02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
KULTUR Başka Sinema kapsamında seyirciyle buluşan filmin yönetmeni Mehmet Can Mertoğlu ile buluştuk ve ‘Albüm’ü konuştuk 16 EDİTÖR: ÖZNUR OĞRAŞ ÇOLAK Pazartesi 7 Kasım 2016 [email protected] İlk gösterimini Cannes Film Festivali’nin Eleştirmenler Haftası bölümünde yapan ve buradan bir de ödül alan ‘Albüm’, Adana ve Antalya film festivallerinin ardından bu hafta vizyona girdi. e‘Yseknisi iTküardkaiyreadbesürd’ EMRAH KOLUKISA Çocuk sahibi olmak için evlat edinme yolunu seçen bir çiftin çevre baskısından çekindikleri için sanki gerçek bir doğum yapmış olduklarını kanıtlamak istercesine bir aile albümü oluşturmaya çalıştıkları film Mehmet Can Mertoğlu’nun ilk uzun metrajlı çalışması. Adana’da En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo ödüllerini alan Mehmet Can Mertoğlu, filmini izlediğimizde de sezdiğimiz üzre, aslında bir sinema profesyoneli olmaktan ziyade sinefil olduğunu söylüyor. Filmini dijital bir kamerayla değil de 35 mm film kullanarak çekmesi de bu sinefil tavrın bir uzantısı. Yine aynı sinefil ruh yaptığımız söyleşiye de sızıyor ve bir sürü sinemacının adını zikrediyor Mertoğlu. Kaurismaki diyor, Puiu diyor, Andersson diyor, Seidl diyor... Başrollerini Şebnem Bozoklu ve Murat Kılıç’ın üstlendiği filmin bizde pek sık rastlanmayan absürd, yer yer de sürreel tonunun esinlerini de öğrenmiş oluyoruz haliyle. n Filmde ciddi bir bürokrasi eleştirisi var. Evlat edinecek bir çocuk bulmak için gittikleri yetimhane olsun, vergi dairesi, okul gibi resmi ya da yarı resmi kurumlar olsun hep bu eleştiriden payını alıyor. Koyu bir mizah eşlik ediyor bu eleştiriye de. Hal böyle olunca ve bir de “Yeni Türkiye” algısıyla yanyana gelince bir hayli dikkat çeken bir eleştiri bu. Ama bir yandan eski Türkiye’de de bürokrasi fena halde kemikleşmişti aslında. Bu eski/yeni Türkiye ekseninde filminizi nasıl konumlandırıyorsunuz? Evet, böyle bir yorum var. Yani Yeni Türkiye’yi anlatıyor dendiğini çok duydum ben film için. Yanlış da bulmuyorum, hiçbir şey değişmiyor çünkü. Ama benim esas kişisel deneyimime bakarsanız babam devlet memuru olduğu için bu tip ortamlara çok fazla girip çıktım bu iş 92’de 93’te nasılsa şimdi de hiç farkı yok. Aynı absürd durum devam. Sadece oradaki bilgisayarlar modernleşmiş oluyor; bazı saçmalıklar atılmış oluyor ama yerlerini başka saçmalıklar almış oluyor, tampon misali. Burada çok yerel bir şey izliyoruz ve yerel unsurlar ön planda ama bu sadece Türkiye’ye mün hasır bir şey de değil. Ionescu metinlere baktığımda da görüyorum benzerlerini. Bunu aşabilmiş birkaç İskandinav ülkesi vardır belki ama bürokrasi dünyanın her yerinde böyle. Türkiye’de de bir gıdım ilerleme yok bence. O anlamda filmin anakronik bir yanı da var aslında, yani bu film Mehmet Can Mertoğlu 2016’da geçen bir film değil gibi. Var tabii günümüzden parçalar ama buradaki aile de anakronik bir aile biraz. Hiç evlerinde modern bir televizyon ya da bilgisayar görmüyoruz mesela. n Tüm bu tablo içinde din meselesi pek görülmüyor. Çok dolaylı ele alınmış, bunu özellikle mi yaptınız? yerd‘Yeünzesobnarkamçaokkbsiırkıcı’ n Rumen sinemasını çok sevdiğinizi biliyoruz. Rumen yönetmen Porumboiu’nun filmlerinde mesela hiç açıkarşı açı yoktur. Sizin filminizde de rastlıyoruz buna. Bunu sinema dilinizin bir özelliği olarak mı görmeliyiz? Porumboiu evet, ama Rohmer’de de çok vardır o tarz anlatım denemeleri. Benim sevdiğim sinema böyle, açıkarşı açı meselesi benim çok hassas olduğum bir konu. Hiç sevmem. Özellikle günümüzde çok kolaycılığa kaçmak oluyor bence. Beni oradaki evren cezbediyor, arkadaki alan derinliği ilgilendiriyor. Öteki türlü iş bir konuşan kafalar belgeseline dönüşüyor, özenilmeden, amors çekimlerle, dizi estetiği gibi bir şey çıkıyor ortaya. Yüze bakmak bir yerden sonra çok sıkıcı geliyor bana. Daha fazlasını görmek istiyorum ben ve filmde de bunu denedim. n Filmi 35 mm çekmek önemli bir karar. Artık herkes dijital teknolojiye yöneldi ve bu da işleri bir hayli ucuzlattı. Film ekipleri de alıştı dijitale, eski teknolojiyi bilen insan bulmak da kolay değil. Bunun dezavantajları endişelendirmedi mi sizi? n Hayır. Tüm hazırlığımız ona göre yapıldı. Görüntü yönetmenimiz, rumen Marius Panduru, 35 mm çalışan biriydi hep ve ekibini de öyle kurdu. Üstelik Türkiye’de 35 mm kamera neredeyse bedava, o açıdan bazı unsurlar ucuza bile çıktı diyebilirim. Uzak mı durmak istediniz? Hayır aslında. Ama bu aile dinle ilişkisi çok güçlü olan bir aile değil. Zaten Antalya’da başlıyoruz hikâyeye, daha laik tabanlı bir aile olduklarını anlıyoruz. Hatta laik de demeyelim de, bana bunlar Doğruyol Partili gibi geliyor, artık olmayan bir parti gerçi ama. Öte yandan, mesela bir sahnede birtakım rakamlar sayarken görüyoruz onları, yani bir tür batıl inanışları da var. Dinle ilişkileri biraz daha değişik, dinsiz değiller de, daha çok merkez sağ bir aile gibiler. n Bir sahnede bir bebek gösteriyorlar çiftimize ve onlar çocuğun esmerliğine atfen “Bu da Suriyeli gibi duruyor” diyorlar. Hiç farkında olmadan ırkçı bir yaklaşımları var aslında. Öyle tabii, ama bu bugün böyle. Bugün Suriyeli ya da Kürt oluyor ama bundan önce Ermeni ya da Rum da olabilirdi bu. Ya da tam tersi, Kürt bir çift “Bu çocuk çok sarışın” diyebiliyor. İnsanlar biraz da kendilerine benzesin istiyorlar ve tabii ki orada patetik bir ırk meselesi var ama bazen de çocuk ileride sıkıntı çekmesin diye düşünen de var. Saf bir iyi niyet var ama o iyi niyetin çıktığı yer çok sorunlu. ‘Fotoğrafa verilen önemi anlamıyorum’ n Fotoğraf bu filmin asli unsurlarından biri. Filmdeki aile sahip oldukları çocuğa bir tarih inşa etmek için fotoğrafı kullanıyor. Sizde bu fotoğraf fikri ne zaman, nasıl doğdu? Şöyle ki, ben hiç fotoğraf çektirmem. Son 10 yılda içinde yer aldığım 3 tane bile fotoğraf yoktur herhalde. Sosyal medyadaki fotoğraf paylaşımlarının patlamasını da hiç anlamlandıramadım mesela. Fotoğrafa insanların atfettikleri önemi de hep garipsemişimdir. Gerçekten daha fazla bir gerçeklik sunduğunu düşünüyorum. Bir de ben Boğaziçi Üniversitesi’nde Edebiyat okudum ama bitirmedim. Akhisar’a, annemleri ziyareti gittiğimde falan konu komşu hep sorar “Bitti mi okul?” diye. Bir noktada dedim ki, ben sahte bir mezuniyet fotoğrafı çektireyim, annemler de onu duvara assın, bu mesele de bitsin. Fotoğrafı seçmem aslında tamemen benim bu durumu garipsememle alakalı. Eleştirel düşünceye tahammülsüzlük Bu vahim gelişmeler maalesef bir kez daha gösterdi ki ülkemiz demokrasi kültüründen henüz nasibini alamamış. İktidar partisinin eleştiriye, eleştirel düşünceye asla tahammülünün olmadığı da ayrı bir gerçek. Cumhuriyetle büyüdüm. Cumhuriyetle yetiştim ben... Yurt dışında okurken bile, annemin biriktirip itinayla rulo halinde paketlediği gazeteleri mektup bekler gibi beklerdim. Saman kâğıdına sarılmış ruloları keyifle açar ve adeta satır satır okurdum hepsini. Bugün de aynı heyecanla bu köşeden yazdığım eleştirileri, yorumları paylaşıyorum Cumhuriyet okurlarıyla. Kötü bir şaka gibi: Bu aydınlık gazetenin bir kısım yöneticileri ve yazarları giderek derinleşen hukuk boşluğunun bir sonucu olarak türlü karalamalarla gözaltına alındılar geçtiğimiz günlerde. 1 Kasım 2016’da bu haberle güne merhaba dedik! Ardından, 5 Kasım’da gözaltında bulunan 13 isimden 9’u tutuklandılar. Bu vahim gelişmeler maalesef bir kez daha gösterdi ki ülkemiz demokrasi kültüründen henüz nasibini alamamış. İktidar partisinin eleştiriye, eleştirel düşünceye asla tahammülünün olmadığı da ayrı bir gerçek. Cumhuriyet gazetesine indirilmeye çalışılan darbe bu tahammülsüzlüğün kanıtı. dDöünndyüak çe Eleştiriden, eleştirel düşünceden söz ederken, tiyatro sanatının süzgecinden geçmiş örneklerle düşünce özgürlüğünün gerçek demokrasilerde dünden bugüne nasıl geliştiğine, nasıl özümsendiğine küçük dokunuşlarla değinmek, aslında pek çok alanda yüzleşmekte olduğumuz sorunlara da göndermeler içerecektir kanımca Tiyatro insanla, yaşamla birebir he saplaşan bir sanat. Eleştirel düşünceyle sarmalanmış bir sanat. Dünden bugüne sorgulayarak gelmiş, bugünlerden yarınlara yine sorgulayarak uzanacak. Tiyatro; Antigone’da sistemi ve adaleti sorguluyor. Prometheus’u özgür düşüncenin simgesi olarak resmediyor. Oidipus’un bilgi arayışına yönelik çabalarının izlerini sürüyor. Shakespeare’in dünyasında, insan karakterinin kuytu köşelerinde filizlenen düşünce yoğunluğu ile yüzleşirken aklın özgürleşmesini vurguluyor. Lessing’in ‘idrak yeteneği’ üstüne tartışmaları ise bilgilenme ve düşünme süreci olarak yaşamlarımıza giriyor... Victor Hugo, “Cromwell”de düşüncenin gümrük memurlarından söz ederken özgürlük kavramının düşünce alanını aydınlatması gerektiğini vurgular. Schiller, insanlık tarihini, geniş dünya sahnesinde düşünce özgürlüğü uğruna insanların mücadelesi olarak yorumlar. Voltaire, düşüncelerini özgürce söylediği için kapatıldığı Bastille’de yazdığı “Hernande”de yine düşünce özgürlüğünü savunur. O dönemlerden bu dönemlere uzun yollar katetmiş özgür düşünce. Demokrasi kültürünün köşe taşı olmuş... Bu bağlamda; sanki bugün Cumhuriyet gazetesinde yaşananlar Türkiye’de hukuk, adalet, düşünce özgürlüğü, basın özgürlüğü gibi hayati kavramların yeniden, yeniden irdelenmesi ve de eğitim sisteminin temelini oluşturması gerektiği gerçeğini bir kez daha ortaya koyuyor. [email protected] Onu sayısız ismin arkasındaki utangaç kahraman olarak tanıyoruz. Bu kez perde açıldı, sahne ışıkları “assolist” arkasındaki gerçek emekçiye döndü. Düzenlemeci, besteci, yorumcu, gitarcı ve yapımcı Cihan Mürtezaoğlu’nun ilk solo albümü “Bitsin Bu Delilik” ile bir adım öne çıktı, dinleyiciyi selamladı. Cihan’ın herhangi bir şarkısını dinlediğinizde farkına varırsınız, tutkularının peşinde sürüklenmiş birisiyle karşı karşıya olduğunuzu. Yer yer Ahmet Sinan Hatipoğlu’nun “Musiki” albümün Cihan Mürtezaoğlu ‘Bitsin Bu Delilik’ (Dokuz Sekiz Müzik) andıran albümü, kişisel bir eser. Çılgın kalabalığa karışmamış, ya da karışmasına izin verilmemiş bir adamı dinlersiniz onun şarkılarında mütemadiyen. Mahallenin evsizidir O, kahvenin çay içecek parası olmayan yoksulu, açılamayan mahcup delikanlının ta kendisi ya da aşkların karşılıksız olan tarafı... Hadi uzatmayalım; kısa yoldan kent ozanlığı nın genç Yunus Emre’si... 32 yaşına rağmen yüzyıllık yal nızlığın şarkılarını yazması yoruma açık. Ancak şurası kesinlikle değil: Aklı karıştırmayan naif sesi ve sözüyle, kulakları yumruklamayan sounduyla yeni kuşak müzisyenler arasında mutlaka ilgi gösterilmesi gereken isimlerden biri Cihan. İlk albümü “Bitsin Bu Deli lik” ise 2016 yılında yeniden yazılmış “Yalnızlık Paylaşılmaz.” Kenny Garrett ‘Do Your Dance!’ (Mack Avenue) Detroitli saksofoncu Kenny Garrett dans müziğini seviyor. Sevdiğini de inkâr etmiyor. Bulduğu her fırsatta da göğsünü gere gere icra ediyor. Son icraatı “Do Your Dance!” Dans müziğine balıklama daldığı çalışma, Garrett’ın dördüncü Mack Avenue albümü. İyimser ve enerjik bir çalışma... Garrett albüm boyunca funk, Latin, bossa, Kalipso, Hint Müziği gibi kendini etkileyen, gençlik ateşini körükleyen, kanını kaynatan müziklerin önünde saygıyla eğiliyor. Altmışlı yılların McCoy Tyner, Sonny Rollins, Miles Davis ve John Coltrane’i gibi bir bop ve swing müzisyeni rolüne soyunuyor. Albüm göz kamaştırıcı melodiler, akıcı ritimler eşliğinde patlayıcı hamleler içeriyor. Organik bir topluluğun lideri olarak göze çarpıyor Garrett; piyanist Vernell Brown, Jr., basçı Corcoran Holt, perküsyoncu Rudy Bird, davulcular Ronald Bruner Jr. ve McClenty Hunter’ın önünde. Modern çizgileri de sokak konuşmalarından uzak hiphop vokali yapan rapçi Donald ‘Mista Enz’ Brown Jra’a emanet ediyor. Gelenek ve yenilik arasındaki tutku köprüleri kuran formun ustası Garrett. Bugün ticari amaçlara kurban edilerek içi boşaltılan bir müziğin, nasıl asil bir biçimde çalınacağını duymak istiyorsanız bu albümüne bir şans verin. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle