14 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Pazar 5 Mart 2017 TASARIM: SERPİL ÜNAY Ölüm akademisyenlerin peşinde! Sevgili okurlarım, yazı sayım haftada bire indirildiğinden zorlanıyorum. Çünkü tam bir olayı yazmak istiyorum, bir de bakıyorum ya arkadaşlarım yazmış ya da bu gündemi sürekli değişen ülkede olay geriye düşmüş. Ayrıca yerimde küçük mü küçük, destan yazamam. Yetinmeyi zorla da olsa öğrendim, kusura bakmayın. Gelelim bugüne, bazı şeyler var ki, hiç eskimiyor. Bugün intihar eden Çukurova Üniversitesi öğretim görevlisi Mehmet Fatih Traş’ın trajik ölümünden söz etmek istiyorum. Bu intiharın ardından sosyal medyada keşke dayanıp mücadeleye devam etseydi, “İntihar dinimiz açısından büyük bir suçtur”, “Hamallık yapsaydı da intihar etmeseydi” gibi fazlasıyla akıl veren cümleleri görmek daha da acı vericiydi. Ben ise, sadece Aksaray’daki izbe bir evi anımsadım. Ölüm oruçları sonucu, bedeni artık ölüme yatmış mahkumları dışarı bırakmışlardı. Onlar da hep birlikte o izbe evde yaşama tutunmaya çalışıyorlardı. İçlerinden biri bana telefon etmiş, eve çağırmıştı. Ama çağrı öyle kopuk kopuktu ki, gitmekte tereddüt etmiştim. Gittiğimde onları hep birlikte kötü bir koltukta otururken buldum. Dört erkek bir kızdılar. Kız yavaş bir sesle söze başladı, “Benim gözlerim yakında kör olacak. Şimdi bütün sevdiklerimin dakikalarca yüzüne bakıp, ezberlemeye çalışıyorum”. Kız sözünü bitirmemişti ki, yan odadan çok zayıf, yüzü sarıya çalan bir erkek çıktı. Durdu, herkesin yüzüne tek tek baktı ve bir şarkı söylemeye başladı: “Günlerin bugün getirdiği baskı zulüm ve kandır”... sonra sustu. Bir süre daha bize baktı, “Unuttum” dedi ve odadan çıktı. O sırada aşırı besili bir genç adam, odaya girdi. Elimi sertçe sıktı: “Gördün mü? İşte bunlar birer kahraman! Bunların içinde yüz gün ölüm orucu tutan, var. Halkımız için! Devrim için, öyle değil mi arkadaşlar!” Diğerleri ölü gözlerle bu nutuk atar gibi konuşan kişiye bakıyorlardı. Ben de sinirlenmiştim, öyle besiliydi ki... Biraz sonra şarkı söylemeye çalışan arkadaş yeniden odaya girdi gene hepimizin yüzüne baktı ve başladı şarkısına: “Daha dün annemizin kollarında yaşarken...” Ben buz gibi olmuştum, birden kanepede oturan gözleri az gören kız, ellerimi tuttu, “Tamam biz öleceğiz, birçok arkadaşımız da ölecek ama halkımız bizi asla unutmayacak! Zaten kışa varmaz devrimin harlı ateşi ülkeyi sarar.” Ben artık dayanamayacağımı anladım, kapıyı usulca kapatıp dışarı çıktım. Ve bir duvara yaslanıp hüngür hüngür ağlamaya başladım. Evet, Mehmet Fatih Traş’ın ölümü bana bunları anımsattı. Ve bir lanetli bir gün daha. Gene ölüm oruçları sonrası teknedeydim, sakin bir tekneydi, akşamdı. Birden bizim teknenin yanına ışıkları yaldır yaldır yanan kocaman, dev bir tekne yanaştı. Sadece ışıklar mı, tekneden öyle bir müzik yükseliyordu ki, birden uykuya dalmış olan kuşlar çığlık atarak yerlerinden fırladılar. Belli ki teknenin içindekiler tekne ve deniz adabından nasiplerini almamışlardı. Kapatmalarını söylediğimiz halde müziği kısmadılar ve kadınlar, erkekler giysileriyle denize atlayıp çığlıklar atmaya başladılar. Teknedeki arkadaşlardan biri; “Halkımız eğleniyor” dedi, ben nedense o an, ellerimi tutan o gözleri kör olmak üzere olan kızı anımsadım, “Biz ölüyoruz halkımız için!” Bugünlerdeki en büyük korkum, intihar etme geleneği olmayan ülkemizde, genç intiharlarının ansızın artması. Bunun ucu kötü. Çünkü genç insan kendisine ait hiçbir gelecek göremiyor, gerçekten de yok. Ve “halkımız”(!) epeydir, onun için ölümü göze alan çocuklarını unutmuş gibi... Ölüm oruçlarında ölenlere, vurulanlara, katilleri bulunamayanlara ve işinden edildiği için intihar eden Mehmet Fatih Traş gibi intihar edenlere saygıyla. Bu arada barış imzacıları, ilk arkadaşları işten atıldıktan sonra, hep birlikte istifa edebilselerdi, belki bu kıyımların önüne geçilebilirdi. Hatırlayalım, bir ay içinde üç akademisyen intihar etti. Kısaca ölüm bu kez akademisyenlerin peşinde! 5 Mart 2017 SAYI: 33387 İmtiyaz Sahibi: CUMHURİYET VAKFI adına Orhan Erİnç İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay Genel Yayın Yönetmeni MURAT SABUNCU Yazıişleri Müdürü Bülent Özdoğan Haber Koordinatörü Aykut Küçükkaya Yayın Danışmanı Kadri Gürsel Reklam ve Pazarlama Danışmanı Ayşe Cemal Sorumlu Müdür Abbas Yalçın Reklam Grup Koordinatörü Deniz Tufan Rezervasyon ve Planlama Koordinatörü Bülent Gürel l Görsel Yönetmen: Hakan Akarsu l Ekonomi: Olcay Büyüktaş l Dış Haberler: Mine Esen l Spor: Arif Kızılyalın l Gece: Ayça Bilgin Demir l Yurt Haberler: Selin Görgüner l Fotoğraf: Uğur Demir l Düzeltme: Mustafa Çolak Web Koordinatörü: Oğuz Güven editor@cumhuriyet.com.tr Ankara Temsilcisi: Erdem Gül Güvenevler Mah. Güneş Cad. No: 8/1 Çankaya 06690 Ankara Tel: (0312) 442 30 50 İzmir Reklam Tel: (0232) 441 12 20 0530 430 74 17 Okur Temsilcisi: Güray Öz guray@cumhuriyet.com.tr Yayın Kurulu: Orhan Erinç (Başkan), Güray Öz (Bşk. Yrd.), Ali Sirmen, Hikmet Çetinkaya, Emre Kongar, Şükran Soner, Hakan Kara. l Muhasebe Müdürü: Günseli Özaltay l Satış Dağıtım: Tunca Çinkaya Yayımlayan ve Yönetim Yeri: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 343 72 64 eposta: posta@cumhuriyet.com.tr Reklam Yönetimi: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 251 98 68 eposta: reklam@cumhuriyet.com.tr Yaygın süreli yayın Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt/İstanbul Dağıtım: Doğan Dağıtım Satış Pazarlama Matbaacılık Ödeme Aracılık ve Tahsilat Sistemleri AŞ Esenyurt/İstanbul Cumhuriyet’te yer alan haber, yazı ve fotoğrafların yeniden yayım hakkı saklı tutulmuştur. İzin alınmadan ve kaynak göstermeksizin yayımlamak Basın Kanunu gereğince hukuki ve cezai yaptırıma tabidir. İstanbul Ankara İzmir İmsak 06.00 05.45 06.09 NAMAZ VAKİTLERİ Güneş Öğle İkindi 07.26 13.23 16.31 07.10 13.07 16.17 07.31 13.30 16.41 Akşam 19.08 18.53 19.16 Yatsı 20.26 20.10 20.32 yorum 13 Lale Belkıs’ın Paris’te bir gelinlik defilesine gitmesi gerekiyordu. Yola çıkmadan önce hem oyuncu eşi Pekcan Koşar’ı görür, hem de kumaş alır diye “Ölüm Tarlası” filminin çekildiği Kilis’e gitti. Filmin senaryosunu Yaşar Kemal yazmıştı, Atıf Yılmaz yönetiyordu, rollerde Fikret Hakan, Suna Keskin, Erdal Özyağcılar gibi önemli tiyatrocular vardı. Gittiğinin ertesi günü yazar ve yönetmen, genç mankeni göz hapsine aldılar. Sonunda Yaşar Kemal, “Bacım, bacım” dedi, “Falcı Emine seni bekliyor!” Lale anlamamıştı. Atıf Yılmaz açıklık getirdi: “Filmde Falcı Emine rolü var, sen de buradasın madem, sen oyna!” Lale Belkıs, iki gün sürer diye kabul ettiği çekimler için tam 20 gün Kilis’te kaldı, Paris’e gidemedi. Atıf Yılmaz yönetiminde, altıyedi film daha yaptı. HHH Çabuk kızan Cahit Berkay’ın adı, efsane yazan müzik grubu Moğollar’ın “fedaisi”ne çıkmıştı. Cem Karaca ile Üsküdar’da bir konser veriyorlardı. Dinleyiciler arasından “Papaz Karaca” nidaları yükseldi ve sahneye yumurta, domates, hatta buz parçaları yağmaya başladı. Atılan ilk yumurta, Cem Karaca’nın şapkasına çarptıktan sonra yere düşüp patladı. Şarkı bitti, Cem salona dönüp, “Ben yumurtayı rafadan severim!” dedi. Bir buz kütlesi, Cahit Berkay’ın önünden geçip paramparça oldu. Cahit gitarın sapından tutup atanların üstüne yürümüştü ki, ansızın ayakları yerden kesildi. Moğollar, karga tulumba olay yerinden kaçırıldılar ve kesin bir linçten kurtarıldılar. HHH 102 yaşındaki Muazzez İlmiye Çığ, Birinci Dünya Savaşı başlarken doğdu. Öğretmen babası, “Kızım adını İlmiye koydum ki ilim sahibi olasın!” derdi. Ona niçin keman dersi aldırdı, neden Fransızca öğrenmesini istedi, meçhul. Ama İlmiye, babasının umutlarını boşa çıkarmadı. 5 yaşında okumayı öğrendi. Pazarcık’ta yaşıyorlardı. Düşman girince, kaçmak zorunda kaldılar. Cumhuriyetin inatçı ışığında... Ankara’dan Çorum’a giderken, üstü açık bir trene doluşmuşlardı. Vagonlar cephane yüklüydü. Bir ara trenden indiler, İlmiye’nin babası bir eşek kervanı bulmuştu, çocukları küfelere koydular, büyükler eşek üstünde beş gün beş gecede vardılar Çorum’a... HHH Adı 57 yıldır tiyatroyla özdeşleşen Genco Erkal’a yıllar önce Devlet Tiyatroları’nın eski genel müdürlerinden biri, “Sizi çok beğeniyoruz, artık gelin bize katılın!” diye teklif etti. Genco, “Çok sevinirim” karşılığını verdi. “Üzerinde çalıştığım bir proje var, mesela onu sizde oynamayı çok isterim!” Adam şöyle bir bakıp, “Siz, bize gelirsiniz, ne oynayacağınıza biz karar veririz!” demesin mi? İşte orada film koptu. Genco Erkal, asla memur olmadı. Bağımsız kaldı. İstediğini yaptı. Peki, gerçekten istediğini yapabildi mi? Ne gezer! Hakkâri’de bir Mevsim’den sonra Yunanistan’daki ünlü bir yönetmenden dizi yapmak için aldığı davete, pasaportuna sekiz yıl süreyle el konulduğu için gidemedi. Rockfeller bursunu kazandı, bir yıl boyunca dünyayı dolaşıp tiyatroları izleyecekti, yine sakıncalı olduğu için izin verilmedi. Kapı kapı dolaştı, bir dos ya çıktı karşısına, koca bir klasör, “Gel bakalım, bunların hesabını vereceksin!” dediler. HHH Zülfü Livaneli, iç sesiyle konuşuyor: “Namuslu yaşamış insanların, namuslu ölmek gibi bir borcu var. 70 yaşındayım, kaç yıl ömrüm olur bilemem, ama şunu biliyorum ki, ben bu ömrü namuslu bitireceğim. Bu adam da namussuz çıktı, bu adam da gitti hükümete yaslandı, bu adam da para için şunu yaptı dedirtmeden, bu zamana kadar nasıl bir tavır takınmışsak gene aynısını sürdürerek burada öleceğim! Anadil, anayurttur. Kökünden koparılmak kadar zor bir iş yoktur, dünyada.” Özlem Özdemir’in Cumhuriyet Işığında Söyleşiler* kitabında daha nice değerin, gerçek ve dürüst aydınlarına mutlaka zulmeden bu ülkenin çilesini çeken yirmi bir insanın öyküsü var. HHH Özdemir, BirGün’de yayımlanan bu röportajların sonuncusunu benimle Hiç Kimse başlıklı romanım üzerine yaptı ve sorduğu çok doğru bir soru yüzünden gazeteden kovuldu. Yazar oldu. Bu güzel kitapta söyleşen herkesin ortak yanı; hepimizin inançlı Cumhuriyet “çocukları” olmamız. Çocukları diyorum, çünkü Özlem’e içini döken insanlardan hiçbirinin masumiyeti kırışmamış ve kiminin 102, kiminin 70 yıldır taşıdığı ışık, hiç islenmemiş! Soner Yalçın, “Biz yok olup gitmeyiz” diyor. “İnsanlığın yürüyüşü sürer. Bayrağı aldık, sonuna kadar da onu taşıyacağız. İnsan kazanır, gerçekler kazanır, merak etmeyin. Bu ülkenin nitelikli kesimi biziz, nitelik öyle kolay yok edilemez. Nicelik o kadar önemli değildir...” *Kırmızı Kedi Yayınları, 2017 Bu ilk kazık, ilk kıyak değil! Devlet Bahçeli’nin bu attığı ilk kazık değil Erdoğan’a yaptığı ise ilk kıyak değil. İlk kazığı rahmetli Bülent Ecevit’e atmıştı. Seçimlere 1.5 yıl kala “erken seçim!” diye tutturmuştu. Koalisyon hükümetini yıkarak ülkeyi seçime götürdü. Meclis’teki tüm partileri baraj altında bırakarak saf dışı olmasını sağlamıştı. Böylece henüz 10 ay önce kurulmuş olan Adalet ve Kalkınma Partisi ile Recep Tayyip Erdoğan’ı tek başına iktidara getirmişti. Başbakan Bülent Ecevit başına gelecekleri bilmiş gibi, büyük bir uzak görüşlülük ile, 2002 yılı başında Medeni Kanun’da bir değişiklik yaptı. Erdoğan, yasalarımıza göre tek başına “Ailenin Reisi” bile değil. Aileyi ancak eşi ile birlikte temsil edebiliyor. Bülent Ecevit de, Hoca’sına bile merhamet etmeyen Erdoğan’ı iyi tanıyordu. Erdoğan gerçi gömleği çıkardık falan diyordu. Ama Ecevit, yine de tebdirli olmak istedi. “Ülkeyi kaptırabiliriz. Bari aileyi kurtaralım!” diyerek 1000 yıllık geleneğimizi ve 80 yıllık yasayı değiştirdi: Erkeği tek başına aile reisi olmaktan çıkardı. Geçen pazar da dedik. Yasalarımıza göre, tek başına ailesini bile temsil edemeyen Erdoğan şimdi tek başına devletin reisi olmak istiyor. Olacak şey mi? Bunu “evine et götüremeyen” kitleyi evet’e ne kadar ikna edeceği belirleyecek! HHH Yenileri eklenmedi ise Külliye’nin 1.056 odası var. Buralarda kaç danışmanın mesai yaptığını Allah bilir. Kendisi bilemez. Şu sıralarda kafası daha başka bir hesapla çok meşgul... Açtığı yeni köprülerden geçmeyen araçlar nedeniyle ödenen milyonlarca doların hesabı yüzünden uyku uyuyamıyordur. İnşallah. En keskin öneriler, en damardan nutuk metinle ri, en çılgın projteanleahrm, eetn@gemgazilo.ctoimk gezi programları bu odalardaki danıwşwmw.aanhmlaerttdana.cnomçıkacak. Elbette en gönül çelici lafları üretenler de bakan olacak. Tıpkı, bir zamanların başdanışmanı “Sıfır soruncu Stratejik derinlikçi” Davutoğlu gibi. Ve “Eve et götüremediği halde, yine de evet” diyecekler sayesinden artık hiçbirisinin Meclis ile bağıbağlantısı olmayacak. Hepsi doğrudan Külliye’nin 7/24 istimal ve istihdamına hazır/nazırlar olacak. (Nazır malum, zaten bakan demek!) Böylece de daha önce gıcık kapılankulak tırmalayan “Benim Maliye Bakanım”, “Benim Dışişleri Bakanım” lafı da yerli yerine oturacak. HHH “Tek adamlığı onlardan öğrendik!” derken, referandum sonrası açacağı pandora kutusunun ipucunu veriyor... İlk sinyali Fethullah’ın pası ile 2012’de sessiz sedasız vermişti. “Türkçe Olimpiyatları” bahanesi ile 1 TL’nin üzerindeki Atatürk’ü kaldırdı. FETÖ etkinliğinin simgesini koydu. Bu yazı aynı zamanda naçizane bir suç duyurusudur. Sayın savcılarımız, lütfedip unvanlarının mütemmim cüzü olan Cumhuriyet’i de hatırlayarak, 1 TL’den Ata’nın resmini kaldırma ve FETÖ’cü olimpiyat simgesi koyma kararı verenleri bir zahmet FETÖ iddianamesine dahil etmelidirler! “Atatürk 1 TL’den silindi”yi Cumhuriyet dışında doğru dürüst haber yapan olmadı (12 Haziran 2012). Belli ki bu durum Külliyeci danışmanların iştahını kabarttı: Piyasaya geçen yıl sürülen yeni 1 TL’lerden bu kez, Atatürk kabartması tümden kaldırıldı. Bu, Atatürk’e karşı bir tür alıştırma darbesi idi. Ana muhalefetin tepkisi mi? Bir vekilinin odasındaki Atatürk resminin indibindisi kadar ilgisi olmadı. (En azından halka ve gençlere “Ata resmi olmayan 1 TL kabul etmeyin!” diye bir çağrı yapılabilir, bir sivil direniş örgütlenebilirdi.) Danışmanlar bu kez Reis’in kulağına daha fazla fısıldamaya başladılar: “Tek adam döneminde banknotlardaki Atatürk resimlerini de İnönü kaldırmıştı. Üstelik kendi resimlerini koymuştu! Sizin başınız kel mi?” HHH Atatürk meselesi, “Evet” kazanırsa zaten bitiyor. Ama bu edilgen muhalif tavır aşılamazsa, “Hayır” da kazansa, dünya âlem biliyor ki, “İmam bildiğini okuyacak!” Çok sağlam bir koz yakaladığına inanıyor. “Biz tek adamlığı onlardan öğrendik!” Aslında buna sevinmek gerek. Çünkü bu bir geri adım. “Asrın Liderliğinden Ümmetin Önderliğinden” tornistan demek. HHH Dünyaya ve cümle Muhammed ümmetine geçmiş olsun. KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK behicak@yahoo.com.tr ÇİZGİLİK KAMİL MASARACI kamilmasaraci@gmail.com.tr Computus Hakan Kara’ya Mektup Sana yazmak için ille de bir musibet olması gerekmiyordu elbette. Birbirimizi neredeyse on beş yıldır görmedik. İzmir Atatürk Lisesi’nde bir arka sıramda otururkenki ciddiyetin maalesef ne bende, ne de Mahmut Perşembe’de vardı. Senle en çok da Mahmut uğraşırdı. Bu arada Sedat Pişirici’yi de unutmadan bu lise yılları anıları arasından sıyırıp bu mektuba ekleyeyim. Liseden mezun olalı da bir otuz beş yıl oluyor; ancak aralıklarla en azından kitap fuarlarında karşılaştığımızı anımsıyorum. Son dönemlerde ise Zuckerberg’in icadı sayesinde seni takip edebiliyordum. Koca Pabuçlu Rabbim, Zuckerberg’den razı olsun. Bizim buralarda yani Ege’de yüce yaratıcı için “koca pabuçlu” nitelemesi kullanılır zaman zaman, onun büyüklüğüne işaret edebilmek, o kadar büyük olduğu için pabuçlarından gayrısını görebilmeye gücümüzün yetmeyeceği aciz kullar olduğumuzu anımsatmak için. Kısacası sanal dünya, bilişim ve bilgisayar sayesinde senden uzun süre sonra tekrar haber almaya başlamıştım, sonra da gazetedeki bilişim ve çevrecilik gibi iki konu üzerindeki yazılarını okumaya başladım. Cumhuriyet yani “Gazete” çocukluktan beri bizim eve giren ve yanına zamana ve zemine göre başka yayınlar eklense de değişmeyen bir sabah meşguliyeti benim için. BirGün’ü, Evrensel’i de unutmadan ekleyeyim bu gazete kavramına. Hakancığım, biliyorsun, ortaçağı yeniden yaşıyoruz. Zira ortaçağ, nesnel doğa zamanı ile öznel insan zamanı arasında bir ayrım yapmaz ve her ikisini de Tanrısal yaradılıştan türetir, diyor Arno Borst, Computus adlı yapıtında. Ancak ne zaman ki tüm makinelerin prototipi sayılan mekanik saatler icat edilip evrendeki tüm eşzamanlı olayları birleştiren soyut dünya zamanının sembolü oldu, işte o zamandan itibaren gelecekteki başka bir dünyanın düşüncesi ve beklentisi içindeki insanın kendi dünyasını zamansal olarak aşması gerçekleşti denilebilir. Kısa bir mektubun içine sığdırılamayacak kadar uzun bir konu bu. Bu nedenle kısa keseceğim. Ortaçağda zamana ilişkin veriler, yani tarih ve saat, dönemin başından sonuna dek computus olarak adlandırılan bir yöntemle belirlenmiştir. Farklı birçok anlamının yanı sıra sayma ve hesaplama anlamına geliyor bu sözcük. Günümüz bilgisayarlarında metin dizen ya da bilgisayarın getirdiği geniş iletişim ağı sayesinde birbirini uzaktan da olsa takip edebilen bizler bunu unutsak da bilgisayar (computer) sözcüğü de etimolojik olarak buradan gelmekte. Dijital teknoloji denildiğinde kullanılan ve parmak anlamına gelen digiti ise 10. yüzyılda Aurillaclı Gerbert tarafından kullanıldı. Gerbert her ne kadar parmaklarıyla saymayıp hesap taşlarını abaküsün ondalık hanelerine kaydırsa da 1’den 9’a uzanan rakamlara digiti adını vermişti. Türkçeye belki de en güzel katkısı bu oldu rahmetli Türk Dil Kurumu’nun, bilgisayar sözcüğü. Bu sözcüğün hakkını verdiğin, çevre bilincini arttırmaya çalışan bilgi yüklü yazılarını özledim. Kendine iyi bak arkadaşım ve unutma halen ortaçağı yaşıyoruz. Sizler, tutuklu olarak bizim adımıza bu ortaçağı bütün ağırlığıyla daha da çok yaşıyorsunuz. Kalın sağlıcakla... SAYISAL LOTO 01, 15, 26, 31, 33, 43 6 BİLEN: 1 milyon 773 bin 884 TL (Devretti) 5 BİLEN: 5 bin 574’er TL 4 BİLEN: 75’er TL 3 BİLEN: 11’er TL ikramiye kazandı. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle