23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Cuma 26 Haziran 2015 dizi EDİTÖR: HAYRİ ARSLAN Arzu: Çingene fakirdir ama Suriyeliler daha fakir yvansaray’ın bir ara sokağında yere oturmuş onu dinliyoruz. Bize elinde kalın bir kâ ğıt tomarı, uzun, çok uzun bir şiir okuyor. “Bana İstanbul’u anlat” diye başlıyor şiir; “Yeşilpınar’da babasının borcundan dolayı istemeden evlendirilen yaşı küçük genç kızı; Çamlıca’da askerden gelen bir şehit haberiyle yıkılan babanın feryadını; Dragos’ta iflas ettiği için ailesini terk eden ve kendini yollara vuran bir adamı; Karacaahmet’te dua karşılığı insanlardan para alan sahtekâr hocaları; Bana İstanbul’u anlat. Esenler’de gece çalışmaktan uykuya yorgun düşmüş bir motosiklet döşemecisini...” Burada kesiyor şiiri: “Bu hep uykusuz kalan benim erkek kardeşim, çok çalışıyor geç saatlere kadar.” Sonra devam ediyor okumaya... Şiirleri uzun, hayalleri büyük, yalnızlığı güzel, iyimserliği sonsuz. 14 A Sur dibinde bir çilingir sofrası 1996 İstanbul Ara Güler ‘Despotun inadına şerefe!’ aray yıkıntılarından ceplerimiz eriklerle dolu ayrılıp sahile iniyoruz ve şimdi de sahil yolunda, surların dibinde, çimlerin üzerinde bir çilingir sofrasındayız. Hafif yağmur çiseliyor ama kimsenin umurunda değil. Rakılar açılmış, mangalda köfte ve kanat, birkaç da meze yanında... Elimize hemen çay bardağında rakı, bir de ekmek arası köfte tutuşturuluyor. Ve çilingir sofralarının klasik sohbeti başlıyor: “Ne olacak bu memleketin hali?” Emekli bir gazeteci, bir banka müdürü, bir mali müşavir, bir de yaşlı balıkçı. Hükümete, Cumhurbaşkanı’na, içki yasağına ve Atatürk düşmanlığına sövüp sayıyorlar bir ağızdan. Balıkçı Papaz Mehmet içlerinde en yaşlıları... Bir hafta önceki fırtınada teknesi batmış. Sağlık nedeniyle yıllar önce içkiyi bırakmış, o yüzden elinde bir kutu meyve suyu. Onu dikiyor kafasına. Hava kötü oldu mu onun bekâr evinde toplanılıyor. Biraz açtı mı, sofra sur dibine kuruluyor. Biri rakıyı getiriyor, biri etleri; diğeri mangal yakıyor, öbürü mezeleri açıyor... Ve başlıyorlar içmeye. Öğlenden akşama kadar kalkmıyorlar sofradan. Adı Rıfat. 52 yaşında, Ayvansaray’da iki göz odadan oluşan eğreti bir evde tek başına yaşıyor. Evinin tam arkasında bir kiraz ağacı, kirazlar olsun diye bekliyor, tırmanıp kasa kasa toplayacak, tüm mahalleye dağıtacak. Su masrafı hiç yok. Damlayan musluktaki suyu bir bakraçta biriktirip ellerini onunla yıkıyor. Tek bir ampul yakıyor. Kirlilerini kız kardeşine götürüyor. Emekli falan değil. Hayatını koltuk tamiri yaparak kazanıyor. “3 senede 206 şiir yazdım” diyor. “İnsanın içinden ruhundan gelen bir duygu. Büyük bir hayal dünyasıdır şiir.” Onun tüm hayatı büyük bir hayal dünyası. Koltuk tamircisi ama aynı zamanda heykeltıraş; aynı zamanda güzel türkü söylüyor; aynı zamanda mahallenin çocuklarına uçurtmalar yapıyor, onlara bitpazarlarından topladığı kırık oyuncakları dağıtıyor; aynı zamanda boncuklar, kırık magnetler, taş parçaları, çocuk oyuncakları, metal plakalar, tahta Afrika süsleri, tüyler, düğmeler, kırık oyuncak bebekler, minik seramik melekler, tahtadan kertenkeleler, Dolmabahçe’deki yaşlı çınarların gövdelerinden sıyrılmış ağaç kabukları; tüm bunları yapıştırdığı evinin cephesi gerçek bir enstalasyon alanı. Atölye olarak kullandığı yerde eski kumaşlar ve koltuk iskeletleri yığılı. Onların arasındaki karmaşadan birkaç mask çıkarıyor. “İşte heykellerim” diyor. Ağaç kabukları, yapraklar, yemişler ve tahta parçalarından yaptığı masklar naif sanatın en güzel örneklerinden. Ama atölyede küçük bir fındıkfaresi varmış, maskların kaşlarını yaptığı keçiboynuzlarını yiyormuş hep. O yedikçe yenisini yapıştırıyor. “Size bir de türkü söyleyeyim diyor. Sesi de gerçekten çok güzel. Türkü bitince Ardından çok uzun bir aşk şiiri dinliyoruz. Rıfat Satır, bu vahşi şehirde kendine uysal bir evren yaratmış. O evrenin merkezinde de son derece duygusal ve yalın bir hayat... Onu şehrin vahşetinden koruyanın ne olduğu takılıyor aklıma... Yoksul mahallelerde hâlâ kıymeti olan vicdan duygusu mu; yoksa delilerin, çocukların ve sanatçıların rastlantısal ve kutsal ayrıcalığı mı... Emin olamıyorum. Heykeltıraş Rıfat... ‘Vahşi bir mahalle burası anacığım’ ğer gelecekle ilgili bir umuda ihtiyaç varsa, bunu şehrin varsıl sokaklarında değil, yoksul kuytularında aramak lazım. Ancak acının olduğu yerde bir çare arayışı ve umut var. Ayvansaray’la Balat arasındaki Lonca’da, mahallenin gölgeli bir aralığında, yeşile boyanmış eski bir mezarın hemen arkasında, kapı önüne serilmiş kilimlerin üzerine oturmuş, Memiş ve Arzu’yla bir eski günlerden bahsediyoruz, bir bugünlerden... Eskiye dair anılarda Memiş’in gençliğinde DevSol davasından yattığı hapis günleri, içerde gördüğü işkenceler var; bugünün anılarındaysa Suriyeliler... Arzu, “Çingeneler fakirdir, sefildir ama onlar bizden çok daha fakir, dayanamıyorum o hallerine” diyor. Çetin Altan’ın röportajından: ‘Birçok kimselerin hafife almak istediği insanlardı burda yaşayanlar. Benimse onların dünyayı umursamayan ve yüzyüllardan beri asla değişmeyen serazet yaşayışlarına ta öteden bir tuhaf bir sempatim vardı’ S ‘Ne olacak bu memleketin hali’ E “Mahalleden eskiler toplayıp götürüyorum garibanlara, bazen yemek de veriyoruz. Sokaklardaki o minicik bebeklerin halini yüreğim kaldırmıyor.” Bu vahşi dünya bazen de, yoksulluğu ve ötelenmişliğiyle ünlü bir mahallede kendi hayatından daha zor bir hayata tanıklık eden insanların vicdanını diri tutan merhamet duygusunun rüzgârıyla dönüyor. O rüzgâr böyle hiç umulmadık yerlerde kendi kendine esmese, acının yükünü taşımakta zorlanan dünya sanki duracak ve kendi ateşiyle kavrulup yok olacak. Memiş’le Arzu, etrafta koşturan çocuklara bağır çağıra, komşularına laf ‘E biz na’palım parkı’ lar ata ata küfür kıyamet bizimle sohbet ediyorlar. Seçimlerde HDP için nasıl çalıştıklarını anlatıyorlar; Hıdırellez’de bir saatten sonra sokakta silahların konuştuğunu; mahalledeki boş arsayı park olarak düzenleyen belediyenin ağzının payını nasıl aldığını... Sökmüşler bütün bankları, sobalarda yakmışlar. Çiçekleri de köküyle çıkarıp evlerindeki saksılara dikmişler. Memiş “E biz na’palım parkı, top oynuyordu orda kopiller!” diyor. Arzu sesini alçaltıp “Vahşi bir mahalle burası anacığım” diye açıklıyor durumu, sonra başını arkaya atıp göbeğini hoplata hoplata gülüyor “Ama çok da neşeliyizdir hani!” Pulcheria’nın komşuları üyük şehirlerdeki çarpık ve düzensiz yapılaşma bir zamane belası sanılır. Oysa tarihi neredeyse şehir kadar eski bu durumun. Yasalardan çok önce çıkarılmış fermanlar var. Bu şehirde surlara yapışık bir şekilde ev ve dükkân yapmak 16. yüzyıldan, ta Kanuni zamanından beri yasak. Ama bugün yasaları takmayanların cetleri zamanında fermanları da umursamamışlar. Yoksulluk her asır, bir cankurtarana sarılır gibi tırmanmış surlara. Yaşadığı yerin bir duvarını olsun surlardan ödünç almak, sırtını mevcut ve güçlü bir yapıya dayamak, böylece şehrin gerçekten bir parçası olmak en çok da İstanbul’a dışarıdan gelenlerin âdeti olmuş... Anadolu’nun ve Trakya’nın yoksulları savaşlardan, sürgünlerden, kan davalarından, açlıktan ya da terörden ya da meraktan kaçıp geldikleri bu koca şehirde, “O bizi sarıp sarmalamakta nazlanırsa biz tırmanır kaynarız ona” der gibi evlerini surlara mümkün olduğunca bitişik yapmışlar; yıkık duvarların aralarını kendi hayatlarıyla doldurup taşırmışlar, geçmiş zaman imparatorlarının hayaletleriyle kapı komşu olmuşlar. Ahırkapı ve Kadırga arasındaki Çatladıkapı’da Bukoleon Sarayı kalıntılarının yanı başında neredeyse yüzyıldır saraya dayanarak duran ahşap ev mesela... Bundan 46 yıl önce Çetin Altan’la Ara Güler o evin kapısını çaldığında içinde bir imparatorluk sarayına komşu olduğunu bilmeden yaşayan, bir zamanlar İmparator Theodosios ve ablası Pulcheria’nın baktığı noktadan denize baktığından bihaber yaşlı bir kadın yaşıyordu. O kim bilir nereliydi ama bize bugün aynı evin kapısını açan kadın B 1996 İstanbul Ara Güler Yalın bir hayat... Paşa Sabahattin, “AKP benim içkime karışamaz” diyor, “40 yıldır bunu burada içiyorum ben.” Horoz Yılmaz, “Kadeh kaldırıyor “AKP’nin inadına, şerefe!” Papaz, meyve suyunu dikiyor kafasına. Dördü de doğma büyüme buralı. Eski İstanbul hikâyeleri anlatıyorlar. Sarayburnu’ndan denize girip kendilerini akıntıya bırakarak Kumkapı’ya kadar geldikleri; kış zamanı bile yüzdükleri ve mahallelerindeki Rumlarla, Ermenilerle arkadaşlık ettikleri o mutlu günleri konuşuyorlar. Peki, şimdi mutsuzlar mı? “Böyle bir ülkede nasıl mutlu olunur” diyor Horoz. “Yediğimize içtiğimize, giydiğimize dediğimize karışan bir despot var başta!” Kadehler yeniden kalkıyor, “Haydi Despot’un inadına, şerefe!” Onlar, Çatladıkapı’da surların dibinde despotun şerefine kadeh kaldırılırken, surların hemen ardında, iki adım ötede Küçük Ayasofya’nın bahçesindeki kahvehanede yaşlı ve dindar yaşıtları çaylarını yudumlayıp Kuran’daki hadislerden, peygamberin miras hukuku üzerine neler söylediğinden konuşuyor. Başları örtülü genç kızlar, caminin külliyesindeki ebru dersinden çıkmış pardösülerinin eteklerini savura savura şadırvanın etrafında zıplayan tavşanı yakalamaya çalışıyor. İki genç turist, ellerinde bir kitap, eskiden kilise olan camilerin izini sürüyor. İstanbul olgun bir şehir. Herkesi saklayacak bir köşesi, herkese dayanabilecek bir sabrı var. Çünkü kendi tarihinden aşina, biliyor ki hep aynı şeyler olsa bile her şey değişir ve her şey değişse bile hep aynı şeyler olur. ‘Her şeyimize karışıyor’ Herkesi saklayan bir şehir 2015 İstanbul Diyarbakırlı. Aksi değil ancak tedirgin. Çünkü kocasından korkuyor. Evin kilitli bahçe kapısından geçerek ulaşılabilen saray kalıntılarını görmek istediğimiz söylüyoruz. Sevecen ama telaşlı bir doğu şivesiyle “ Olur heval ama çabuk davranın bizim adam fark etmesin, o sokmuyor kimseyi” diyor. Bir yandan da becerikli elleriyle kilidi açıyor. Soygun yapar gibiyiz. Yücel fotoğraf çekerken o anlatıyor... 15 yıldır bu evde oturuyorlarmış. Kirası düşükmüş ama çok da harapmış. Kocası kebap ustası. Kalp hastası. Eskiden de sinirliymiş ama artık iyice sinirli olmuş. Beş çocukları var. Hepsi yetişkin, hepsi çalışıyor. Bunları anlatırken bir yandan da bahçedeki ağaçtan erik toplayıp avcumuza dolduruyor. Evet bir saraydayız, Yücel, ben ve Diyarbakırlı Saliha... Ayaklarımızın altında sarayın devrik mermer sütunları, karşımızda zar zor ayakta duran görkemli saray pencereleri, pencerelerin dibinde ateş yakıp şarap içen evsizler, onların önünden akan vızır vızır bir trafik ve ötesinde deniz. Erik yiyoruz. Ve imparatorların baktığı bir penceren denize bakıyoruz. “Mevsiminde gelin, bahçede narla kiraz da var” diyor Saliha, sonra eliyle ağzını kapata kapata gülüyor “Ama bizimki evde yokken!” Aksi değil ama tedirgin Yarın: Astral seyahat yapan Merkez Efendi’ler... Vecde gelen müminler C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle