19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Olaylar ve GOrUSler 18 EDITÖR: ÖZGÜR MUMCU ve SİNEM USER KARA TASARIM: BARIŞ AKTAŞ kültür sanat Salı 10 Mart 2015 Asırlık Çınar; Türk Sineması M. UTKU ŞENTÜRK Maltepe Üniversitesi İletişim Bilimleri Doktora smanlı Devleti, Birinci Paylaşım Savaşı’na resmen dahil olmadan 10 gün önce, halkın duygularını güçlendirmek ve halkı savaş psikolojisine hazırlamak için bazı etkinlikler düzenlemişti. Ayastefanos’taki Rus anıtının yıkılması bu etkinliklerden biriydi. Silahlı kuvvetler, bu olayın filme alınmasını istedi. Sinema ile ilgilenen Yedek Subay Fuat Uzkınay, abidenin yıkılışını filme almakla görevlendirildi. Takvimler 14 Kasım 1914’ü gösterdiğinde, “Ayastefanos’taki Rus Anıtı’nın Yıkılışı” adlı ilk yerli film izleyici karşısına çıkmıştı. Türkiye sinema tarihinin ilk filmi olarak kabul edilen bu çekimin üzerinden tam bir asır geçti. Lumiere Kardeşler 29 Aralık 1895’te, “La Ciotat Garı’na Trenin Varışı” Parislilere izleterek dünya üzerindeki ilk film gösterimini gerçekleştirdiler. Ülkemizde ilk yerli film gösterimi ise Cevat Boyer ile Murat Bey’in Şehzadebaşı’nda, 19 Mart 1908’de başladı. Şakir Seden ile Fuat Uzkınay, Milli Sinema’yı açtığında 1910 yılı yarılanmıştı. Fuat Uzkınay’ın başlattığı Türkiye sineması kısa zaman içinde gelişti. 1910’lar Birinci Paylaşım Savaşı ile ilgili haber filmleri ve konulu filmler ile geçti. 1922 yılında ilk film şirketinin kurulması ile birlikte yönetmenliğe başlayan tiyatro sanatçısı Muhsin Ertuğrul, 1950’li yıllara değin yaptığı üretimlerle Türkiye sinemasının unutulmaz ismi oldu ve bu döneme O ve “sadece tiyatrodan beslendiği“Ayastefanos’taki Rus ne” dair eleştirilerini doğurdu. Anıtı’nın Yıkılışı” isimli 60’lar, 70’ler… birkaç dakikadan ibaret 50’ler, 1950’li yıllar, Türkiye sinemaolan ve Türkiye sinema sında “Tiyatrocular Dönemi”nden Dönemi”ne geçişin tarihinin ilk yerli filmi “Sinemacılar yaşandığı dönem olarak biliniyor. olarak kabul edilen bu 1960’larda sinemaya melodram bağlı, çocuk kahramanlaçekimin üzerinden tam formuna rın rol aldığı “Ömercik”, “Ayşecik” filmleri eklendi. 1970’li yıllarda bir asır geçti. ‘Bırak Evi Bok Götürsün!’ En sevdiğim kadınlar günü sloganıdır: “Bırak evi bok götürsün!” Çünkü bu lanet düzen, ancak itaatsizlikle değişir. Eğer bir şeylerin gerçekten artık daha farklı olmasını istiyorsak, işe bize biçilmiş temel rolleri yeniden sorgulayarak başlamalıyız. Feodal aile hapishanelerinde tehditlerle, dayaklarla varlığını sürdüren ya da sakat kalan, deliren, öldürülen kadınların kaderinin değişmesi gibi bir idealimiz varsa; bunu isteme gücünü kendimizde hissediyorsak... Önce kendi kaderimize ve direncimize bir otopsi yapmalıyız. Kadına yönelik toplumsal tehditlerden nispeten uzak yaşayan ve kendi hayatını özgür iradesiyle sürdürme şansına sahip olan kadının bile en büyük zaafı, bir yandan erkeğe yüklenen efendi rolüne meydan okurken; diğer yandan üzerine yapışan köle etiketini bir rozet gibi taşıma ısrarıdır. Ütüsünü yapıp tozunu almadan, dolapların içini düzeltip camları silmeden rahat edemeyen kadınlar... Evi temiz tutmayı bir numaralı vazifesi belleyen ve içerisi ne kadar temizse dışarısı da bir o kadar kirlidir sanan kadınlar... Var oluş nedenini, yataktaki ya da sokaktaki zaferleriyle değil, sadece mutfaktaki zaferleriyle tanımlayan kadınlar... Doğurmazsa varlığının bir anlamı olmayacağına ikna olan kadınlar... Ne kendi kaderlerini değiştirebilirler ne de bir başkasınınkini. Toplumun kadınları annelik hapishanesine tıkmaktaki ısrarı boşuna değildir. İsteklerinin ve heveslerinin cazibesine kapılıp dünyayı bir anda tersine döndürebilecek potansiyeli rahminde taşıyan kadına kurulan en sağlam tuzak, anneliktir. Kadınlar asırlardır kutsal annelik masalıyla uyutulurlar. Hatta komaya sokulurlar. Toplum, kadını kolektif bir hipnoz marifetiyle hayatın gerçeklerinden ustalıkla koparıp kalın bir zincirle rahminden ve kalbinden annelik hülyalarına sıkı sıkı bağlar. Onun aslında bir erkeğinki kadar uçarı olan varlığı üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurmayı başarır. Ahlak tanımlayıcı irili ufaklı iktidarlar tarafından, doğurmamak gibi bir seçeneği olmadığına ikna edilen kadın, en son çare olarak doğurmazsa pişman olacağı tehdidiyle terbiyelenir. Bundan sonra artık onu anne olmanın müthiş hazzıyla, anne olmamanın müthiş hazzının eşdeğer olduğuna kolay kolay inandıramazsınız. Bir tercih hakkı olduğu gerçeği, kulağına küfür gibi gelir. Çarşafların asla ütüsüz serilemeyeceği bilgisiyle erken yaşta deforme olan o zihin, anneliğin getirileri ve götürüleri üzerine mantıklı bir muhakeme yapmaktan kadim bir telaşla daha en başta men edilmiştir. Doğurmazsa çıldıracağını sanır da; doğurursa çıldırabileceğini aklına getirmekten utanır. Sırf bu utanç yüzünden, fazla düşünmeden... Çocuklarını öldüren ya da terk eden, onları bir türlü sevemeyen annelerle dolu bir dünyada kendi riskli yerini alır. O yüzden önce bir bırakın, evi bok götürsün. Sonra isterseniz, gerçekten isterseniz, her şeyi ama her şeyi gönlünüzce temizlersiniz. İlk film, ilk gösterim bir yanda Ertem Eğilmez’in temsil ettiği aile filmleri ekolü, öte yanda Yılmaz Güney’in temsil ettiği devrimci sinema ekolü hâkimdi. Yılmaz Güney’in sanatsal yaşam öyküsü, sadece Türkiye sineması bakımından değil, dünya sineması bakımından da benzerine pek rastlanmayan özellikler taşır. Yılmaz Güney, Türkiye sinemasında yalnız ca yönetmen olarak değil, aktör olarak da kendisinden sonra gelenlere önemli bir örnek oluşturdu. 197080 arası bir düzine genç yönetmen, onun ödünsüz ve gözü pek gerçekçiliğini benimsediği gibi, birçok genç aktör de kaliteli filmlerde oynamayı, ilkeli davranmayı benim sedi. Bu anlamda öncülük, Yılmaz Güney’in sinema sa natımızdaki yerini konumlarken kullanabileceğimiz en geçerli sözcüktür. Yılmaz Güney bir öncüydü. Yeni dönem damgasını vurdu. Faruk Kenç ile bilimsel bir tarz geliştiren Türkiye sineması “Yılmaz Ali” ve “Dertli Pınar” gibi filmlerle yeni bir aşama kaydetti. Baha Gelenbevi’nin “Deniz Kızı” adlı filmi ile Şadan Kamil’in filmleri, tiyatroyu sinema ile birleştirdi. Bu durum bazı sinemacıların “Türkiye sinemasının kimliğini bulamadığı” Yeşilçam’ı kurmak 100 yılı geride bırakan Türkiye sinemasını zirveye taşıyan son dönemde uluslararası festivallerde ödül kazanan yönetmenler oldu. Metin Erksan ve Yılmaz Güney’in açtığı yolda, Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Yeşim Ustaoğlu, Derviş Zaim, Zeki Demirkubuz, Çağan Irmak gibi birçok ismin aralarında bulunduğu yönetmenlerin filmleri kazandıkları ödüllerin yanı sıra Türkiye sinemasına yeni bir bakış kazandırdı. Altın Ayı ve diğerleri… Şiddetin kaynağı nedir? Uluslararası hukukun çabalarına rağmen, hem dünyada hem de ülkemizde, cinsiyet ayrımcılığı ve kadına yönelik insan hakları ihlalleri bakımından utanç verici bir karneye sahibiz. Av. Berra BESLER Türkiye Barolar Birliği Bşk. Yrd. Mart bir kutlama günü değil, hak arama direnişinin simgesidir. Cinsiyet ayrımcılığına, baskıya, sömürüye, şiddete karşı verilen mücadelenin tarihidir, dayanışmanın adıdır. Emek sömürüsüne karşı direnen kadın işçilerin fabrika önüne kurulan barikatı aşamadığı için yanarak can verdiği 8 Mart 1857 yılından, hemen her gün bıçaklanarak, yakılarak, boğularak öldürülen kadınlarımıza kadar, bir emek ve onur savaşıdır. 8 Çünkü kadınların hayatına, hukukun değil, tepeden dayatılan erkek egemen zihniyetin şekillendirdiği toplumsal bakışın hükmettiğini görüyoruz. Cinsel ayrımcılığına, kadına yönelik şiddete ve insan hakları ihlallerine karşı tedbir almakla yükümlü devleti yönetenlerin zihniyetine, kullandığı erkek egemen şiddet diline bakıyoruz ve sorunun ana kaynağına ulaşıyoruz. l Onları çocuk yaşta evlendirenlerdir. l Okulda, mini etekli kızları taciz timleri kuran sözde eğitimcilerdir. l Kocasından şiddet gördüğü için karakola sığınan kadınları yeniden kocalarına teslim eden emniyet görevlileridir. l Çığlık çığlığa sığınma evlerine başvuran kadınları sahipsiz bırakanlardır. l Kadın bedeni üzerinden siyaset yapanlardır. l Hepsinden de acısı, tepeden dayatılan erkek egemen anlayışını kararlarına yansıtan kimi yargı mensuplarıdır. BM Genel Sekreteri Ban Kimun, antik kentlerin yok edilmesine karşı çağrıda bulundu ‘IŞİD’in yaptığı savaş suçu’ Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Kimun, uluslararası topluluğu, IŞİD cihatçılarının Irak’taki antik kentlere düzenledikleri saldırıları önlemeye, paha biçilmez eski eserleri yok etmelerini bir “savaş suçu” olarak görmeye çağırdı. Ban Kimun’un yorumunun, Irak Turizm ve Eski Eserler Bakanı Adil Fahad elŞerşab’ın, ABD liderliğindeki koalisyona antik kentlerin korunması için IŞİD militanlarına karşı hava saldırısı düzenlemeye çağırmasının ardından yapılması dikkati çekti. Ban Kimun, antik Asur kenti Nimrud’un buldozerlerle dümdüz edilmesi ve Musul Müzesi’ndeki eserlerin parçalanmasıyla ilgili olarak, “Ortak kültür mirasımızın göz göre göre yok edilmesi bir savaş suçudur” dedi. Öte yandan, Irak ve Suriye’nin IŞİD kontrolundaki bölgelerde yaşayan insanların, antik yerleşimler ve eserlere verilen zararı cep telefonlarıyla saptamaya başladıkları belirtiliyor. Bağdat’taki Irak Ulusal Müzesi’nin ise, en kötü senaryo olasılığına karşı antik sanat eserlerini korumak için kapılara demir parmaklıklar konulduğu öğrenildi. Dünyanın en eski uygarlıklarının sanat ve kültür mirasını barındıran Irak ve Suriye hazinelerini koruyabilmek için çabalarını artırırken, ateş altında pek az şey yapılabildiği, IŞİD militanlarının eski eserleri sistemli bir biçimde yağmalamaya ve yok etmeye devam ettikleri belirtildi. l Kültür Servisi Şiddet neden arttı? Son yıllarda kadına yönelik şiddetteki artışın adeta bir toplumsal cinnete dönüşmesinin birinci derecede sorumlusu, tepeden dayatılan erkek egemen şiddet dilidir. Kadına yönelik şiddeti bahane ederek onları eve hapsetmeye çalışanların da yalanlarını yüzlerine vurmak zorundayız: Biz biliyoruz ki kadının en fazla şiddete uğradığı yer evi, ona en fazla şiddet uygulayanlar en yakınlarıdır. Kız çocuklarımızın, gencecik kadınlarımızın yaşam haklarını ellerinden alan, özgürlüklerini ortadan kaldıranlar; l Onların eğitim haklarını ellerinden alanlardır. Haksız tahrik Kadın cinayeti işleyenlere kravat taktıkları için “iyi hal indirimi” uygulayan, tecavüze uğrayan kız çocuklarının rızası olup olmadığını, ruhsal bütünlüğünün etkilenip etkilenmediğini soruşturan, katillere “haksız tahrik” adı altında ceza indirimi sağlayan erkek egemen adaleti değil, gerçek adaleti hâkim kılana kadar direneceğiz. Gencecik bir kızımızın canı üzerinden toplumun öç alma duygusunu istismar ederek idam ve hadım tartışmalarını gündeme getirenlerin, dayanışmamızı ikinci plana atmasına izin vermeyeceğiz. Kadına hükmeden bakış Dünya Ekonomik Forumu’nun 2014 Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu’na göre 142 ülkede toplumsal eşitlik bakımından Türkiye 126’ıncı sıraya düşmüş. Son on yılda 20 basamak gerilemişiz. Özünde bir hukuk devrimi olan Cumhuriyet’in temel değerlerinin bu kadar çok saldırıya uğradığı, hukuk devletinin bu kadar çok yara aldığı süreçte karşı karşıya kaldığımız sonucu şaşırtıcı bulmuyoruz. ‘Normal hayata dönmek istiyorum’ Radikal İslamcı gruplara katılan pop sanatçısı Fadıl Şakir fikir değiştirdi Daha önce radikalleşerek İslamcı militan gruplara katılan ve şarkı söylemeyi bırakan Lübnanlı pop şarkıcısı Fadıl Şakir artık normal hayata dönmek istediğini söyledi. LBC TV adlı Lübnan televizyonuna konuşan eski popçu, 2011 yılında Selefi Şeyh Ahmet el Esir’e bağlılığını duyurmuş, sakallarını uzatmış ve dini nedenlerle müzik hayatını bırakmıştı. Şakir’in aralarına katıldığı Ahmet el Esir militanları 2013’te Lübnan ordusuna saldırı düzenlemiş ve en az 18 asker ölmüştü. Saldırı sonrası bir YouTube videosunda düşmanlarını “domuzlar ve köpekler” olarak adlandıran Şakir, “Elimizde sizden kaçırdığımız iki ceset var ve burada çürüyor” demişti. BBC Türkçe’nin haberine göre Şakir, 2013’teki saldırıya kendisinin hiçbir şekilde karışmadığını, hiçbir zaman kan dökülmesini teşvik etmediğini belirtti. Sakallarını kesen Şakir, yaşadığı Filistin mülteci kampında çekilen röportajda, arkadaşlarıyla, ailesiyle birlikte olduğu normal, doğal hayatına geri dönmek istediğini söyledi. l Kültür Servisi Eski tüfeklerden yeni tüfeklere 1940’lardan başlayarak “eski tüfeklerin” yaşam öykülerinden, günümüze Gezi’ye (yeni tüfekler) uzanan, tarihsel süreçlerden kesitleri kapsayan bir konferansın provası olan “Eski ve Yeni Tüfekler” adlı oyun seyircilerle buluşuyor. Zafer Diper’in oyunlaştırıp yönettiği oyun 20 Mart Cuma günü Caddebostan Kültür Merkezi’nde, 27 Mart Cuma günü ise Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi’nde sahnelenecek. l Kültür Servisi Gün mücadele günü Kadına yönelik her türlü ayrımcılığa; emeğine, bedenine ve kimliğine yönelik şiddete karşı, insan haklarına gönülden bağlı herkesle, bu ülkenin aydınlık kadınları ve aydınlık erkekleriyle birlikte omuz omuza mücadele edeceğiz. C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle