28 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
KULTUR Eurovision 2018’i İsrail kazandı Bu sene Portekiz’in başkenti Lizbon’da yapılan 63. Eurovision Şarkı Yarışması’nın kazananı “Toy” şarkısıyla İsrail’i temsil eden Netta Barzilai oldu. İsrailli şarkıcı, kendisini yarışmada birinci yapan şarkı nın sözlerinde kadın haklarının güçlendirilmesine dikkat çekti. Güney Kıbrıs temsilcisi Eleni Foureira, “Fuego” şarkısıyla ikinci, Avusturyalı Cesar Sampson ise “Nobody But You” ile üçüncü oldu. Pazartesi 14 Mayıs 2018 EDİTÖR: ORHUN ATMIŞ TASARIM: BAHADIR AKTAŞ kultur@cumhuriyet.com.tr Bir hayalin peşinde 13 Bu hafta vizyona giren ‘Mr. Gay Syria’ belgeseli, bir grup eşcinsel Suriyeli mültecinin İstanbul’daki hayatlarına odaklanıyor. Filmin yönetmeni Ayşe Toprak ile konuştuk Haftanın kalabalık vizyon listesinde ilk bakışta öne çıkmıyor belki ama dikkatli gözler yı lın en çok ödül kazanan film lerinden biri olan “Mr. Gay Syria”yı he men fark ede cektir. Ayşe Toprak imza EMRAH lı belgesel film KOLUKISA İstanbul’da ya şayan bir grup eşcinsel Suriyeli mülteci nin hikâyesini anlatıyor. Hikâyenin ilginçliği ise eşcin sel erkekler arasında düzen lenen bir güzellik yarışması nın (Mr. Gay World) etrafında dönüyor oluşu. Savaşta ‘gay’ olmak Toprak 2011’de Al Jazeera’da çalışırken tanıştığı ve filminin ana karakterlerinden biri haline gelen Mahmut sayesinde başlamış filmi çekmeye. “Mahmoud’la tanıştığımız gün, daha kendisine soru sorma fırsatı bulmadan bana gay olduğunu ve bununla bir problemim varsa beraber çalışamayacağımızı söyledi. Bu arkadaşlığımızın başlangıcı oldu. Mahmoud yıllarca Suriye’de LGBTİ hakları üzerine çalışmış, ülkesindeki savaş ortamında kendi meselelerini nasıl dile getireceklerine kafa yormuş biriydi. Eski bir gazeteci olarak, her gün karşılaştığı insanlık dramının ortasında böylesi bir konuya farklı bir Film, eşcinsel erkekler arasındaki bir güzellik yarışmasını konu ediniyor. bakış açısı getirmezse, medyanın ilgisini çekemeyeceğini biliyordu. Mr. Gay World fikri buradan çıkmıştı. Amacı, bu yarışma sayesinde arkadaşlarının ve tüm mültecilerin sorunlarına dikkat çekmekti. Bu fikirle Mahmoud, Mr. Gay Syria’yı bulmak için yola koyulmuştu. Husein başvuru yapan adaylardan biriydi. Ben de ikisini takip etmeye karar verdim” diyor Ayşe Toprak filmin gerisindeki hikâyeyi anlatırken. Romantik prenses Husein ve Mahmoud gibi eşcinsel bir Suriyeli olan ve romantik kişiliğiyle film deki en ilginç karakterlerden Omar’ın hikâyesi de Toprak’ın kamerasından yansıyor. “Filmin hikâyesini ilk kurguladığım zaman aklımda sadece güzellik yarışmasını takip etmek vardı” diyen Toprak, işlerin bir süre sonra değiştiğini şu sözlerle anlatıyor: “Mahmoud yarışma için adaylar bulacak, bu adaylardan birini seçecek, hep beraber Malta’ya gidilecek ve ses getiren bir uluslararası kampanya başlayacaktı. Mahmoud da bu hikâyenin baş kahramanı olacaktı. Tabii bir belgeselde olaylar insanın hayal ettiği gibi gelişmiyor. Bu kurgunun hiçbiri gerçekleşmedi. Mahmoud Ayşe Toprak Bundan öte, filmin karakterlerini zaman içinde daha yakından tanımaya başladıkça, hikayeyi ilginç kılanın güzellik yarışması olmadığını fark ettim. Burada benim için çarpıcı olan, Mahmoud’un akti vizminden çok, Hüsein’in aile dramı, etrafındaki arkadaş çevresi ve en yakın arkadaşı Omar’ın sevgilisine kavuşma çabaları oldu. Omar karakteri romantik ve komik olmakla beraber, mülteci olduğu için sevdiği erkekten ayrılmış olması, ona kavuşamamak korkusuyla hissettiği çaresizlik, Türkiye’de yaşayan ve Avrupa hayali kuran birçok Suriyeli’nin ruh halini yansıtıyor. Yaklaşık 50 festivalde gösterilen, 11 ödül kazanan “Mr. Gay Syria”yı izleyen festival izleyicilerinin Ayşe Toprak’a en çok yönelttikleri soru ‘nasıl yardım edebilecekleri’ olmuş. Toprak “Bu konuda çalışmalara başladık, yakında Facebook sayfamız üzerinden duyurulara başlayacağız. İlgilenenler bizi Facebook sayfamızdan (Mr Gay Syria Film) takip ederlerse seviniriz. Şu ana kadar Facebook sayfamızda 8000 üzeri takipçimiz ve destekçimiz var. Bu sayı gün geçtikçe artıyor” diyor. Türkiye’de sadece !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali kapsamında izleyiciyle buluşan film şimdi Başka Sinema programında vizyona çıktı. Çok az sayıda belgeselin vizyona çıkabildiği ülkemizde bu önemli ve yer yer bir hayli de eğlenceli filmin hak ettiği ilgiyi görmesini umut etmek büyük bir lüks değildir diye düşünüyoruz, ne dersiniz? Direnen kadınlar Erkal sahneden ‘TAMAM’ dedi İstanbul Eczacı Odası’nın düzenlediği Eczacılık Buluşması 2018’de “Güneşin Sofrasında” oyununu sahneleyen Genco Erkal ve tiyatrocular, oyunun sonunda “TAMAM” yazılı pankartlarla seyirciyi selamladı. Bunun üzerine salonu dolduran katılımcılar büyük coşku yaşadı. Geçen günlerde AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Şayet bir gün milletimiz ‘tamam’ derse ancak o zaman biz kenara çekiliriz” sözlerinin ardından sosyal medyada kampanya başlamış ve 1.5 milyonun üzerinde “TAMAM” yazılı tweet atılmıştı. Twitter’da “TAMAM” kelimesi uzun süre hem dünya hem de Türkiye’nin en çok konuşulan konusu olmuştu. ‘Köy Enstitüleri’ bu hafta ücretsiz Antalya Kültür Sanat’ın, 21 Nisan 5 Ağustos günleri arasında açtığı “Düşünen Tohum Konuşan Toprak: Cumhuriyet’in Köy Enstitüleri Aksu Köy Enstitüsü (19401954)” adlı sergi Anneler Günü ve 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı dolayısıyla bu hafta ücretsiz olarak izlenebilecek. Kültür ve aydınlanma tarihimizde önemi büyük olan Köy Enstitülerine odaklanan, Antalya Aksu Köy Enstitüsü’nü ayrıca mercek altına alan sergi 1940 1954 yılları arasında ülkenin dört bir yanında kurulan 21 Köy Enstitüsü’nü belgeleri, fotoğraflar, kişisel eşyalar ve tanıklıklarla anlatıyor. Türkiye sınırlarının hemen ötesinde yaşayan kadınlarla ilgili filmlerin yer aldığı bir gün... Hafta sonunda Türkiye sınırlarında dolaştık uzun uzun. Rehberlerimiz, eğitimleri, kültürleri ve yaşam felsefeleriyle birbirinden çok farklı iki yönetmendi. Kullandıkları diller de birbirine zıttı. Birleştikleri tek nokta, önemli konuları beraberinde getiren kadın portreleri çizmeleriydi. Biri, üstelik kadın olanı, geçmişte kaldığını umduğumuz türden ağdalı ve duygusal, sözümona etkileyici, aslında manipülatör sinema dilinden vazgeçemezken; diğeri, sıcak ve duyarlı yaklaşımıyla, incelikli bir derinlik sergiliyordu. Biri, Suriye ve Irak sınırlarımızın hemen ötesinde yaşanan savaş gerçeğinin en karanlık yüzünü, kadın ve çocuklara yönelik cinsel şiddetin dehşet verici boyutlarını Cannes güneşine taşımaya çabalarken; diğeri, geleneksel yaşamın binlerce yıllık ağırlığından kurtulmak için silahsız savaş vermeyi sürdüren Azeri kökenli İranlı kadınların farklı biçimlere bürünen direnişlerini sevecen bir yaklaşımla, şiirsel bir dille, usul usul anlatıyordu...  Üç yıl önce ilk uzun filmi “Bang Gang” ile karşıt tepkiler doğuran Eva Husson’un (1977) bu yıl “Güneşin Kızları”yla (Les Filles du Soleil)  sergilediği yüzeysellik, Altın Palmiye yarışının düzeyini düşürür nitelikte. Genç Fransız kadın yönetmenin savunulacak bir yanı yok pek. Çok önemli bir konuyu, 2015’te Sincar bölgesinde esir alınan, her türlü şiddete ve tecavüze maruz kalan kadınların silahlanarak IŞİD’e karşı direnişlerinin öyküsünü, naif bir duygusallık içinde cömertçe harcamış. Yezidi/ Kürt kadın direnişçilerin kırmızı halı üzerinde boy göstererek savaş suçlarını bir kez daha lanetlemeye olanak vermesinin ötesinde ne yazık ki pek yararı olmayan “Güneşin Kızları” basın ‘Haydi tırmanalım!’ Sinema sektörünün erkek egemen tavrına itirazla, başta 89 yaşındaki Fransız efsane Agnes Varda olmak üzere Altın Palmiye jüri başkanı Cate Blanchett, jüri üyeleri Ava DuVernay ve Kristen Stewart, ayrıca Jane Fon da ve Salma Hayek gibi ünlülerin de yer aldığı 82 sinemacı, meşhur Cannes galalarının yapıldığı Grand Lumiere Tiyatrosu’nun merdivenlerini sessizce çıkarak protesto eylemi yaptılar. 71 yıllık Cannes tarihinde ancak 82 kadın sinemacının filmi yarışmada yer bulabilmişti ve buna karşılık erkekler tarafından yönetilen 1.645 film gösterilmişti. Protesto bildirisini okuyan Agnes Varda, “Haydi Tırmanalım” sloganıyla sosyal hayatta da iş hayatında da merdivenleri tırmanmanın güçlüğünden ve bu düzeni değiştirme gücünden söz etti. gösteriminde en çok ıslıklanan film oluyor... Cezalı bir yönetmen  Sınırlarımızın biraz daha kuzeydoğusuna yönelince, yasaklı yönetmen Jafar Panahi’nin (1960) rehberliğinde rahat rahat soluklanarak; çok daha çekici, anlamlı, düşündürücü, güzel bir gezintiye çıkıyoruz. Film çekmesi bile yasak olan Panahi, gözlemci/şoför rolünde, özkimliğiyle çıkıyor karşımıza. Yol filmi türündeki “Üç Çehre” (Se Rokh), erkek egemen toplumun geleneksel baskısı altında nefes alamayan ama direnen her yaştan kadın portreleri çiziyor. Çaresizliklerini nasıl aştıklarını, bir nebze özgürlük için ne gibi ‘dahiya ne’ stratejiler geliştirebildiklerini anlatıyor. Kendisi de Azeri kökenli olan Panahi, bu arada başkentin sinema çevrelerini de ince ince eleştirmekten geri durmuyor... Azeri Türkçesinin Farsçadan daha fazla konuşulduğu “Üç Çehre”, duyarlı, içtenlikli bir deneme. Yasaklardan bunalan cezalı bir yönetmenin, sinemasal başkaldırısının duyarlı ürünü... Filmin basın toplantısında, başörtüleri yarı açık güzel kadın oyuncular, Panahi’nin sesine tercüman oluyorlar. Çok hoş bir ses bu... Beklenmedik başka bir hoş ses, Fransız kadın yönetmen Vanessa Filho’nun “Belirli Bir Bakış “seçkisinde yer alan ilk filmi “Gueule d’ange“ın (Melek Yüzlü) sıcak sesi oldu... Alkolik bir anneyi canlandıran yetenekli oyuncu Marion Cotillard bile, filmde 8 yaşındaki kızını olağanüstü bir yorumla canlandıran çocuk oyuncu Ayline AksoyEtaix’in gölgesinde kalıyor sanki. Akdeniz mavisi bakışlarında yoğunlaştırmayı başardığı duygu yüküyle beklenmedik inandırıcılıkta bir oyunculuk sergileyen küçük Ayline, uzun uzun alkışlanıyor. Babası Türk olan Ayline, “Türkçeyi anlıyorum ama iyi konuşamıyorum” diyor... Bu yeni yetenekli oyuncuyu keşfeden Vanessa Filho da, 19 adayı olan “Altın Kamera” ödülü için son listeye kalabilecek özgünlükte başarılı bir giriş yapıyor sinema dünyasına... Irgat’ın Türküsü Pek çok filmini izlediğim Cahit Irgat’ı hayatımda bir kez gördüm, o da 1967’de GenAr Tiyatrosu’nun sahnesinde, Nâzım Hikmet’in “Yolcu” adlı oyununda. Tuncel Kurtiz, Suna Keskin ve Erol Günaydın’ın da oynadıkları “Yolcu”nun sonradan çıktığı turnelerde kimi kentlerde engellemelerle karşılaştığını anımsıyorum. Eh, “Arabın İntikamı” değil ki, Nâzım Hikmet’in oyunu; burası Türkiye! HHH 1971’de yitirdiğimiz Cahit Irgat, 1951’de Yeditepe dergisinde Hüsamettin Bozok’un sorularını yanıtlarken “Esas mesleğim elbette ki aktörlüktür” demiş olsa da, 40’lı, 50’li yılların sıkı şairlerinden. 1947’de, “Bu şiirler istila görmüş şehirlere ve İkinci Dünya Harbi’nin sefaletlerine dairdir” diyerek yayımladığı “Rüzgârlarım Konuşuyor” adlı şiir kitabı toplatılmaktan kurtulamamış. Kitabın başında okuduğumuz “İthaf” şiiri bu toplatılmanın “gerekçesi” gibi: “Niçin yaşadığını, öldüğünü bilmeyen / Dert çeken dost / Çürüyen dost, / Sizin için söylüyorum / Milyonlarca harp ölüsü adına / İyiliğin, kardeşliğin, ümidin / Aynı hakkın, hürriyetin / İnsanlığın şarkısını...” HHH Kırmızı Kedi Yayınevi, Cahit Irgat’ın 1991’de Adam Yayınları’nca yayımlanan ve tüm şiirlerini içeren “Irgatın Türküsü” adlı kitabını yeniden yayımladı. Kitapta Irgat’ın “Bu Şehrin Çocukları”, “Rüzgârlarım Konuşuyor”, “Ortalık”, “Irgat’ın Türküsü” adlı kitaplarındaki şiirlerin yanı sıra, oğlu Mustafa Irgat’ın araştırmaları ve değerlendirmeleriyle hazırlanan “Yaşadım” adlı bölümde şairin kitaplarında yer almayan şiirleri de sunuluyor. HHH Selâhattin Hilâv’ın kitabın başında yer alan değerlendirmesi ise dönemin ortamını ve bu ortam içinde Irgat’ın şiirini yerli yerine oturtuyor: “1940’lı ve 50’li yıllar... Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak ve hatta bu düzeyi aşmak iddiası güden askersivil bürokrat iktidarın özgürce bilgilenmeyi, düşünmeyi, hayal kurmayı, bir başka yaşam özlemeyi kesinlikle engellediği yıllar... Belli birtakım olayların ve sözcüklerin ağza alınmasının olanaksız ya da hapse atılmanız için yeterli olduğu yıllar... Başka bir deyişle, insan varlığının, bir şablona göre kesilip biçilerek çok küçük bir ölçekte yeniden üretilmeye çalışıldığı yıllar... Kısacası, özgürlüğün kim bilir kaçıncı kez katledildiği yıllar... Cahit, işte böyle bir ortamda şiir yazmaya, tiyatro yapmaya çalıştı: Savaşa karşı çıktı, insanların gereksiz yere birbirini öldürmesinin anlamsızlığını ve zavallılığını anlatmak istedi; yoksulluğu, terk edilmişliği, ezilmeyi, baskıyı, emeğin hor görülmesini, açlığı, kurulu düzenin akıldışılığını şiire dökmeye çalıştı. Biraz çocuksu, ama duyarlı ve tedirgin bir yüreğin içtenliğini her zaman taşıyan şiirleri yüzünden kovuşturmalara uğradı ve sürekli olarak çelmelendi. Barışı savunuyordu ve bu tutum, ‘evladı vatan’ı kan içmekten caydırmak olarak görüldüğü için, iktidardaki ‘ilericiler’ ve ‘uygarlıkçılar’ tarafından sakıncalı ve tehlikeli bulunmuştu. O yıllarda, aynı anlayış ve duyarlıkla şiirler, romanlar ve öyküler yazanların da başına buna benzer gaddar ve hazin durumlar geldi.” HHH Yeditepe dergisinde yayımlanan bir söyleşide, Mehmet Seyda, 1965 milletvekili seçimlerini Adalet Partisi’nin kazandığını belirterek, “Günümüzün genel politik havası ve Türkiye’nin geleceği üzerinde düşüncelerinizi öğrenmek isterdik” diyor Cahit Irgat’a. Irgat da, yanıt olarak, “Halk” adlı şiirini okuyor: “Halkın azını aldatırsınız / Her zaman, / Halkın çoğunu aldatırsınız / Zaman zaman, / Ama halkın tümünü? / Hiçbir zaman, / Hiçbir zaman.” HHH Seçim ortamına girdiğimiz şu günlerde “Irgat’ın Türküsü”ne kulak verelim... C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle