22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
KULTUR 9. Leyla Gencer Şan Yarışması başvuruları başladı Opera dünyasına kazandırdığı genç yete tılımıyla, İKSV, Borusan Sanat ve La Scala neklerle uluslararası alanda önemli bir yer Tiyatrosu Akademisi tarafından organize edinen, bu yıl dokuzuncusu gerçekleştiri edilen yarışmanın başvuruları, 10 Nisan lecek olan Leyla Gencer Şan Yarışması’nın 2018’e kadar devam edecek. Jüri başkanbu yıldan itibaren Borusan Sanat’ın da ka lığını Renato Bruson’un üstleneceği yarış manın ön elemeleri, 2627 Nisan 2018’de Milano’da, final serisi ise 2328 Eylül 2018 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirilecek. (www.leylagencer.org adresine başvurulabilir.) Pazartesi 6 Kasım 2017 ‘Kadın dahakultur@cumhuriyet.com.tr EDİTÖR: ÖZNUR OĞRAŞ ÇOLAK 15 derinlikli bir varlık’ Ataol Behramoğlu’nun ‘Biriciktir Aşk’ kitabı çıktı. Behramoğlu ile aşktan gündeme uzanan bir sohbet gerçekleştirdik Vedat ARIK CEREN ÇIPLAK Ataol Behramoğlu’nun bugüne kadar kaleme aldığı aşk dizeleri yeni bir kitapta buluştu. Kitapta, evlilik, cinsellik, tabular gibi aşkın biricik “yasak”larını görüyorsunuz! Tekin Yayınevi’nden çıkan “Biriciktir Aşk” kitabından yola çıkarak bir sohbet gerçekleştiriyoruz Behramoğlu ile. n Kitapta, aşkın herkesçe kabul edilebilir bir tanımını yapabilmek mümkün değil diyorsunuz. Neden? Her şeyin tanımı için az çok öyle değil mi? n Aşk bencillik mi? Başkası üstünden kendimizi mi sevmek mi? Jose Ortega Y Gasset’nin “Sevgi Üstüne” adlı kitabını okurken aldığım notlara göz attım... Bir yerde aşkı şöyle tanımlıyor: “...sanki bir odada iki pencere vardır; bunlardan odaya bol ışık giriyordur; ama iki ayrı pencereden girse de bu ışık artık tek bir ışık olmuştur.” Bu kitabı 2001’de okumuşum. Demek ki bir kez daha okumalıyım... n Aşk, beden ve ruh olmak üzere ikiye mi ayrılıyor? Bedene aşk ile ruha aşk birbirinden ayrı mıdır? Elbette hayır. Beden ve ruhun toplamına kişilik diyelim... Birinin kişiliğine ‘âşık oluruz. Bütünüyle kişiliğine, o “kişi”ye... Bedene arzu, ruh dediğimiz şeye saygı duyulabilir... Aşk ikisinin toplamından gelen bir çekim, ikisinin toplamına duyulan bir tutku, bağlılık olmalı... n Kitapta Ritsos’un şu sözleri yer alıyor: “Devrim, demokrasi ve hümanizm, cinsellikle birlikte bütünsel insanlığı oluşturan öğelerdir. Aşk şiirleri devrimci açıdan öteki insanlarla iletişim kurabileceğimiz en önemli olanaklardır.” Devrim, demokrasi ve aşk sözcüklerinin yan yana gelmesi açıkçası kulağımı tırmalıyor. Devrim Behramoğlu ile ‘Biriciktir Aşk’ kitabı üzerine konuştuk. ve demokraside kurallar vardır, aşkta ise yok. Sizce? Benim en çok ses getiren şiirlerimden “Bir Gün Mutlaka”nın ilk dizesinde “sevişmek” ve “yürüyüş” sözcükleri yan yanadır... “Bu gün seviştim yürüyüşe katıldım sonra” Buna ne diyorsun? n Bir şey diyemiyorum... Peki, evlilik konusuna gelelim. Evlilik, bir aşkın topluma resmi ilanı mıdır? Toplum içinde yasal aşkı ilan eden bir bayrak teslimi midir? “Yasal aşkı ilan eden bayrak teslimi” tanımına bayıldım... Evlilik her şeyden önce bir “akit”tir... İki kişi arasında bağlılık akdi yapılabilir, fakat aşkın akdi olmaz... Yasalar bütün akitler için olduğu gibi evlilik akdinin de güvencesi, koruyucusudur... Aşkın güvencesi ve koruyucusu, olsa olsa yine kendisidir... n Devlet gibi, din gibi evlilik de bir tabu diyorsunuz. Evlilik nasıl bir tabudur? Bu tabu yıkılmalı mıdır? Yıkılır mı bilmem, ama zaman içinde değişim süreçlerinden geçtiği ve geçmeğe devam edeceği kuşkusuz... Aşk ise her zaman aşktır... Senin de az önce söylediğin gibi toplumsal vb. kurallara bağlı olmayan, içten gelen, doğal, iç güdüsel bir şeydir... n Kitabın “Kendin olmak ya da olmamak” bölümünde sorduğunuz soruyu aynen size soruyorum: İnsan ‘Kadınlar incelikli, güçlü...’ n Kitapta kadınlar konusunda çok düşündüğünüzü, kadınlardan çok etkilendiğinizi, kadınları çok sevdiğinizi söylüyorsunuz. Kadınlardan öğrendiğiniz ne var? Önce insan oldukları... Tıpkı biz erkekler gibi... Bundan başka da, kadının hem beden hem ruh olarak daha ayrıntılı, daha derinlikli, daha incelikli ve daha güçlü bir varlık olduğunu düşünüyorum… Sadece insan türü bakımından değil, belki bitkiler ve tekhücreliler dışında bütün canlılar bakımından da böyle olduğunu düşünüyor, hissediyor, gözlemliyorum... nasıl kendi olabilir? Sorulabilecek ve yanıtlanma sı en çetin bir soru... İstesek de istemesek de toplumun, tarihin, içinde varlığımızı sürdürdüğümüz her şeyin sonucu ve bir parçasıyız... Bu bakımdan ve bu anlamda mutlak bir “kendi” kavramından söz edilemeyeceğini düşünüyorum... Fakat yanı sıra da en erken çocukluğumuzdan taşıyıp getirdiğimiz salt “kendi”mize özgü bir şeylerimiz de vardır... Ses tonumuz gibi, pek de değişmeyen bir şey... İşte o şeyi, ya da şeyleri, korumamız gerekiyor. Değişime karşı değilim kuşkusuz. Fakat içimden yükselen sesin bastırılmasına izin vermemeliyim... “Kendin olmak” derken düşündüm böyle bir şeydir... n Âşık olmak insanı kendi mi yapar yoksa kendinden uzaklaştırır mı? Bence ikisi de değil... Aşk insanı aşkınlaştırır, kendi kalarak kendi üstüne yükseltir... n Sizin dizelerinizden yola çıkarak sorayım: Yaşadıklarınızdan öğrendiğiniz ne var? Var oluşumuzun bir mucize olduğu... Var olduğumuz sürece bu mucizeye layık olmaya çalışmak gerektiği.. n Siz neye âşık olursunuz? Değişmezlerim: Temizlik, dürüstlük, dinginlik. n Şiirleriniz hep sizin gerçek duy gularınız mı? Hep yaşadıklarınız mı şiirlerinize konu oldu? Genel olarak evet.. Ama bu çok da iyi bir şey değil. Kişisel yaşam ister istemez sınırlıdır. Başka yaşamlara açılmak gerekir. Şiir dışı türlerde, romanda, tiyatroda bu sanki daha kolay yapılıyor. n Türkiye gündemi ile ilgili neler söylemek istersiniz? Nasıl bir ruh hali içindesiniz? Büyük ve çok önemli bir ülke, olabilecek en kötü ellerde. Yine de, henüz, karamsar değilim. n Meral Akşener ile ilgili yazınız tepkilere neden oldu. Bu tepkilere yönelik neler söylemek istersiniz? Olumlu yaklaşımlar, destekler giderek çoğaldı. Hakarete varan suçlama sahipleri yakın zamanda utanacaklardır. Zaten konu herhangi bir siyasetçi ya da siyaset değil, ülkeyi yok oluştan kurtaracak ilkeli ve tutarlı bir muhalefet birlikteliğinin nasıl sağlanacağıdır. Benim derdim, bu. n Hologram doktorlar yakında evimizde! Hologram sevgili de olur mu dersiniz? Bizim ergenlik yıllarımızda “evlenmeyin bekârlar/naylon kızlar çıkacak” diye evlenme çağındaki gençlere öğüt veren eğlenceli bir türkü vardı. Öyle bir şey olmadı. Zamanı gelince etten kemikten, üstelik akıllı ve duygulu kızlarla evlendik. Fakat şimdi bütün insan ilişkileri sanki zaten biraz hologramlaştı... EKİM DEVRİMİ 100 YAŞINDA “Ekim’in Öğrettikleri”yle… İnsanlığın eşitlik, özgürlük ve adaletten yana yürüttüğü mücadelede 1917 yılının Ekim ayında yaşanan büyük kopuş en önemli tarihsel deneyimlerden biri oldu. Yordam Kitap’ın geniş koleksiyonunda, Ekim Devrimi’nin ruhuyla yazılmış çok sayıda kitabın yanı sıra doğrudan İhtilali anlatan yapıtlar da var. İşte onlardan bazıları: Geçmi?ten GeleceNe Sosyalizm 5 Geçmişten Geleceğe Sosyalizm Dizisi Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi, 19171929 Edward Hallett Carr Rngilizceden çeviren: Levent Cinemre Halkların Rus Devrimi Tarihi Neil Faulkner İngilizceden Çeviren: Tuncel Öncel Çeviri: Rasih Güran, 368 sf., 24 TL John Reed’in Dünyayı Sarsan On Gün’ü, Ekim Devrimi üzerine yazılmış bir klasik. Bir gazetecinin tanıklığıyla bir tarihçinin titizliğini birleştiren kitabı eşsiz kılan özelliği ise başkaldırının açığa çıkardığı yaratıcı enerjiyle kaleme alınmış olması. Devrimi yaşamak isteyenler için vazgeçilmez bir kaynak! Çeviri: Levent Cinemre, 272 sf., 18 TL Rus ve Sovyet tarihi uzmanı, büyük tarihçi Edward H. Carr’ın en önemli yapıtlarından Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi 19171929, onun Rus Devrimi ve Bolşevikler üzerine yazdığı 14 ciltlik devasa çalışmasının özeti. Carr’ın uzun araştırmalarının özünü damıtan eşsiz bir eser. Çeviri: Tuncel Öncel, 272 sf., 18 TL Marksist tarihçi Neil Faulkner, 100. yılını andığımız Ekim Devrimi için “Dünya tarihinin muhtemelen en yanlış anlaşılmış olayıdır,” diyerek söze başlıyor ve doğrudan demokrasi, taban hareketi, ikili iktidar, dünya devrimi, kuşatılmış devrim gibi konularda tartışmalar yaratacak bir kitaba imza atıyor. www.yordamkitap.com TÜYAP İSTANBUL KİTAP FUARI’NDA 3. SALON 601B’DEYİZ Sahne, parlayan yıldızlarla açıldı İstanbul’u kültür sanat alanında uluslararası bir buluşma noktası haline getiren İş Sanat, 18. sanat sezonuna 3 Kasım akşamı Norveçli şef Eivind Gullberg Jensen yönetimindeki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası konseri ile başladı. Açılış konserinin solistleri Norveçli soprano Mari Eriksmoen ve İş Sanat’ın Parlayan Yıldızlar serisi konserlerinin ödüllü genç sanatçıları Umut Sağlam (çello) ve Yiğit Karataş (keman) oldu. Berlin, Münih, Oslo Filarmoni, Stockholm Kraliyet Filarmoni gibi seçkin orkestraları yöneten ve Truls Mork, Helene Grimaud, Sol Gabetta, Hilary Hahn, Emmanuel Pahud gibi ünlü solistlerle çalışan Jensen yönetimindeki konserde Brahms’ın “Keman ve Çello için İkili Konçerto” ve çocuk saflığında yorumlanan arya ile biten Mahler’in “4. Senfoni”si seslendirildi. l Irene Melikoff 100 yaşında ‘Epikten Mistiğe Irene Melikoff’ Dr. Irene Melikoff Tasavvuf araştırmaları ve Doğu edebiyatı konusunda çalışmalar yapan, özellikle de AlevilikBektaşilik üzerine çalışmaları ile tanınan, Cumhuriyet Kitap yazarlarından Prof. Dr. Irene Melikoff, doğmunun 100. yılında İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde “Epikten Misti ğe” başlığıyla anılıyor. Yarın akşam 19.15’te başlayacak olan etkinlikte Prof. Dr. İlber Ortaylı ile Melikoff’un kızı Dr. Shirin Melikoff Sayar, Melikkoff’u anlatacaklar. Dr. Ulaş Özdemir ise mistik eserlerden oluşan deyiş ve nefesler çalıp söyleyecek. l İSTANBUL/ Cumhuriyet Kolay değil Sanıyorlar ki inşaat ile her şey hallolur. En büyük adalet sarayını, en büyük havalimanını, en büyük köprüyü inşa ettin mi adalet meselesi de, ulaşım meselesi de hallolur sanıyorlar. Hallolmuyor tabii ki. Tam tersine adalet saraylarında adaleti arar hale geliyoruz, İstanbul’un ulaşımı için fazla bir şey söylemeye zaten gerek yok. Kent silueti diye bir şey neredeyse kalmadı; kişiliksiz, kimliksiz, manasız plazalar (ne kadar meraklıyız “saray” lafına) eski siluetin tepesine konmuş alıcı kuşlar gibi pençelerini hepimize uzatıyorlar. Bizdeki iktidarla bütünleşmiş müteahhit zihniyeti ile kent uygarlığı bağdaştırılması oldukça güç kavramlar. Bunun acı sonuçlarını her gün ama her gün tecrübe ediyoruz. Atatürk Kültür Merkezi Taksim Meydan’ının kalbi AKM’ydi. Yıllardır bilinçli olarak çürümeye terk edilen AKM, konserleri, baleleri, operaları, tiyatroları, sahneleri, stüdyoları, sanatçıları ve seyircisiyle kentin en merkezi meydanıyla bütünleşmişti. Sahne sanatlarının, özellikle de tiyatronun kent yaşamıyla, kent uygarlığıyla iç içe geçmişliğinin İstanbul ölçeğindeki simgesiydi. Şimdi AKM yıkılıp yerine çok daha modern, çok daha büyük bir opera binası inşa edilecekmiş. Konunun mahkeme süreçleriyle, koruma kurulu kararlarıyla, çeşitli hukuksuzluklarla, vb. ilgili yanlarını, hatta acaba Taksim için düşünülen yeni bir dizaynın kamuflajı mı sorularını bir kenara bırakıyorum. Belleğimdeki örneklerden söz etmek istiyorum. Türkiye’de modern tiyatronun kurucu ocakları sayılabilecek Darülbedayi de Ankara Devlet Konservatuvarı da biri Osmanlı, diğeri Cumhuriyet dönemlerinde faaliyetlerine öyle dev gibi binalarda değil, apartmanlarda başladılar: İstanbul’da Letafet Apartmanı, Ankara’da Evkaf Apartmanı (bugünkü Küçük Tiyatro). Daha sonra bu okullardan tiyatrolar doğdu, onları sahneler izledi. Ama temel mesele tiyatroya, operaya, baleye verilen önem ve o binaların içinde yaratılan ruh, sanatı yurt sathına yayma isteğiydi. İstanbul’da Şehremini Dr. Cemil Topuzlu (tıpkı Ahmed Vefik Paşa’nın Bursa’da yaptığı gibi) tiyatronun kent yaşamına katılmasının önemini kavramış bir aydındı. Cumhuriyet döneminde ise Mustafa Kemal Atatürk’ün toplum projesinde sanatın zaten ayrıcalıklı bir yeri vardı. Muhsin Ertuğrul ve arkadaşlarının Ankara turnesinde onlara okul sözü vermiş; 1936’da da Nazi Almanyası’ndan kaçan Carl Ebert’i Ankara’ya davet etmiş, ondan bir devlet konservatuvarı kurmasını istemişti. Atatürk, “Ne kadar zaman istersiniz böyle bir iş için, 5 yıl yeterli olur mu” diye sormuş, Ebert “Biraz zor” cevabını verince de üzülmüş, ama yine de desteğini ölümüne dek esirgememiş ve ne yazık ki Devlet Konservatuvarı’nın açılışını görememişti. Bu “kuruculuk” zihniyeti ile günümüzdeki “bina inşa ederek ilerleme” zihniyeti arasında ne yazık ki çok derin bir uçurum var. “Kuruculuk” zihniyeti ayrı bir bilgi, değişik ilgi alanlarında zengin bir birikim, farklı bir Türkiye tasavvuru ve siyasi aidiyete bakmaksızın yetkin, liyakat sahibi insanları bir araya getirebilme becerisini gerektiriyor. O insanlar gerektiğinde yurtdışından, Nazi Almanyası’nın hışmına uğramış akademisyenler, sanatçılar arasından aranıp bulunuyor. Üniversiteler, konservatuvarlar böyle kuruluyor. Bu, gerçek bir özgüven ifadesidir. Bina yapmakla elde edilmez. Atatürk Kültür Merkezi’ni önce yıllarca çürütmek, sonra da bugünün OHAL koşullarında yıkmak (yerine yenisi yapılacak bile olsa, AKM’ye ve İstanbul’un kültür hayatına 10 yıla yakın bir süre reva görülenler “yıkım” sözcüğünü ister istemez öne çıkarıyor) kolay olabilir, ama Atatürk’ün Türkiye’deki izlerini, o “kurucu” zihniyetin dönüştürücü mirasını yok etmek kolay değil... C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle