29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
KULTUR Pazartesi 9 Ekim 2017 ‘Meteorlar’ Milano’da En İyi Film ödülünü aldı Gürcan Keltek’in ilk uzun metrajlı filmi “Meteorlar” Milano Film Festivali’nde En İyi Film seçildi. Bu yıl 22. kez düzenlenen ve jürisinde Rinaldo Censi, Monica Stambrini ve Abel Ferrara’nın yer aldığı festivalde sadece ilk ya da ikinci film lerin kabul edildiği yarışma bölümünde 8 yapım arasından “Meteorlar” en büyük ödülü alırken, ABD yapımı “Person to Person” izleyici ödülünü aldı. 28 Eylül 8 Ekim tarihlerinde düzenlenen festivalin ödül töreni cumartesi akşamı yapıldı. EDİTÖR: ÖZNUR OĞRAŞ ÇOLAK [email protected] 15 ‘Ulusal Yarışma’ geri döndü Uluslararası Antalya Film Festivali’nde Ulusal Yarışma bölümünün kaldırılmasının ardından, “Sivas” filminin yönetmeni Kaan Müjdeci önderliğindeki “bu karardan memnun olmayan sanatçılar” Ulusal Yarışma’yı kendi imkânlarıyla gerçekleştirmeye karar verdi. Antalya ile aynı tarih olan 2027 Ekim’de düzenlenecek “54. Ulusal Yarışma” bu sene İstanbul Beyoğlu Sineması’nda yapılacak. İnternet sitesi “ulusalyarisma.com” adresinden yapılan açıklamaya göre festivalin sloganı Behlül Dal’ın mısralarından: “Bir gün yine döneceğiz o şehre” olarak belirlendi. Bu da bu yıl Beyoğlu Sineması’nda yapılan yarışma Kaan Müjdeci önderliğindeki “bu karardan memnun olmayan sanatçılar” Ulusal Yarışma’yı kendi imkânlarıyla gerçekleştirmeye karar verdi. Antalya ile aynı tarih olan 2027 Ekim’de düzenlenecek “54. Ulusal Yarışma” bu sene İstanbul Beyoğlu Sineması’nda yapılacak. nın ilk fırsatta Antalya’ya döneceği sinyalini veriyor. Ulusal Yarışma’nın jüri üyelerinin Kadir İnanır, Sevin Okyay, Hülya Uçansu, Nihal Yalçın, Sarkis ve Tayfun Pirselimoğlu olacağı belirtildi. Manifesto yayımlandı 54. Ulusal Yarışma’nın manifestosundan bazı bölümler ise şöyle: “Bu yıl ilk kez düzenlediğimiz 54. Ulusal Yarışma, Antalya Belediye Başkanı Menderes Türel’in Uluslararası Antalya Film Festivali Ulusal Yarışması’nın iptal edilmesi kararının ardından, sinemanın geleceğine dair duyduğumuz endişe, itiraz etmeye dair acil ihtiyacımız ve pek çok sinemacının ve sinema kuruluşunun tepkisinin verdiği umutla yola çıktı... Kendimizi uluslararası alana tanıtma baskısını hissetmeksizin, önce birbirimizi tanımak ve anlamaya çalışmak istiyoruz. Yeni sinemacılarla tanışmak, deneyimli meslektaşlarıyla buluşturmak; eski sinemacıları hatırlamak istiyoruz. Belgesel kategorimizi geri istiyor, daha fazla belgeselin görünür olmasını arzuluyoruz. Kısa filmlerin hak ettiği değeri kazanmasını istiyoruz. Ödüllerimizi, ödül törenlerimizi geri istiyoruz. Dünyaya seslenen, sözünü özgürce söyleyen sinemacılarımızı izlemek istiyoruz. İzleyiciye, sinemayı keşfetme fırsatının verilmesini istiyoruz...” SİYAD’dan Sony’ye sansür tepkisi... Sinema Yazarları Derneği (SİYAD), Türkiye’de sansürlü olarak gösterime giren “Blade Runner 2049 Bıçak Sırtı 2049” filminin yapımcısı Sony Pictures’a tepki olarak bir açık mektup yayımladı. “Blade Runner 2049’u Türkiye Piyasası İçin otosansürlemek Türkiye’deki Sinema İzleyicilerine Hakarettir” başlıklı açıklama şöyle: “Türkiye’ye Blade Runner 2049’ın otosansürlü bir versiyonunu sunmanızı infialle karşılıyor ve de bunu ‘yerel kültüre saygı’ olarak meşrulaştırma çabanızdan derin rahatsızlık duyuyoruz. Kendini “yerel bir kültür” için neyin uygun olup neyin uygun olmadığına karar verme yetkisinde görüp bunu söz konusu ‘kültüre’ empoze etmek, o ‘kültüre’ yapılabilecek en büyük saygısız lıkların başında gelir. Türkiye halkının ve özelde Türkiye’deki sinema izleyicilerinin her çeşit çıplaklık görüntüsünden rahatsızlık duyacaklarını varsaymak Türkiye halkına ve Türkiye’deki sinema izleyicilerine hakaret niteliği taşımaktadır. Türkiye’de filmlerin sansürlenmesinden mustarip olduğumuz bir gerçek olsa da (bizler ulusal sansüre de karşıyız), sizin pozisyonunuz şu ana dek maruz kaldığımız ulusal sansürden bile daha gülünç biçimde darlaştırıcı bir pozisyon. Bu konuda derhal özür dilenmesini ve mevcut durumun en kısa sürede düzeltilmesini, geçmişte de yaşanmış olabileceği kuşkusu yaratan benzer durumların bir daha tekrarlanmamasını talep ediyoruz.” Meryem Ana Manastırı onarılmayı bekliyor Diyarbakır’ın Çüngüş ilçesinde bulunan ve Bizans dönemine ait olan tarihi Meryem Ana Manastırı onarılmayı bekliyor. Manastırın Doğu Roma İmparatorluğu zamanında faal olarak çalıştığını belirten Çüngüş Belediye Başkanı Zübeyir Arslanca, “1915’ten sonra tahrip olmuş. Tahrip olan kısımların restorasyon çalışmasının yapılması için başvuruda bulunduk. Cevap bekliyoruz” dedi. Sanat tarihçisi ve Dicle Üniver sitesi (DÜ) Öğretim Üyesi Doç. Dr. İrfan Yıldız, Meryem Ana Manastırı’nın bölgede inşa edilen en önemli manastırlarından biri olduğunu aktararak şunları kaydetti: “Manastırın bünyesinde mezarlık, şaraphane, fırın, hamam, öğrencilerin kaldığı odaların olduğunu öğreniyoruz. Günümüze ulaşan kısmı manastırın kilise kısmıdır. Diğer kısımları hepsi tahrip olmuş. Sadece temelleri günümüze ulaşmıştır.” l İHA Edebiyatımızın karanlık kutbu Aramızdan 28 yıl önce ayrılan Yusuf Atılgan’ı yazar ve akademisyen Murat Gülsoy’un gazetemiz için kaleme aldığı bir yazısıyla anıyoruz KONUK YAZAR MURAT GÜLSOY Kötülük meselesine insan psikolojisinin karanlık taraflarına bakarak yaklaşan Yusuf  Atılgan bu özelliğiyle edebiyatımızda farklı bir yerde durur. Kafka, Camus gibi yazarlardan beslenen Atılgan’ın anlattığı dünyalarda siyaset, tarih ve toplumsal olgular ön planda değildir. Çoğu zaman Türkiye’nin alegorisi olarak okunan “Anayurt Oteli”ne bilinçli bir şekilde serpiştirilmiş tarihsel bağlantılar bile roman ilerledikçe ana karakter Zebercet’in şizofrenisi içinde eriyip gider. Romandaki temel mesele, toplum karşısında ve dışında yapayalnız bir bedenden ibaret insanın denetimden çıkarak çevresindeki yaşamı tahrip etmesidir. Zebercet bir ‘yakıcı arzular yumağı’dır adeta. Yusuf Atılgan’ın edebiyatını çarpıcı bir şekilde temsil eden “Çıkılmayan” öyküsünün adsız karakteri de biraz Zebercet’e benzer ama onun kadar ayrıksı değildir; tam tersine sıradandır, her gün her yerde gördüğümüz ‘küçük’ insandır, dişi ağrıyan, yediği fasulye midesini yakan, piyango dışında bir beklentisi olamayan ve bir ara ba hayaline sahip sıradan bir kent insanıdır. ‘Küçük’ oluşu zihin dünyasının sınırlılığından kaynaklanmaktadır. Kendini aşabilecek bir ülkünün, değerli bir idealin ya da düşüncenin etkisindeki bir roman kahramanı değildir. Biz bu sıradan karakteri son derece sıra dışı bir olayın içinde, 67 Eylül gecesindeki yağmanın aktif katılımcılarından biri olarak tanırız. Toplumsal bir olayın tam göbeğinde, bir yağma ve saldırının bizzat içinde olmasına rağmen zihninde sadece çaldığı para ve ağrıyan dişinin acısı vardır. Daha sonra yakalanma korkusu içinde kıvranırken bize yer yer Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanındaki Raskolnikov karakterini hatırlatır ama “Çıkılmayan”daki karakterin herhangi bir idealle ilişkisi yoktur. Bu yüzden de çok gerçektir; milyonlarca şehir insanından biridir. Çünkü o bir yirminci yüzyıl yorgunudur; Raskolnikov’dan sonra, köprünün altından çok sular akmıştır: Yıkılan imparatorluklar, iki dünya savaşı, soykırımlar... Bu süreçte bireyi yüceltip özgürleştiren değil tam tersine köleleştiren kapitalizm ve baskıcı dev let mekanizmaları bireyin yücelmesine değil böcekleşmesine neden olmuştur. O yüzden de bu Kafka’nın çağıdır, yirminci yüzyılda kalem oynatan her yazarda az ya da çok izini görmek mümkündür. Yusuf Atılgan’ın diğer öykülerinin kahramanları da benzer şekilde bir sıkışmışlık içindedirler. “Evdeki” öyküsündeki evde kalmış kız kasabadan çıkma rüyası görmeyi umar, “Saatlerin Tıkırtısı”ndaki saatçi hayvanat bahçesindeki kafesinde volta atan sırtlana benzetilir ve bir gün saatlerin üretildiği yere doğru gideceği bir çılgınlık hayali içerisine yerleştirilir. Örnekler çoğaltılabilir ama belki de en çarpıcısı “Kümesin Ötesi” öyküsündeki tavuğun durumudur. İçine kapatıldığı kümesten, diğer tavuklardan ve horozdan nefret eder; uzaklarda güzel, başka bir kümesin hayallerini kurarak kaçmaya teşebbüs eder. İlginç olan, Atılgan’ın bu sıkışmış karakterleri içinde sadece bu karakterin kaçma girişiminde bulunmasıdır. Ancak kümesin dışında onu bekleyen şey yırtıcı bir köpektir. Kaçacak bir yer yoktur. Kafka’nın “Bir Hayvan Meseli”yle bire bir aynı temanın tekrarıdır bu öykü: Köşeye konmuş kapandan uzaklaşırsa eğer, kedi fareyi yiyecektir. Çıkış yoktur! Çıkışı olmayan bu karakterler Kafka’nın faresi kadar pasif değildirler. İçlerindeki arzuların tatmin olmayışı onları şiddete yöneltir. Kimi zaman hayal ederler kimi zamansa bilfiil hayata geçirirler bu şiddet eylemlerini. Kötülüğü insan psikolojisinin sürekliliği içinde ele alarak bunu yazdıklarının temel meselesi haline getiren Yusuf Atılgan edebiyatımızın karanlık kutbudur. Aynı çınarın yapraklarıyız Ankara’da Mülkiyeliler Lokali’nde oturuyoruz. Ben sorup duruyorum, karşımdaki sakin adam fazla cevap vermiyor. Geçmişi soruyorum, ortak geçmişimizi. 40 yıl önceyi. Girmiyor o konulara, pek girmek istemiyor. Aslında bilmediği yok. 68 döneminin, THKPC hareketinin en önemli birkaç isminden biri o. Ama anlatmıyor, ketum sözünün cisimleşmiş hali gibi oturuyor karşımda. Fakat sadece oturuşuyla, arada bir gözlerini dikip dinleyişiyle bile insana güven telkin ediyor. Çünkü onu tanıyoruz, çünkü o koca bir geçmişten bugüne bakıyor, o baktıkça DEVGENÇ’in ne olduğunu hatırlıyoruz. Oktay Etiman bütün bir 68 gençliğiyle birlikte bakıyor ve biz biliyoruz: Hepimiz aynı çınarın yapraklarıyız. Direniş ruhu Ankara’da çalıştığım yıllarda, birkaç kere buluşmuştuk Mülkiyeliler Lokali’ndeki meşhur masasında. “Ne zaman gelsen beni burada bulursun” demişti, “Hayatım burada geçiyor. Biraz ileride kiraladığım tek odalı çok küçük bir evim var. Ama orayı çalışmak ve uyumak için kullanıyorum. Çeviri yaparken oraya kapanıyorum mecburen. Bin sayfaya yakın bir kitap çevirdim bir ara (“İbni Sina’nın Talebesi Hekim”), uzun süre çıkamadım evden. Ama onun dışında hep buradayım.” Hayatını çeviri yaparak kazanıyordu. Son çevirdiklerinden birini, “Yerlilerin Gözyaşları”nı bir buluşmamızda heyecanla anlatmıştı. Latin Amerika’da istilacı İspanyollara karşı direnen bir yerli liderinin öyküsünü anlatıyormuş kitap. Heyecanına bakmıştım Oktay’ın, DEVGENÇ’i yaratan o antiemperyalist, mücadeleci ruh dipdiriydi içinde. İstilacıya karşı hep direnişçinin yanındaydı. Yenilgi ve duruş Ankara’da “Kerbela” başlamıştı. Bir iki sezon sonra benim ısrarımla kalktı geldi Büyük Tiyatro’ya, oyunu izlemeye. Oyun bittikten sonra fuayede yanına gittim. Oktay’ın yüzünden duygusunu okumak her zaman kolay değildi. Baktım, düşünceliydi. “Nasıl buldun?” diye sordum. “Sana bir şey söyleyeyim mi?” dedi, “Hüseyin öyle bir duruş sergilemiş ki tarihe kalmış. Konu yenmek yenilmek değil, konu bir duruş sergileyebilmek.” O anda değil belki, ama sonradan, Oktay’ın sözlerini düşününce bu konunun onun zihnini epey meşgul ettiği kanısına varmıştım: Yenilgi ve Duruş. Oktay, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuyordu. 1970’te, yani DEVGENÇ Ankara Yürütme’ye girdiğinde 23 yaşındaydı. Sonra süreç giderek hızlandı, gençlik hareketi kendini siyasal alandaki boşluğu doldurmakla yükümlü gördü. Gencecik insanlar memleketin gidişatıyla ilgili sorumluluk hissetmiş, kendi kişisel geleceklerini yakma pahasına fütursuzca öne atılmıştı. Hemen yakın geçmişte 27 Mayıs, onun da öncesinde zihinlerde Samsun’a çıkan Mustafa Kemal vardı. Sorumluluk alınmalıydı. Gençlikteki temel, belirleyici zihniyet buydu. Öne atılanlarla birlikte öyle bir ruh oluştu ki büyük gençlik kitleleri de hareketin peşine takıldı. 68’in özeti budur. Sonra yenilgi geldi: Ölümler, cezaevleri, sürgünler ve kitlelerin dağılması... bir kere daha kısa bir toparlanma ve 12 Eylül 1980’de asıl darbe. 19721986 arasını cezaevinde geçiren Oktay Etiman’ın zihnini bu konunun meşgul etmesi boşuna değildi. Çünkü Oktay, en coşkulu günlerde de, sonra sel gidip kum kaldığında da tavrını korumuş ender kişilerdendi. Sanki Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden çıkıp Mülkiyeliler Lokali’ndeki masasına oturmuştu. Senin önemli bir duruşun vardı Oktay Etiman. Bir lokma bir hırka yaşam tarzınla, şana şöhrete hiç prim vermeyen tutarlılığınla, hiç eksilmeyen dayanışma duygunla çok iz bıraktın. Tarihe kaldın. O hiç değişmeyen namuslu devrimci duruşuna helal olsun, uğurlar olsun sevgili arkadaşım. Rus Devrimi ve Türkiye Konferansları Cezayir Toplantı Salonu’nda yapılacak Düzenlemesini Evangelia Balta’nın yaptığı, Goethe ve Orient İstanbul Enstitüleri, İsveç Kültür Merkezi ile Anadolu Kültür A. Ş.’nin desteklediği konferanslar dizisi yarın Galatasaray’daki Cezayir Toplantı Salonu’nda başlıyor. İTÜ öğretim üyesi Stefo Benlisoy’un ‘Osmanlı Topraklarından 1917 Devrimi’ne Bir Bakış’ başlıklı sunumu ile başlayacak oturumları 18 Ekim’de yazar ve sinemacı Takis Spetsiotis’in ‘Tarihte ve Si nemada Potemkin Zırhlısı’ üzerine konuşması ile 24 Ekim’de İstanbul Üniversitesi’nden Mehmet Ö. Alkan’ın ‘Türkiye’de Kapital Çevirilerinin Macerası’ başlıklı oturum izleyecek. Toplantılar dizisi Şarkiyatçı Dr. Zaur Gasimov’un 2 Kasım’daki ‘Türkiye Rusya Arasında Etkileşimler 19172017’ konulu konferansı ile sona erecek. Konferanslar sürecinde ‘Potemkin Zırhlısı’ filminin restore edilmiş bir kopyası da izlenebilecek. (www.oiist.org) Anjelika Akbar konseri Deniz Müzesi’nde... Anjelika Akbar, 14 Ekim’de Deniz Müzesi’nde konser verecek. piyanist ve besteci Anjelika Akbar, son yıllarda, il gisini çeken, kendi tabiri ile “DoğuBatı Kucaklaşması” yönünde müzik çalışmaları da gerçekleştiriyor. Sanatçı İstanbul Deniz Müzesi’nde ki konserinde, “Doğu Fantazisi”, “Rain in İstanbul”, “Rain in İzmir” gibi kendi bestelerinin yanı sıra; “Üsküdar’a Gideriken”, “Uzun Ince Bir Yoldayım” ve “Haydar Haydar” türkülerinin uyarlaması, Ayvazovski’nin İstanbul’u ve Pitoresk İstanbul için yaptığı bazı çalışmaları da sevenleriyle paylaşacak. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle