayvanları yok kapımın önünden geçirdiği. Eskisi kadar dışarı çıkamıyor. Sürpriz yapıp bahçeme benim için ufacık bostanlar kuramıyor. Ama Ramazan geliyor diye evin duvarlarını Ahmet Amca ile birlikte hâlâ kendisi kireçliyor. Ağır hareketlerle, aheste aheste ama büyük bir dirençle her işini kendisi görüyor. En önemlisi zihni hâlâ pırıl pırıl, heyecanı capcanlı. Neredeyse köyünden hiç çıkmamış, küçücük dünyasında büyük bir hayat yaşamış olan Miyase Teyze’ye “Gelsem senle biraz hayattan biraz da siyasetten konuşsak, gazete için söyleşi yapsak olur mu” diye soruyorum. “Gel kızım, konuşalım tabii, aklım dilim döndüğünce her bi’şeyi anlatıverem sana” diyor. Mevsimlerden ilkbahar. İlkokulda çi ÖNER KARAÇİÇEK çek başkanı olan Miyase Teyze bahçedeki tüm çiçeklerini azdırmış yine. Rengârenk bir çiçek denizinden geçerek giriyorum evine. Önce biraz eski zamanlardan konuşuyoruz. Çocukluğunu anlatıyor. Okulu ne kadar çok sevdiğini. Öğretmeninin ona ne kadar değer verdiğini. “Her şeyi öğretmenden öğrenirsin çok önemlidir öğretmen” diyor. Okusa okurmuş. Ama annesi erken ölünce yoksul babasının gücü onu okutmaya yetmemiş. “Benim annem öldüğünde ben sekiz yaşındaydım, diploma bile alamadım. Beşinci sınıfa pek iyi dereceyle geçtiydim. Ama öksüz kaldım, hadi yaşını büyütelim evlendirelim, dediler. Peki dedim. Benim babacığımın kuvveti olsa okurdum ben. Ama babamın üç tane yetimi vardı, bir de üvey kardeşim geldi beş kişi olduk. Ne yapsın, birer birer evlendirdi hepimizi. Ama çok güzel bir insandı. Ölmeden önce bana ‘Dünya darlığı görme’ dedi. Ben babamın duasını aldım ya hiç darlığım yok hayatımda. Hep şükür ederim, sabrederim...” Okusa okurmuş Miyase Teyze. Harika da bir meslek kadını olurmuş. Ama kendi neslinin çoğu köylü kadını gibi köyünden pek çıkmadan küçücük bir hayat yaşamış. Ve bu küçücük hayatı içinden koca dünyayı kavramış. Yine kendi neslinin birçok kadını gibi. Toprağın bilgeleştirdiği insanlardan Miyase Teyze. O bilgeliğin verdiği önsezilerle belirlenmiş değerleri var. Siyasetten bahsederken cümlelerini hep bu değerlerin etrafında kuruyor. Mesela “Sırf kendilerini düşünmesin siyasiler” diyor “Fakiri fukarayı da düşünsünler. Yağmuru hep kendi ocaklarına yağdırmasınlar”. Ben daha sormadan anlatmaya devam ediyor. ‘Köylüde de hata var’ “Eskiden bu kadar sataşma olmazdı siyasiler arasında. Birbirlerine çok saygılıydılar. Bu kadar çok çekişme yoktu. Şimdi başımızda olanlar hep itişip kakışıyorlar. Yapmasınlar. Hiç memnun değilim. Hiç!” Sonra sanki karşısında o kızdığı siyasetçilerden biri varmış gibi konuşmaya başlıyor. “Hoşgörülü ol” diyor, “Herkes senin gibi olamaz ki” diyor, “Bu ülkede açlar var, susuzlar var, yoksullar var” diyor, “Onları da düşün” diyor. Yine tekrarlıyor “Hep kendi ocağınıza yağdırmayın yağmuru”. Miyase Teyze çoğu köylü gibi devlet politikalarının bölgeye verdiği zararlardan şikâyetçi. Ürüne verilen taban fiyatların düşmesi, köylünün çiftçinin ürettiğinden para kazanamaması, artık ekip biçmemesi, mandalina bahçelerinin kaderlerine terk edilmesi hep dert onun için. “Köylüde de hata var ama” diyor. Herkesin toprağını satmasından yakınıyor. O topraklara tıkış tıkış binalar dikilmesine üzülüyor. “Hiç düşünmüyor musun, senin torunun ne yapacak, ne yiyecek, ne içecek?” Sahi torunlar ne yapıyorlar? Onun torunları okumuş çalışan gençler. Herkes kendi yağıyla kavruluyor. Ama köydeki çoğu insanın geleceği hiç düşünmeden tarlalarını satıp, araba almasına, taksicilik yapmasına içerliyor. “Turizm biterse aç hepsi” diyor. Ki bölgede turizm hızla bitiyor. “Eskiden de yoksullarmış, şimdi de yoksullar. Ama eskiden yoksul gibi yaşarlarmış.” Miyase Teyze şimdilerde bu yoksulluklarıyla zengin gibi yaşayan insanlara şaşıyor. Zenginlikle yoksulluk arasında yerini belirleyemeyen ve ahlakını da hızla yitiren bir toplumun geleceğinden endişeli. Kendi geleceğinden de. Geçmişteki huzurlu günleri çok özlüyor. Az nüfusun yaşadığı köyünde, kapısını kilitlemeden uyuduğu, geç vakitler hiç korkmadan komşusuna gidip geldiği, hiç parası olmasa bile bahçesindekileri ekip, biçip karnını doyurduğu eski zamanları anlatırken gözleri dalıp gidiyor. Ona göre bu değişimin sorumlusu “fakiri fukarayı düşünmeyen” siyasetçiler. “Hep kendilerini, hep kendilerini düşünüyorlar Mine kızım” diyor. ‘Hiç mi kıymeti yok bu vatanın?’ ‘Hepsi bir evlat’ Yan bahçelerindeki inşaatta çalışan Doğulu işçileri anlatıyor Miyase Teyze. “Ta nerelerden kalkıp buralara çalışmaya gelmiş gencecik çocuklar” diyor. Onlara çay yapıyormuş. Meyve veriyormuş. Sohbet ediyormuş her biriyle. “Hepsi bir evlat” diye bahsediyor işçilerden. “Oralarda hayatları zor olmasa hiç kalkıp geliverirler mi buralara?” Bu soru kendine değil, onlara da değil. Doğrudan düzene... Hep kendi ocağına yağmur yağdıran siyasilere. Aslında bu bir soru da değil. Bir cevap. “Bu düzen nasıl değişecek?” diyenlere. Bu arada Ahmet Amca giriyor içeriye. Eli kolu meyvelerle dolu. Bahçeden topladığı malta eriklerini bırakıyor masaya. Biraz kiraz biraz da çilek... Miyase Teyze de sepetten aldığı elmaları soyuyor. Ben mutfağa geçip hepimize şekersiz kahveler yapıyorum. Ve Miyase Teyze anlatmaya devam ediyor. “Ben neye kızıyorum biliyor musun?” diyor “Ahmet Amca’nın iki dayısı varmış, bir de dedesi, hepsi savaşta ölmüşler bu topraklar için. Kayınvalidem tek başına kalmış. Bu toprakları öyle almışız biz. Şimdi üç paraya satıyoruz. Hiç mi kıymeti yok bu vatanın?” Elinde elma soyduğu bıçak, duvardaki Atatürk fotoğrafını gösteriyor. “Şimdiki çocuklara bunları öğretmiyorlar. Atatürk’e saygıyı öğretmiyorlar. Bayrağa saygıyı öğretmiyorlar. Hepsinin başını kapatıyorlar okullarda!” Miyase Teyze’nin de başı bir tülbentle kapalı. Hiç aksatmadan beş vakit namaz kılıyor. Ağzından dua eksik olmuyor. Yine de çocukların dini evde öğrenmeleri gerektiğini düşünüyor, okullarda değil. “Hiç kusura bakmasınlar, namaz bizim borcumuz, ibadet bizim borcumuz ama bu işler zorla olmaz. Ben 80 yaşındayım, ne oruç yedim hayatımda ne de Allah’ım bana öğlene namazı kaçırttı. Ama sen çocukları illa imam hatiplere gönderemezsin!” Sonra uzun uzun anlatıyor. İyiliğin insanın kalbinde olduğunu, başı kapalı ya da açık olmasının fark etmeyeceğini, namus denen kavramın bambaşka bir şey olduğunu... Muğla’nın bir köyünde, iki göz odasında, köyünden neredeyse hiç dışarı çıkmamış 80 yaşındaki bir kadın, elinde bıçağıyla elma soyarken ve yan gözle devamlı duvardaki Atatürk fotoğrafına bakarken mırıldanıyor, “Benim güzel bir hayatım oldu ama ülke şu sıralar pek iyi değil.” Peki seçimlerden beklentisi ne? “Valla pek bilemiyorum” diyor. Sonucu tahmin edemiyor ama temennileri belli. “Vatandaş kafasını çalıştırsın, bu vatanın başına düzgün insan getirsin, hep ben diyen biri gelmesin, düzgün biri gelsin yeter.” Sonra söz yine dönüp dolaşıp torunlara geliyor. Torunlardan Ali marangoz. Ahmet Amca Ali’nin ne kadar iyi bir marangoz olduğunu anlatırken, yaptığı işin tehlikelerinden, kullandığı aletler yüzünden başına gelebilecek kazalardan bahsedecek oluyor. Miyase Teyze onu hemen susturuyor. “Öyle deme, bir şey olmaz. İnsan devamlı tehlike düşünürse, hiçbir iş yapamaz!” Sonra bize bir elma daha soyuyor. Miyase Teyze ile Ahmet Amca 65 yıldır evliler ve hâlâ birbirlerinin gözlerinin içine sevgiyle bakıyorlar. YARIN: KONYA KAHVECİ CEMAL C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle