15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
KULTUR Cumartesi 20 Ekim 2018 Babylon’da Mehmet Uluğ gecesi 28. Akbank Caz Festivali, bu akşam 4. kez Mehmet Uluğ gecesinde Babylon’da önemli isimleri ağırlıyor. “George Garzone: Let Be What Is” belgeselinin gösterimiyle başlayacak gecenin ilk konseri için piyanist Aydın Esen ve davulcu Can Kozlu beraber sahne alacak. Gecenin ikinci konserinde ise yine Aydın Esen özgün bir performans için bu kez Aydın Esen Group ile müzikseverlerle buluşuyor. Biletler, Mobilet iOS ve Android uygulamaları ile mobilet.com üzerinden ve Babylon Gişe’den satın alınabilir. EDİTÖR: EMRAH KOLUKISA TASARIM: İLKNUR FİLİZ [email protected] 15 Yaman Tüzcet alkışlarla uğurlandı ORHUN ATMIŞ Geçen hafta Avustralya’da hayatını kaybeden oyuncu ve oyun yazarı Yaman Tüzcet, İstanbul’da son yolculuğuna uğurlandı. Sanatçı için ilk tören Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde düzenlendi. Buradaki törene sanatçının eşi Günnur Tüzcet ve sanat dünyasından çok sayıda isim katıldı. Günnur Tüzcet, veda konuşmasında “Yamanımı 20 senedir tanıyorum. Hayatımda tanıdığım en iyi, en düşünceli ve en kibar insandı. Paylaşmasını, öğretmesini çok severdi. Bütün yaptıkların, öğrettiklerin, yaşattıkların ve hatıraların için te şekkür ediyorum. Yaman, vefatından iki gün önce ‘Çok güzel yaşadım, ölmekten korkmuyorum. Sadece başta senden, sevgili anneciğinden ve sevgili arkadaşlarımdan ayrılacağım için üzülüyorum’ dedi” ifadelerini kullandı. ‘Biz 3 arkadaştık’ Tüzcet’in çok uzun senelerdir yakın dostu olan Müjdat Gezen ise “Biz üç arkadaştık; Yaman, Savaş (Dinçel), Müjdat. 1960’ta konservatuvarın tiyatro bölümünü kazandık... Arkasından geçen yıllarda Yaman, Avustralya’ya gitti... Hastalığını öğrendiğimde her gün aramaya başladım. En son konuşmam da telefonu açtığımda ‘Yanlış numara’ dedi, ‘Burası sular idaresi.’ Ne diyorsun oğlum, bunadın mı dedim. ‘Yok. Bugün ciğerimden üç kilo su aldılar da onun için sular idaresi diyorum. Sen beni üç gün arama’ dedi. Üçüncü gün aradığım da telefona Günnur çıktı, ‘Bugün kaybettik’ dedi. Üç arkadaştık, önce Savaş erkenden bizi terk etti, arkasından Yaman gitti, işte otomatikman da sıra bize geldi... Yaşadığımız kadar daha yaşayacağız. Yaman güzel bir hayat yaşadı, dünya insanıydı” dedi. Muhsin Ertuğrul’da önce Tüzcet’in sanat ve özel hayatından karelerin yer aldığı bir barkovizyon gösterimi yapıldı. Sonrasında saygı duruşunun ardından konuşmalara geçildi. Tüzcet’in cenazesi Levent’teki Afet Yolal Camisi’nde kılınan cenaze namazın ardından Kozlu Aile Mezarlığı’na defnedildi. Bu anonsu çok duyduk Mahmut Fazıl Coşkun’un 1960’larda başarısız bir darbe girişimini anlattığı son filmi ‘Anons’ memleketimizin darbeli tarihinden ironik bir kesit sunuyor Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihini askeri darbeler üzerinden anlatmak pekâlâ mümkün. 1960’tan bu yana fiilen 3 büyük darbe, ve işrili ufaklı muhtıralar, darbe girişimleri, müdahalelerle geçen ömrümüz en hafif deyişle trajikomik bir hikâye aslında. Marx’ın o ünlü deyişi geliyor akla: “Tarihteki tüm olaylar bir şekilde tekerrür ediyor; ama ilkinde trajedi, ikincisinde fars olarak”. İşte Mahmut Fazıl Coşkun’un bu hafta vizyona çıkan son filmi “Anons” da Marx’ın bu tespitini adeta doğrulayan bir kara komedi. Artık darbe olmaz derken 1960’ların hyenüz başlarında yüksek rütbeli dört subayın bir gece vakti toplaşıp şafak vakti yapılacak darbe için harekete geçişlerini izliyoruz. İstanbul’daki bu dört subayın görevi İstanbul Radyosu’nu “ele geçirip”, askeri müdahaleyi tüm Türkiye’ye radyo aracılığıyla duyurmaktır. Ancak işler pek planlandığı gibi gitmeyecektir zira anonsun yapılması için gerekli teknik teçhizatı kullanmayı bilen radyo çalışan o saatte evindedir. Tamamı bir gece boyunca geçen (trajedinin Filmin notu: 8/10 Anons ana kurallarından biri olan zaman birliği burada karşımıza çıkıyor) film o teknisyenin bulunması, anonsun yapılması ama sonuçta darbenin Ankara ayağındaki bir aksaklıktan dolayı müdahaleye kalkışanların tutuklanmasıyla sonuçlanan süreci takip ediyor. Gerçek bir olaydan hareketle çekilen filmin senaryosunda Mahmut Fazıl Coşkun ile birlikte Ercan Kesal’ın da imzasının olduğunu belirtelim ve filmin tamamen durum komedisinden gelen ama oyunculuklar ve rejiyle mükemmelen bütünleşen siyasi bir hiciv olduğunu not edelim. Üstelik senaryonun tam da yazıldığı ve çekimlere başlanmak üzere olduğu sıralar da artık olmaz sanılan bir askeri darbe girişiminin patlamasını da ayrıca hatırlatalım. Öyle ya, tam da artık darbelere kara mizah gözlüğüyle bakabiliriz derken, neredeyse filmdekini andıracak denli beceriksiz bir darbe girişimi, tarihin Marx’ı bir kez daha haklı çıkarmasının da ötesinde, hayat mı sanatı, sanat mı hayatı taklit eder sorunu da anlamsız kılmıyor mu? Farklı bir komedi Mahmut Fazıl Coşkun’un sinemasında belirgin bir olgunlaşmayı işaret eden “Anons” başından sonuna kadar özenli bir şekilde stilize edilmiş, açıkarşı açı gibi geleneksel an latılardan ve yakın plan çekimlerden uzak durarak karakterlerine ve anlattığı hikâyeye karşı mesafesini koruyabilmiş ustalıklı bir film. Zaten ilk gösterimini yaptığı Venedik Film Festivali’nde aldığı ödüller de bunu kanıtlar nitelikte. Filmin oyuncular için farklı bir deneyim olmakla birlikte onları tek tek öne çıkarmayan ama bir ‘ensemble’ olarak parlamalarını sağlayan bir tarzı olduğunu da söyleyelim. Murat Kılıç, Ali Seçkiner Alıcı, Şencan Güleryüz, Tarhan Karagöz ve Serkan Ercan’dan oluşan oyuncu kadrosu filmin genel tonuna ters düşmeyen dengeli ve ölçülü performanslarıyla sinemamızda farklı bir komedinin de kotarılabileceğini gösterdikleri için tek tek alkışı hak ediyorlar. Haftanın öne çıkan yapımlarından olduğu konusunda şüphemizin olmadığı “Anons” önümüzdeki sezon boyunca sık sık adını duyacağımız, muhtemelen yılın en iyilerinden biri olarak anılacak ve başka ödüller de kazanacak bir film. Beğeniyle izlediğim ve yönetmen disiplininden tutun da, akıcı diyaloglarına, tıkır tıkır işleyen durum komedisine ve kara mizahına kadar birçok açıdan övgüyü hak eden filmin belki de eleştirilecek tek yanı bir noktadan sonra çok bariz bir finale doğru ilerliyor oluşu ve içerdiği malzemenin yeterince doygunluk hissi vermeyişi. Modern mutfak yemeklerine de benzetmek mümkün belki: Sunum çok şık, lezzet olağanüstü ama iki lokmada bitiveriyor, tadına varamadan... ARA GÜLER ile İKİ AYRI SÖYLEŞİ Fotoğraf duvara asılacak kadar önemli değil Gazeteci Nezih Tavlaş, foto muhabiri Ara Güler’in “Hayat Hikâyesi” adlı kitabında Ara Güler’le geniş bir röportaja yer vermişti. Röportajdan bir bölüm şöyle: n Fotoğrafını çektiğiniz devlet adamları içinde en iyi fotoğraf veren, en “olduğu gibi görünen” hangisiydi, en rahat çalıştığınız? Ecevit. Çünkü o beni tanıyor ben onu tanıyorum, bir sıkıntı olmuyor. O biliyor ki fotoğrafta bir hainlik yapmayacağım. Mesela kabine kurdu daha kabine yok, bir masa var; Bakanlar Kurulu odası. Dedim ki “Şurada dur”. Başbakan var kabine yok. O an aklıma geldi. Gazetecilikte evvela beyin fotoğrafı kuruyor, ondan sonra makineyle tatbik ediyorsun onu. n En zorlandığınız portre kiminkiydi? Mesela Chagall’da çok zorlandım. Chagall beni bir evde kabul etti; duvarda bir tek resim yok, düşün. Bembeyaz duvarlar, bir tane saksı var, başka da bir şey yok. n Sizin de evinizin duvarlarında hiç fotoğraf yok… Duvara asılır mı fotoğraf, önemli bir şey değildir duvara asılacak kadar. ‘İstanbul objektife de kitaba da sığmaz’ Gazeteci yazar Remzi Gökdağ’ın “Sevgili İstanbul” adlı kitabında İstanbul’u anlatan isimler arasında Ara Güler de vardı. İşte Ara Güler’in gözünden İstanbul: İstanbul’u bir kitaba sığdıramazsın. İstanbul büyüktür, insanı ezer. İstanbul’un kabadayıları var, haraççıları var, bir sürü hali var. Bunları nasıl yetiştireceksin yazmaya, fotoğraflamaya. Hangi birini sığdıracaksın kitaba. Ciltler yetmez buna. İstanbul objektife de sığmaz, kitaba da... İstanbul sadece yaşanır. Ben İstanbul’un fotoğraflarını çektim ama bu kentin sadece bir bölümüdür bu fotoğraflar. Hepsini çekmeye de yazmaya da zaman yetmez. Ben tarihe bir belge bıraktım ama o belge İstanbul’un yanında kısacık bir an gibidir. Ben İstanbul’a karşı olan görevimi yaptım. İstanbul’la ilgili 56 tane kitabım var. İstanbul’un nesi var nesi yok hepsi o kitaplarda. Kim yaptı bu çalışmayı? Şimdi birileri bir şeyler yapıyor. Onların çektiği fotoğrafların hiçbir anlamı yok. Istırap çekiyorlar, fotoğraf çekmiyorlar. Ara Güler bugün 12.00’de Üç Horan Kilisesi’ndeki törenle uğurlanacak. Yazarın sorumluluğu Dünyanın gidişini, yaşama hakkından başlayıp her hakkı ve özgürlüğü yok eden, doğayı, insanı, zamanı, kazanılmış değerleri kirleten, tüketen bir egemenlik belirliyor. İnsanların bağnaz ve barbar kalabalıklara dönüştürülmesi yaşanırken, insanca seslere, tüm sanatçıların oluşturduğu görkemli bir orkestraya gerek duyuyor insanlık. Saltikov Şçedrin’in “vicdan kayboldu” çığlığını yüreğinden aktarmak zorundadır günümüzün yazarı. Yazar suskunsa vay haline dünyanın. Eksiktir ve eksik olduğu için de yanlıştır. Günümüzde yazarın sorumluluğu ne olabilir? “Sanatın gücünü bildiğimiz içindir ki, sorumluluğumuz büyük” diyor Anna Seghers. İnsanın bulduğu, gerçeği kavratan güçlü bir makinedir yazarın elindeki. Bu makine paslanmak üzere bir köşeye bırakılabilir, oyuncak haline de getirilebilir istenirse ama doğrusu, yakışanı, insanın bu makineyi bulma nedenine, işlevine göre kullanmasıdır. Yazar yaşamdaki değişimin nasıl olduğunu açıklamalıdır. Yazarın yapacağı şey kalmadı demek, yaşamı ve insanı yadsımaktır. Durumu saptamak, değişimi anlatmak yazarın, değişimin yasasını anlamak okuyanın gereksinimidir. Yazara, tüketimin pompalandığı bir düzeni onaylamak ahlaksızlığı yakışmaz. Tüketmek için değil, üretmek, yaratmak için var olmuştur o. Yazarı yazar yapan dildir. Dil, kirletilen değerlerimizin başında geliyorsa yazarlar da kirleniyor demektir. “Dinin dili” diye Arapça, “tüketimin dili” diye İngilizce alkışlanıp baş tacı edilirken Türkçe ile seslenen yazarın aşağılanması için her şey yapılıyor. Yapan da “medya” denilen etkili, güçlü bir araç. Ve çağdaşlıktan uzak bir sentez, Türkİslam aldatmacası ülkemizi karanlıklara taşıyor. Irkçılık, dincilik, şovenlik, bağnazlık yeni yetişen kuşakları ahtapot gibi sarıyor. Barbar kolların tutsağı ediliyoruz. Yazar, bu kolları kırmadıkça ne yazar? Emin Özdemir Dilin Öte Yakası’nda şöyle diyordu: “Yüreğimizdeki teli titretmeyen, içimizde bir sarsıntı ve titreşim yaratmayan şiirler, romanlar, öyküler ya da oyunlar derinlemesine bir etki bırakmazlar üzerimizde.” Yazar, gücünün bilincindeyse ve gerçek yazarsa yaşamın aydınlığını çoğaltabilir. Yeter ki, buna inansın, bu bilinçle öğrensin, öğretsin, umut versin, aydınlatsın. En umutsuz ve kararsız günlerde bile, insanlara yalnız olmadığını söylesin. Louis Aragon’un dediği gibi, “Yüreğimize su serpmeyip tersine, bizi uyandıran ve kimi zaman, sırf bu yüzden, insanı tedirgin eden bir gerçeklik” günümüz yazarının silahı olmalı. Yazarın kalemi, yaşatılan gerçekliği sanatıyla yoğurarak insanların bilinçleriyle algılamalarına hizmet etmezse neye yarar? Toplumuna karşı sorumluluk duyan yazarın aktarması gereken insan, kadın, çocuk hakları, aydınlanma, laiklik, bağımsızlık, demokrasi, sosyal devlet gibi çağdaş bir toplumun değerleridir. “Dünyayı ödünç aldığımız çocuklarımız” dinliyor. Bir yazar ne söyleyecek onlara? Politikacıların medyayla, mafyayla, baskı güçleriyle, yasayla yok ettiği insanlık değerlerini yazacak. Gerçeği söyleyecek bizim yazarımız bizim gerçeğimizi yazacak. Bizim gerçeğimiz? Nâzım Hikmet söylemiş: “İnsanlarım, ah benim insanlarım, yalanla besliyorlar seni.” Yalana karşı gerçek. İşte yazar. Aziz Nesin’le bitirelim: “Yazar, başta kendi olmak üzere okurlarını, kendilerini ve koşullarını değiştirmeye özendirmelidir yapıtlarıyla. Kötülüklerden sorumluyuz. Kötü bir şeyi değiştirmek zorundayız. Yazar değiştiremez, ama insanlara değiştirme isteği ve özlemi verir. Ve yazarın sorumluluğu bu.” Günümüzde yazarın sorumluluğu bunlar olmalı. ‘Aden’ Varşova’da görücüye çıktı Başrollerinde Funda Eryiğit ve Onur Ünsal’ın yer aldığı, Onur Orhan’ın yazıp, Barış Atay’ın yönettiği “Aden”, dünya prömiyerini 34. Varşova Film Festivali’nin Uluslararası Yarışması’nda yaptı. “Aden” 20 Ekim akşamı düzenlenecek ödül töreninde Varşova’nın en iyi filmi olmak için yarışıyor. Hazırlık ve çekim aşamalarında T.C. Turizm ve Kültür Bakanlığı’ndan ve hükümete bağlı fonlardan hiçbir destek almamış olan “Aden”; biri kadın, biri erkek iki yolcunun, geride bıraktıkları savaş ve kıtlığın yorgunluğuyla uzun ve zor bir yolculuğun sonunda cennetlerini ararken, kendilerini büyük bir sır saklayan, suç ortağı iki kardeşin dünyasında bulmalarını anlatıyor. Film 34. Varşova Film Festivali Uluslararası Yarışması’nın katılımcıları arasında Türkiye’den tek yapım. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle