04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 4 TEMMUZ 2014 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER İ Uyuyan Güzel İstanbul stanbul dünyanın en güzel şehirlerinden biri. Yıllardan beri hırpalanmasına karşın hâlâ öyle… Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, İstanbul’u mimari açıdan incelemek ve yorumda bulunmak üzere gönderilen ünlü Macar mimaryazar Karoly Kos, “İstanbul’un üç düşmanı vardır: deprem, yangın, insanoğlu” diyordu (1). Günümüzde yangınlar, eski ahşap yapıları büyük ölçüde yok ettikten sonra, yeni yapım yöntemlerinin, algılama, söndürme sistemlerinin de gelişmesiyle etkisini azaltmış durumda; ancak öteki tehditler hâlâ sürüyor: Deprem tehdidi gündemde; düşman insanoğlunun başında da şehri yönetenler geliyor. İstanbul’un ilk belediyesi (şehremaneti) Galata’nın tarihi surlarını yıkıp ortadan kaldırarak işe başlamış (2). Sonraki dönemlerde de İstanbul’u yönetenler, belediye başkanları, hatta zaman zaman kimi başbakanlar plan, program ve bilgi yoksunu iddialı, benbilirimci girişimleriyle şehre zarar verdiler. Eski başbakanlardan Adnan Menderes’in İstanbul’u imar tutkusu yüzünden yitirilenler bunun çarpıcı örneğidir. Bir başka dalga, Belediye Başkanı Bedrettin Dalan döneminde geldi. Ne yazık ki bugün de benzer girişimlerin sürdüğünü belirtmek durumundayız. İstanbul için en büyük tehdit, nüfusun anormal şekilde artmasıdır. 2013’te TÜİK, İstanbul nüfusunu 13.8 milyon olarak açıklamıştı. Oysa Başbakan, 6 Nisan 2013 günü Gaziosmanpaşa’da yaptığı bir konuşmada nüfusun 17.5 milyon olduğunu belirtiyordu. Şöyle diyordu Başbakan: “Ben belediye başkanı olduğumda İstanbul’da 8.5 milyon kişi yaşıyordu. Şimdi 17.5 milyon kişi. Bu doğru mu? Bence değil. İstanbul bu kadar zorlamayı kaldırmaz. Göçe bir çözüm getirmemiz lazım.” (3) Başbakan, belediye başkanı olduğu dönemde İstanbul’un hızlı nüfus artışından yakınırken şehre girişte vize uygulamasının düşünülebileceğini öne sürüyordu. Doğal olarak, vizenin özgürlük ve demokrasi açısından geçerli bir önlem olmadığı açıktı. Başbakan o günlerde olduğu gibi, 2013’teki yakınmasında da esasta haklıydı. Ancak ne var ki yöneticiler yakınmaz, yapar. Şimdi sormak gerekmez mi? Yaklaşık on yıl içinde Bugün İstanbul’da yapılmakta olanlar hep İstanbul’un nüfus artışını körükler niteliktedir. İstanbul’un 2009 yılında şehircilik ilkelerine göre hazırlanıp onaylanmış 1:100 bin ölçekli bir Çevre Düzeni Planı var… Nedense uygulanmıyor. DOĞAN HASOL şehir nüfusu nasıl oldu da neredeyse bir felaket oluşturacak şekilde iki katına çıktı? Sorunun yanıtı bellidir: Eksik olan, bilimsel planlamadır. Ülke, bölge, şehir planlamasını bir yana attığınız sürece böylesine ürkütücü bir sonuçtan kaçınmanız olanaksızdır. Bugün İstanbul’da yapılmakta olanlar hep İstanbul’un nüfus artışını körükler niteliktedir. İstanbul’un 2009 yılında şehircilik ilkelerine göre hazırlanıp onaylanmış 1:100 bin ölçekli bir Çevre Düzeni Planı var… Nedense uygulanmıyor. O plan, öncelikle şehrin kuzeye doğru kaymamasını öngörüyor. Ne var ki bugün “mega projeler” olarak anılan ve ihaleleri bile yapılmış olan büyük projelerin hepsi kuzeyde… O projeler İstanbul’un akciğerlerini oluşturan kuzeydeki ormanları ve su havzalarını tehdit ediyor. Başbakan’ın helikopterle dolaşarak yerini belirlediği 3. köprü kuzeyde… Tabii, ona ulaşan yollar da öyle. Köprü, çevre düzeni planında yoktu; sonradan eklendi. Yine bilindiği gibi, Başbakan, İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemde “3. köprü olayı intihardır. Bu bir cinayettir” diyordu. Sonradan fikrini değiştirmiş olmalı. Öteki büyük projelerden, 3. havalimanı planda bambaşka yerde; İstanbul Boğazı’na seçenek oluşturacağı düşünülen Kanal İstanbul ve iki yakasında yer alacak birer milyon nüfuslu kentler de Çevre Düzeni Planı’nda yok. Bir yandan da Kuzey Ormanları, başlangıç noktalarından biri olan Fatih Ormanı’nın yapılaşmaya açılmasıyla, Cendere Vadisi, Maslak 1453 gibi projelerle abluka altına alınmış durumda. Bütün bunlar hem şehir nüfusunu artıracak, hem de İstanbul’un kuzeydeki akciğerlerini yok ederek çevre felaketi oluşturacak projeler. En basit oyunların bile kuralları vardır. Buna karşılık biz, çok ciddi bir iş olan şehirciliğin hiçbir kuralına uymadan kentlerimizi hırpalıyoruz. Ayrıca, kent içindeki yeşil alanlar da yapılaşma uğruna yok ediliyor. Son bir örnek: Üsküdar’daki Hüseyin Avni Paşa korusu… Koru satıldı; içindeki tarihi ahşap köşk geçen gün yanıverdi. Görüldüğü gibi, çevre de, mimarlık mirası da yağmaya direnmekte aciz kalıyor. Aşırı nüfus artışına çözüm olarak getirilen yoğun ve yüksek yapılaşma artık, İstanbul’u İstanbul olmaktan çıkarıyor. Şehir planları, tıpkı o televizyon reklamında saygısız girişimcinin masa üstündeki projeleri süpürüp yere atması anlayışındaki gibi bir kenara atılmış durumda. Uygulama böylece genelde bütüncül planlara göre değil, parsel bazında sürdürülüyor. Girişimcinin gücü ve konumu, yapının yüksekliğini ve yoğunluğunu belirlemekte etkin oluyor. Böylece efsanevi İstanbul giderek sıkışık bir gökdelenler şehri haline geliyor. Bilindiği gibi Dalan’ın rüyasıydı bu: İstanbul’u Hong Kong yapmak. Onun rüyasını yıllar sonra AKP iktidarı gerçekleştiriyor. Ne siluet, ne ölçek, ne de kent kimliği kalıyor. Şehir nüfusunun böylesine dengesiz artışı karşısında kaynaklar büsbütün yetersiz kalacak; bugün bile kentlilere çile çektiren ulaşım sorunları ve trafik keşmekeşi tümüyle içinden çıkılmaz hale gelecektir. Özetlersek: Ülke, bölge, şehir planlaması süreçleri tümüyle göz ardı edilmiş durumda… İstanbul’da yapılan uygulamalar hep şehrin nüfusunu artırıcı nitelikte. Planlamanın göz ardı edildiği yerde göçe yönelik nüfus hareketleri denetlenemez. Bu nedenle, İstanbul nüfusunun niçin arttığına şaşmak boşunadır. Bugünkü durumda Başbakan buyuruyor, belediye uyguluyor. Uyan artık, İstanbul! 1) Kos, Karoly, Bizans’tan Osmanlı’ya İstanbul Mimarisinin Doğu Kökeni, Kaynak Yayınları, İstanbul. 2) Eyice, Semavi, Galata ve Kulesi, TTOK Yayını, İstanbul. 3) İstanbul’un nüfusu aslında kaç kişi? hurriyet.com.tr/Ekonomi, 6 Nisan 2013. ‘Tek Başıma Kalsam Bile!..’ 21 yıl önceki Madımak, bugünkü IŞİD katliamları, IŞİD’in halifelik ve cihat ilanı, önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimi ile birlikte, ülkemizdeki ve bölgemizdeki çok tehlikeli bir sürecin belirtileridir: Mezhep kökenli kanlı faşizmin egemenlik süreci, sadece Türkiye’yi ve Ortadoğu’yu değil, tüm insanlığı tehdit ediyor! HHH Sanat ve edebiyat genellikle, yaşamı, yaşamın gerçekliğini yansıtır... Ama insanoğlunun hayal gücü, zaman zaman bu gerçekliği aşar ve sanatçının ya da edebiyatçının dünyası, gerçek dünyadan kopar... Bazen iyimser ve olumlu, bazen kötümser ve olumsuz bakışlarla, yaşanmamış olan, ama insanlığın önündeki farklı seçeneklere işaret eden yapıtlar ortaya çıkar. Wells’in “Zaman Makinası”, Orwell’in “1984”, Huxley’in “Cesur Yeni Dünya” adlı kitapları, insanoğlunun önündeki karanlık yollara işaret eden olumsuz ütopyalardır. Ionesco’nun Gergedanlar’ı da bunlar arasında sayılabilir. Bu kara ütopyaların bazıları, “1984” gibi umutsuz ve kötümserdir: Bireyin nihai teslimiyetiyle sonuçlanır. Bazıları ise bireyin özgürlüğü ve direnişi açısından umut taşır: “Cesur Yeni Dünya”daki Vahşi, “Gergedanlar”daki Bérenger, böyle bireysel direnişleri ve umutları simgeleyen kahramanlardır! HHH Ionesco’nun, “Gergedanlar” adlı oyununda, “Gergedanlaşmaya” yani “Birörnekleşmeye”, faşizme karşı direnen Bérenger’in “İnsanım ben, insan kalacağım, tek başıma olsam bile direneceğim!..” diye haykırışı bu umudu simgeler! HHH Aslında hiç kuşkusuz Ionesco, tarihteki gerçek örneklerden de etkilenmiştir... Örneğin Giardano Bruno: Rahip kökenli bir filozof ve şair... Dünyanın, evrenin merkezi olduğu görüşüne karşı çıkan... Katolik kilisesinin bağnaz baskısıyla mücadele eden... Farklı mezhepler arasında özgürlük arayan... Düşünceleri ve şiirleriyle de toplumu etkileyen... Engizisyon tarafından yargılandıktan sonra, diri diri yakılarak 1600 yılında öldürülen ve bugün heykeli dikilmiş olan özgürlük kahramanı! Bruno, bağnaz din adamlarının ve onlarla ittifak ederek egemenliklerini sürdüren zalim diktatörlerin, ne ilk kurbanıdır ne de son olacaktır... Ama unutulmamalıdır ki onun heykeli, otoriterliğin, faşizmin, zulmün korkulu rüyasını simgeleyerek sonsuza kadar yaşayacaktır! HHH Cumhurbaşkanlığı seçimi, demokrasi ve özgürlük için bireysel tavrımızı ortaya koymanın bir fırsatıdır... Bu fırsatı kaçırmayalım! A Ortadoğu’da Radikal Akımlar Güçleniyor rap Baharı olarak isimlendirilen toplumsal hareketler Ortadoğu’da demokratik dinamiklerin zaferi olarak görüldü. Ortadoğu’nun en önemli ülkesi olan Mısır’da Mübarek diktatörlüğünün milyonlarca kişinin meydanlara çıkması ile devrilmesi ve seçimlerle Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesi Ortadoğu’ya demokrasinin gelmekte olduğu umudunu uyandırdı. Amerikalılar Irak’ta demokratik kurumları kurduklarını ve Irak’ın bütün unsurlarını içine alacak bir demokratik rejimin yeşereceğini ilan ettiler. Afganistan gibi aşiretler koalisyonu olan bir ülkede dahi demokrasiye geçişin olanaklı olduğu varsayıldı. Amerika ve Batı dünyası Suriye’de Sünni İslamcıları desteklerken para ve silah verdikleri bu grupların demokrasinin yolunu açacak, Batı ile iyi ilişkiler kuracak laikler ve ılımlı Müslümanlar olduklarını düşünüyorlardı. Bu plan, umut ve tahminlerin tamamı hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştır. Mısır’da iktidara gelen Müslüman Kardeşler hemen hukuku hiçe sayan, çoğulcu demokratik değerleri dışlayan kararlar almaya başladılar ve anlaşıldı ki amaçları çoğulcu bir demokratik idare değil, şeriata dayalı İslami bir düzen kurmaktır. Bu gerçek anlaşılınca milyonlar yine protesto eylemlerine başladılar ve Müslüman Kardeşler idaresi geniş halk kitlelerinin desteğini alan bir askeri darbe ile devrildi. Suriye’de oluşan Sünni isyanında ılımlı unsurlar hızla tasfiye edildi ve Osmanlı devletinin son zamanlarında başlayan ve Cumhuriyet ile devam eden objektif hukuk, modern eğitim, güçlü devlet kurumları kurma azmini anlamamız ve takdir etmemiz gerekiyor. Günümüzde Ortadoğu batağına çekilme tehlikesi bu azmin devam etmesi ile önlenecektir. AHMET ÖZGÜNEŞ isyan, cihat ilan eden teröristlerin kontrolüne geçti. Irak’ta Şii çoğunluğa dayanarak iktidara gelen Maliki, Şiiler dışında kalan bütün unsurları dışlayan bir dikta idaresi kurdu. Suriye’de başlayan Sünni isyanı Irak’a da yayıldı ve Sünni çoğunluğun çoğunlukta olduğu bölgeler Suriye’den gelen IŞİD teröristlerinin öncülüğünde hareket eden Sünni İslamcıların eline geçti. Afganistan’ın ABD’nin iktidardan uzaklaştırdığı radikal İslamcı Taliban’ın veya benzeri radikal grupların tekrar iktidara gelmesi kaçınılmaz gözüküyor. Bütün bu gelişmeler şu tatsız gerçeği göz önüne seriyor: Ortadoğu’da radikal akımlar güçlü köklere sahiptir; demokratik güçlerin başlattığı gelişmeler dahi sonunda radikal grupların kontrolüne geçmektedir. Neden böyle oluyor? Bu sorunun cevabını bulmak Türkiye için önemlidir çünkü Türkiye’de de otoriter bir idare kurma eğilimleri güç kazanmaktadır ve Türkiye giderek Ortadoğu’nun dinamiklerinden etkilenmektedir. Sayılan olumsuz gelişmelerin temelinde birkaç etken var. Birincisi Ortadoğu ülkelerinde başta hukuk olmak üzere devlet kurumlarının zafiyetidir. Bu ülkelerde güçlülerin keyif ve menfaatları, aşiretlerin gelenekleri, dini liderlerin fetvaları devlet kurumlarının yerini almıştır. Hukukun ve güçlü devlet kurumlarının demokratik bir sistem için ne kadar önemli olduğu Ortadoğu ülkeleri gözlemlenerek anlaşılabilir. Arabistan Yarımadası’nda önemli ölçüde petrol üreten Irak dışında bütün ülkeler şeyh ailelerinin mutlak yönetimi altındadır ve petrol gelirlerinin önemli bir kısmı bu ailelerin fertleri arasında paylaşılmaktadır. Bu aileler hâkimiyetlerinin devam etmesi için dine dayalı bir ortaçağ düzenini dayatmak gerektiğinin bilincindedirler. Bu ailelerin büyük korkusu diğer Arap ve Müslüman ülkelerde demokratik dinamiklerin gelişmesi ve bu gelişmelerin kendi ülkelerine sıçramasıdır. Radikal unsurların teolojik altyapısı ve finansmanı geniş ölçüde bu ülkelerce sağlanmaktadır. Bütün Ortadoğu ülkeleri nüfus patlaması yaşıyor. Bu ülkelerde ekonomik gelişme çok zayıf, idare yeteneksizlik ve yolsuzluk sarmalına batmış durumda. Hal böyle olunca nüfus patlaması sonucunda oluşmuş milyonlarca eğitimsiz ve mesleksiz genç umutsuzluğa düşüyor ve bunların bir kısmının radikal akımlara kapılması kaçınılmaz oluyor. Türkiye’de yıllardır süren PKK terörünün temel sebeplerinden biri de yine mesleği, işi ve umudu olmayan gençlerdir. Ortadoğu kültüründe değişik fikir ve yaşam tarzlarına tolerans gösterme, özetle çoğulcu bir toplum geleneği yoktur. Ortadoğu insanı tek doğru, tek hayat tarzı ve bu doğruların kabul edilmesini ve uygulanmasını sağlayacak güçlü liderler inancı içinde yetişmekte ve yaşamaktadır. Bu kültürün radikal akımlara yol açacağı açıktır. Burada bir benzetme yapma zorunlu oluyor: Sıcak ve nemli hava kütleleri soğuk hava kütleleri ile karşılaştığında şimşekler, yıldırımlar, güçlü rüzgârlar ve yağmur oluşur. Modern teknoloji, televizyon, internet ve artan seyahat imkânları Ortadoğu insanını modern dünya ile karşı karşıya getirdi. Ortaçağ gelenek ve inanışları ile yüklü kütlelerin modern hayat ile karşılaşması tepkiler, gerginlikler ve nihayet radikal akımlar oluşturmaktadır. Bu noktada Osmanlı devletinin son zamanlarında başlayan ve Cumhuriyet ile devam eden objektif hukuk, modern eğitim, güçlü devlet kurumları kurma azmini anlamamız ve takdir etmemiz gerekiyor. Günümüzde Ortadoğu batağına çekilme tehlikesi bu azmin devam etmesi ile önlenecektir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle